Bu Gördüğünüz Gözler Yalancı mı? Ecnebi Bir Hekimin Akıl Ziyan Fikirleri
Yazan: Jungish
Azizim,
İnsanın şu fani dünyada en çok güvendiği nedir diye sorsalar, hiç tereddüt etmeden “İki gözüm!” der, değil mi? Gördüğümüze inanırız, duyduğumuza itimat ederiz. Pencereden baktığımda karşıdaki salkımsöğüdün yeşili, masamdaki kahvenin o keskin kokusu, Fener’den geçen vapurun o içli düdüğü… Bunlar hayatın ta kendisidir, gerçeğin sarsılmaz direkleridir.
Lakin geçen gün elime J. R. Smythies isminde bir İngiliz beyinin kaleme aldığı bir risale geçti. Okudukça dimağım bulandı, bildiğim ne varsa hepsi sanki bir sabun köpüğü gibi sönüverdi. Bu pek akıllı ecnebi hekimi diyor ki, “O güvendiğiniz gözleriniz, kulaklarınız var ya… Hepsi size yalan söylüyor! Sizin ‘gerçek dünya’ diye gördüğünüz şey, aslında kafanızın içinde dönen bir hayal perdesinden ibarettir!”
“Bu ne küstahlık!” diyeceksiniz. Ben de öyle dedim. Gelin size bu akıl almaz fikri, bizim bildiğimiz, anladığımız dilden bir anlatayım da, görün dünyanın kaç bucak olduğunu!
Karagöz Perdesindeki Alem
Bu Smythies Efendi’nin meselesini anlamak için, en iyisi eski Ramazan akşamlarındaki o meşhur Karagöz-Hacivat oyununu hatırlamaktır.
Perdenin arkasında ne vardır? Hayalî denilen bir usta, elinde sopalara takılı bir sürü deri tasvir… Karagöz’dür, Hacivat’tır, Beberuhi’dir… Bunlar “gerçek nesnelerdir.”
Peki, biz seyirciler ne görürüz? O deriden yapılma tasvirleri mi? Hayır! Biz, o tasvirlerin arkadan vuran bir ışıkla beyaz perdeye düşen gölgelerini görürüz. O gölgeler güler, konuşur, kavga eder. Bizim için bütün alem, o perdedeki gölgelerden ibarettir.
İşte bu İngiliz hekimi diyor ki: “Bütün dünya bir Karagöz perdesidir!”
Dışarıdaki o salkımsöğüt, o vapur, o kahve fincanı… Hepsi perdenin arkasındaki o deri tasvirler gibidir. Onlar, atomlardan, moleküllerden müteşekkil, renksiz, kokusuz, sessiz, “gerçek” şeylerdir.
Bizim gözümüzün, kulağımızın, burnumuzun gördüğü, duyduğu, kokladığı ise, o gerçek şeylerin bizim zihnimiz denilen beyaz perdeye düşen gölgeleridir!
Yani efendim, o salkımsöğüdün o muhteşem yeşili, ağacın yaprağında değildir. O, sizin beyninizin içinde yanan yeşil bir ışıktır! Kahvenin kokusu, fincanın içinde değil, sizin dimağınızın bir köşesinde bestelenen bir melodidir!
Hepimiz, kafatasımızın içindeki karanlık bir sinema salonuna hapsolmuşuz da, beynimizin bize oynattığı hususi bir filmi seyrediyormuşuz!
Peki Ya Komşunun Tavuğu?
Bu lafı duyunca aklıma hemen bizim alt kat komşusu, o pek titiz Münevver Hanım geldi. Geçen gün bahçedeki domates fidesini bir tavuğun gagaladığını görünce veryansın etmeye başladı.
Şimdi bu Smythies Efendi’ye sorsak, diyecek ki: “Dur bakalım Münevver Hanım! Senin gördüğün o ‘kırmızı domates’ ile tavuğun gördüğü ‘kırmızı domates’ aynı şey değil ki! Hatta ‘kırmızı’ diye bir şey domatesin üzerinde hiç olmadı ki! Domatesin üzerindeki atomlar, senin gözüne bir sinyal yolladı, beynin de bu sinyali sana ‘kırmızı’ diye tercüme etti. Tavuğun beyni ise belki de ‘lezzetli yem’ diye tercüme etti. Belki de o, domatesi mor görüyor, kim bilir?”
Bu ne acayip bir iştir! Madem hepimiz kendi kafamızın içindeki filmi seyrediyoruz, nasıl oluyor da aynı şey üzerinde anlaşıyoruz? Ben “domates” deyince, siz de aynı şeyi anlıyorsunuz. Demek ki hepimizin beynindeki makinist, aynı filmi oynatıyor. Ne muamma!
Ayağımı Vurduğum Sehpa Niye Acıyor?
İşin en matrak yanı da şurası. Bu filozof diyor ki, “O gördüğün sehpa, sadece senin zihnindeki bir temsildir.” İyi, hoş… Peki, ben gece karanlıkta kalkıp o “temsil” olan sehpaya serçe parmağımı bir vurdum mu, niçin canım avaz avaz bağıracak kadar acıyor? Benim hayalim, benim canımı nasıl yakar?
Bu İngiliz hekiminin formülü, bizim hayatın o kaba saba gerçekleri karşısında biraz yaya kalıyor galiba. Hayal olabilir, gölge olabilir, ama bu sehpanın pek bir katı, pek bir acımasız bir hayal olduğu da aşikâr!
Velhasıl kelam, bu ecnebi fikirleri insanı hem güldürüyor hem de bir endişeye salıyor. Belki de dünya, sandığımız kadar sağlam bir yer değildir. Belki de hepimiz, kendi hususi rüyamızı gören birer uyurgezeriz.
Neyse efendim, bu kadar derin düşünce bu fakire fazla. Ben en iyisi gidip o “hayali” kahve fincanımdan bir yudum alayım. Gerçek midir, gölge midir bilmem ama, bu yorgun dimağa pek iyi geldiği kesin! Afiyet olsun!



