Öğretmenlerimi hiç unutmam. Onların bende, düşünüyorum da, belirleyici edebi rolleri olmuş değil. Ama, bana hepsi, iti kazandırmıştır…
Ortaokulda, Nimet Kolçak diye bir edebiyat öğretmenimiz vardı. Eski soyadı Nimet Karayel. Tarih romanları yazarı M. Sami Karayel’in eski eşi. Bilecik Ortaokulu’nda parasız yatılı olarak okuyordum. Öğretmenimizin ufku çok genişti. Şimdi düşünüyorum geriye doğru, gerçekten, edebiyat bilgileri çok sağlamdı. Bir sözü kalmış bende. O, benim için biraz iteleyici oldu. Bir tanım: “Hüseyin Cahit Yalçın sıcak bir yazardır; Falih Rıfkı Atay ise, çok usta, çok daha ayrıntılara inebilen, ama soğuk bir yazardır!” Bu tanım bende kalmış. Öğretmenimiz böyle biriydi…
O sıralar üç yıl, ortaokulda parasız yatılı okudum. Türkçe derslerinde en öndeydim. Hatta bir örnek vereyim, bazan güç denemelerine girerdim: Bütün sınıfın, bir kişi hariç; sınıfın birincisi ya da İkincisi hariç; İkincisi… Bütün sınıfın kompozisyonunu yazmış olurdum! Fakat hocamız, tabii benimkine on verdikten sonra, onlara da beşten aşağı olmamak üzere, aynı kişi yazdığı halde, sıralama yapmıştır: Yedi alan, altı alan, beş alan olmuştur…
Lisede de parasız yatılı okudum. Lisede de çok değerli öğretmenlerim oldu. Lise birde, rahmetli Ali Sedat Oksal gelirdi edebiyat derslerimize. Aruzu, bize çok iyi öğretti. Sanırım, yeni edebiyatı değil ama, yani 1940’tan sonraki edebiyatı değil ama, ondan önceki edebiyatı çok iyi biliyordu. Zaten gazetelerde dil yazıları yazardı: Milliyet’te. Tikleri olan bir adamdı. Çok güzel konuşurdu. Ondan sonra, o öldükten sonra, ertesi yıl ünlü yazar Mehmet Behçet Yazar geldi. Ünlü yazar ve şair. Çok yaşlıydı, üst üste gözlükler takardı. Beni keşfetti diyebilirim!
Bir gün bir kompozisyon vermişti. İki kişiyi çok beğendi. Bir beni, bir de Necati Akgül adlı bir arkadaşı… Yalnız ben, tahrir ödevinin üzerine “Cem Süreyya” yazmıştım.
Geldi, “Cem Süreyya kim?” dedi.
“Benim,” dedim.
“Sahiden Cem mi adın?” diye sordu.
“Yok,” dedim, “benim adım Cemalettin.”
Arkasına “…alettin” ekledi; “Bir daha adınla yaz!” dedi.
Mehmet Behçet Yazar, gerçekten eski edebiyatı çok iyi bilirdi. Eski ölü dilleri bilir, Çağatayca bilir… Çok da efendi bir adamdı. Öbür öğretmenler de çok saygı gösterirlerdi ona. Cumhuriyet’in ilk yıllarından kalma bir adamdı…
Ondan sonra genç bir bayan geldi bizim sınıfa. Çok genç, ince… Melahat Babacan. İki yıl onda okudum aslında. Mehmet Behçet Yazar gitmişti. Yıl olarak, 1948-50. ’50 mezunuyum ben. Melahat Babacan, çok düzgün konuşan bir insandı. Yani beklerdik, yaptığı cümlelerde bir tane düşük olsun, yapmazdı. Şerif Hulusi’nin eski eşiydi.
Bizim sınıf, haylaz bir sınıftı! Son sınıf… Adı, Edebiyat-G. Hatta hep iki senelikler. Bizim gibi bir iki parasız yatılı, böyle uysal kişi vardı aralarında. “G” harfinin üstüne bir işaret koyup, yumuşak G yaparlardı hep. Yani, “Edebiyat yumuşak G”de okurduk. Bütün öğretmenlere karşı haylazlık yaparlardı. Ama Melahat Hanım’a karşı hepsi ayaktaydı! Hepsi hayrandı Melahat Hanım’a.
Melahat Hanım da bana edebiyat alanında büyük bir yakınlık gösterdi ve beni biraz ayırdı.
Sonradan hocalarıma rastladım, evet. Yani ikisine rastladım. Mehmet Behçet Bey ölmüştü. Öbürü zaten daha önce ölmüştü. Yazar olduktan sonraydı… Bir gün Nimet Hanıma rastladım Mısır Çarşısı’nın önünde. O zaman daha, Üvercinka yeni çıkmış. O da İstanbul’da, Kumkapı’da bir ortaokula nakledilmiş… Arkadaşlarımdan duymuştum, Bilecik’ten gelmiş.. Orda, gittim, “Siz, Nimet Hanım mısınız?” dedim. “Aa, Cemali” dedi… Fakat öyle tuhaf bir şey oldu ki… O sırada ne olmuştu? Askere mi gidecektim? Bana bir telefon numarası verdi. Arayamadan gittim. Geldiğimde tekrar aradım. Birkaç yıl sonra. Avrupa dönüşüydü… Bu kez sanki, anısı soğumuş gibi geldi. Beni çok severdi oysa. İlgi göstermedi. Ben de bir daha aramadım… Ama Melahat Hanım, ben Papirüsü çıkarırken; bir gün Papirüs’e geldi. Oturduk, konuştuk… Onunla yakınlığımız oldu. Lisedeki öğretmenim olduğu için, daha yakındık, daha bir diyaloğumuz vardı. Sonra pek az rastladım. Nahit Hanım’ın evine gider. Her zaman, bir gün gelsin de göreyim; başka öğrencileri de var, onlarla birlikte gidip görelim istedim.
Baştan da söylediğim gibi, edebiyat hocalarımın, içerik olarak tam bir etkileri olmadı bende. Bir yerde, yolumu kendim yapma durumunda kaldım. Ama daima el üstünde tuttular beni.
Bir de, edebiyat hocalarından ayrı hocalar da vardır insanda edebiyat duygusunu uyandıran. Yahut o itiyi ondan gören… Bir Fransızca hocamız vardı. Adını şimdi unuttum, soyadı Bahri… Çok yaşlı bir adamdı. İnhisarlardan emekli olmuş, iyi Fransızca bildiği için Bilecik’te Fransızca hocalığı yapıyordu. O hoca bende etkili olmuştur: Eskiyi kurcalaması, ayrıntılara inmesi bakımından… Bir de, benimle edebi şakalar yapması bakımından!
Ben, ilkokula bir yıl geç gittim. Hastaydım… Gittiğim zaman okuma yazmayı, her şeyi biliyordum. Hatta amcam bana, beş sıfırlı rakamlarla matematik yapmayı bile öğretmişti. Bu yüzden, birinci sınıfta, arkadaşlarımla aramızda büyük bir fark vardı. O fark hep devam etti. Bu beni tembel olmaya götürdü. Ama bir yandan da, dışardan okumaya götürdü…
Ben okumaya, din kitapları, halk kitapları, cenk kitapları okuyarak başladım. Aynı kitabı yüz kere okumak ama… O şekilde başladım. İlkokul üçten sonra, ve daha çok ortaokulda, daha çok edebiyat kitapları, romanlar gibi yapıtlara yaklaşabildim. Ama ondan sonra hız kazandı bu bende. Yeni edebiyatı üniversitede yakalayabildim. Lisede aruzcuydum. Eski edebiyatçıydım! 1940’a gelen şiir devrimini pek sevmiyordum!.. Sonradan, onlardan çok yararlandım.
Aileme gelince: Ailem sözel bir aileydi. Amcam okurdu. Babam, pek bir şey okumazdı. Ama konuşmayı severdi. Konuşmayı çok seven bir ailenin çocuğuyum… Yalnız, şiir ¡tisini annemden aldığımı söyleyebilirim. Daha çok küçükken, beş yaşındayken, dört yaşındayken, annem bana Kerem ile Aslı öyküsünü, bütünüyle, manzum yerleri de dahil, oturup okurdu. Hatta bazen gönlümü almak için, bazan bir bardak süt içirmek için, -çok inatçıydım!- eşikte oturur, elinde bir çay bardağında süt, bütün Kerem ile Aslı’yı okur, çömelmiştir; ben yine istemem; bu sefer bir tane tokat atar ve giderdi… Ama annemin, onu okuma tutkusu; işte, “Ateş Kerem, tutuş Kerem, yan Kerem” hep ondan kalmıştır… Bende böyle bir şey uyanmıştır….
İlk edebiyat sevincini de şöyle hissettim galiba: İkinci sınıftayız. Halamın oğlu var. Birlikteyiz. Tatil… Elimizde birer defter var. Bir şeyler yazalım dedik… Arkadaşlarla konuşma gibi bir şey, falan… Bu, bana büyük bir haz verdi. Bu haz, herhalde yazar oluşumun başlangıcıdır.
Yazdıklarımı, hocalarıma hiç göstermedim. Aslında kimseye göstermedim! Siyasal Bilgiler’de gizlice şiir yazarken, arkadaşlarım vardı dergilerde şiir yayımlayan; onlara da göstermedim. Ama şair olarak anılırdım.
Aslında hiç parmak da kaldırmadım, sınıflarda! Lisedeki rahmetli edebiyat öğretmenimiz Ali Sedat Oksan ile bir anımız da vardır burda. Bir şey sorardı sınıfta, kimse bilmezdi. Hiç kimse parmak kaldırmazdı. Elini uzatır, “Orda biri parmak kaldırıyor gibi!” derdi, beni gösterirdi. Ben de kalkıp söylerdim.
Edebiyattan, Türkçeden, hemen her zaman en yüksek numarayı aldım; yani on aldım! Böyle çelişik numaralar aldığım dersler vardı. Sözgelimi, fizikten de hep en iyi numaraları aldım, ama kimyadan iyi değildim. Matematik? Şöyleydi: Hiç çalışmazdım! Çalışmazdım ama, o baştaki hızım devam ettiği için ve biliyorum diye beni tahtaya kaldırmadıkları için; bazı şeyleri de tahtaya kalkanlardan öğrendiğim gibi; yazılılarda matematikten ortalama yedi alırdım. Çünkü, çizimleri falan yapamazdım. Ev ödevlerini yapamazdım. Tarih dersim çok kuvvetliydi! Diyebilirim ki, edebiyat kadar kuvvetliydi. Buna karşılık coğrafya dersim vasattı… Sporcuydum! Futbolcuydum, cimnastikçiydim. Müzik dersim zayıftı. Resim dersim de iyi değildi. Yazı dersim? Çok iyiydi! Üniversitede de anayasa dersim çok iyiydi; ama, iyi not alamadım! Daha çok hukuk derslerim kuvvetliydi. Maliye ve iktisat derslerim o kadar iyi değildi.
Ortaokulda, on altı yaşındayken ben, okuma kitabı değişmişti. Güzel Yazılar… Süleyman Şevket Tanla yazmış; yeni edebiyat girmiş ilk kez, ortaokula yeni edebiyat girmiş… O sırada yirmi beş yaşında olan Necati Cumalı’nın şiirini, ben on altı yaşımda ders kitabında okudum! Yani o kuşak, yirmi beş yaşında ders kitabına girebiliyordu! Ben bugün elli sekiz yaşındayım, ortaöğrenim ders kitaplarında yokum..
Bir de ilkokulda bir ödülüm var: Bir Yavru Türk dergisi cildi kazandırmıştı bana. Üçüncü sınıftaydık, sanırım. Öğretmen, tavşanla kaplumbağa öyküsünü anlattı bize. Dedi ki, gelecek ders bunu sizler yazın… Bu bir yarışmadır; birinci gelene, işte, şunu vereceğim… Ertesi derste yazdık hepimiz, verdik. Ben kazanmışım. Tek farkla: Herkes şöyle yazmış; bir tavşanla bir kaplumbağa arkadaş olmuşlardı… Ben şöyle demişim: “Bir tavşanla bir kaplumbağa canciğer arkadaş olmuşlardı.” Ondan sonra uzun zaman, tahrir ödevlerinde bu “canciğer” lafını herkes kullanmaya başladı! Tatilinizi nasıl geçirdiniz? diye bir ödev veriliyor mesela. Herkes şöyle başlıyor: “Canciğer bir arkadaşım vardı.
Bu benim ilk ödülümdür.
Söyleşi: Necati Güngör
Kitabın Künyesi
Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi
Cemal Süreya
Yapı Kredi Yayınları /
Türkçe
71 s. — 1. Hamur– Ciltsiz — 14 x 10 cm
İstanbul, 2007