Çukur – Andrey Platonov “fantastik ama gerçekçi, komik ama trajik, son derece hareketli ve rahatsız edici bir roman”

Stalin Rusyası’nda, emekçilerin gelecekteki güzel günlerde bir arada yaşaması için yapılması planlanan devasa bir binanın temel çukurunun kazılma sürecini anlatıyor Çukur – elbette “Platonov tarzında”. Platonov okurları bunun ne anlama geldiğini hemen anlayacaktır: absürd diyaloglar, varoluşsal sorgulamalar, sosyalizmin soyut idealleriyle somut uygulamalar arasındaki uçurumun gözler önüne serilmesi, sürekli propagandası yapılan ideolojiyi komik bir şekilde yanlış anlayan naif karakterler ve özgün, “tuhaf”, emsalsiz bir dil.

Yazarın 1930 yılında tamamladığı ama Rusya’da ancak 1987 yılında yayımlanabilen bu romanı, Platonov’un Metis’te yayımlanan diğer eserlerini de Türkçeye kazandırmış olan Günay Çetao Kızılırmak’ın ustalıklı çevirisiyle sunuyoruz.

ELEŞTİRİLER GÖRÜŞLER
Emek Erez, “İdealler ve yaşananlar çelişkisi”, Edebiyat Haber, 25 Eylül 2017

Her şeyin geleceğe dair olduğu, şimdinin kaybolduğu, insanların devamlı bir şeyleri anlama ve anlamlandırma çabasına giriştiği bir yer hayal edin. Ya da Andrey Platonov’un Çukur adlı romanını okuyun. Stalin döneminde emekçilerin “hayatın ortak ve uzun” anlamına dair giriştikleri mücadelenin anlatıldığı ve yazarın komünizm karşıtı olarak damgalanmasına da sebep olan bu kitap geçtiğimiz günlerde Metis Yayınları tarafından, Günay Çetao Kızılırmak çevirisi ile tekrar basıldı. Metin bir yanda devrime olan inançla kendi varlığını unutmuş bireylerle bizi karşı karşıya getirirken, diğer taraftan hayatın anlamını ve hakikatini sorgulayan karakterlerle dönemin hissiyatını, çelişkili yanlarını, iktidar ilişkilerini, devlet kurumunun ve ideolojilerin birey üzerindeki etkisini sorgulamamamızı sağlıyor.

Dünyanın kapitalizm tehlikesi çevrili olduğuna inanan ve tek kurtuluşu işçi sınıfında gören insanların ruh hâli ve Platonov’un eleştirel bakışı sanırım kitabın belirleyici yanlarından. Ayrıca insanın hiç bitmeyen varlık kaygısı da diğer bir tema olarak çıkıyor karşımıza. Metni okurken dünyanın ve yaşamın hakikatine ulaşmanın herhangi bir ideolojiye sorgusuz itaat etmekle ilgisi olup olmadığını devamlı düşünüyorsunuz. Ki Platonov’un anlatısını belirleyen nokta bana kalırsa tam da burada yatıyor. Yazar anlatısının alt metniyle büyük idealler, evrensel bir dünya ve evrensel bir insan mümkün mü sorusunu devamlı olarak aklımızda tutmamızı sağlıyor. Ayrıca karakterlerin diyalogları arasına yerleştirilen farklı düşünceler karşılaştırma yapmamızı olanaklı kılıyor. Böylece hangi ideal olursa olsun dünyanın öyle genel anlamları olmadığını, devletler ve hiyerarşi hüküm sürdüğü sürece insanın mutluluğunun sınırlı olacağını fark ediyorsunuz. Kitap boyunca kurulan genellikle geleceğe atıfta bulunan, inançlı cümlelerin metnin geçtiği dönemde karşılıksız kalması içinizde derin bir hüzün bırakıyor. Çünkü şimdide anlamını bulamayanın, ilerleyeceği ve iyiye gideceği düşünülenin, dünyada bugüne kadar mümkün olmadığını hatırlıyorsunuz. Platonov bunu çok iyi ifade eden bir yazar bana kalırsa ve Çukur adlı romanında da bunu görmek mümkün.

Platonov’un Çukur romanında her karakterin temsil ettiği bir düşünce olduğunu düşünüyorum. Öne çıkan birkaç karakterden bahsetmemiz gerekirse; dünyanın ve yaşamın hakikatinin peşine düşen, kendi varlığını sorgulayan Voşov, proletaryayı her şeyin öncüsü ve anlamı gören Çiklin, geleceğin güzel günlerine olan inancı simgeleyen küçük Nastya, bürokrasiyi temsil eden aktivist, bilimi simgeleyen mühendis ve dahası. Platonov karakterlerinin simgelediği fikirler ile anlatısını örmüş diyebiliriz. Bu nedenle her karakterin davranışları, olaylara bakışı bir şekilde söylem eleştirisine dönüşüyor. Örneğin Voşov; hakikati bilen insanlar olarak gördüğü emekçilere yakınlık duyuyor ancak hem onların hem de kendisinin içinde bulunduğu anlamsızlığı sorgulamaktan kendisini alamıyor. Çünkü ortak ve bir arada yaşamak amacıyla yapılan “proleter evi” için gece gündüz ter döken işçilerin de bir şekilde yanılabildiğini görüyor, çukur kazılacak, birlikte yaşanacak binalar inşa edilecek, güzel günler gelecek inancıyla didinip duran bu insanların şimdisi yok, çukur aslında karşılıksız bir alın teriyle dolmuş mezar gibi. Çiklin ise hep umutlu geleceğe dair, sınıfı gücü elinde tuttuğu sürece, devrim başarılı olacak, burjuvalar yenilgiye uğrayacak, kapitalizme direnilecek onun inancı bu. Ancak evlat edinmek zorunda kaldığı hayali kurulan güzel günlerin göstergesi, sınıf bilinciyle yetişen küçük Nastya’nın ölümünün de simgelediği bir şeyler olsa gerek bana kalırsa. Yazarın karakterleri üzerinden anlattığı aslında Stalin dönemi Rusya’sının çelişkilerinin bireyler üzerinde yarattığı kaygı, uygulamalar ile düşü kurulan arasındaki derin yarık. Ve bu yarığın yaratılan karakterlerin yaşamları üzerinden vücut buluşu bir anlamda. Platonov, genellikle aydınlık olarak tahayyül edilenin, karanlık yanlarını gözler önüne seriyor böylece.

Platonov’un Çukur romanı toplum, birey ve devlet üçgeninde geçen bir çatışmalar metni olarak da tanımlanabilir. Her şeyin bilimsel verilerle açıklandığı, evrensel dünyaya ve insana dair inançların en üst seviyede olduğu bir toplum, uygulamaları kesin olarak “iyi” kabul edilen bir devlet ve bürokrasi anlayışı ve tüm bunların yanı sıra aşılamayan bireysel varlık sorunu. Hayali kurulan dünyanın mümkünlüğüne duyulan inanç ile pratikte oldukça farklı sürülen bir yaşamın çelişkisi. Platonov’un anlatısının alt metinde sorguladığı temel konular böyle özetlenebilir sanırım. Ve bu konuların okurun zihninde doğurduğu sorular elbette yadsınamaz. Mesela benim sorularım şöyle, bir toplum hayal edilince ona uygun özneler biçimlemek mümkün mü? Topluma ve dünyaya faydalı olmak amacıyla her şeyinden vaz geçmiş bedenler, kendi varlıklarını sorgulamayı bırakabilirler mi? İnsanın varlık sorunu hangi ideolojiye inanırsa inansın aşılabilecek bir konu mu? Daha da ötesi hayatın anlamı evrensel olarak belirlenebilir bir durum mu? Bana kalırsa cevabı herkese göre değişir bu soruların ancak hissettiğim Platonov’un da bu sorular üzerine düşündüğü.

Platonov’un anlatısı komünizm karşıtı olarak değerlendirilse de bana kalırsa karşıtlık ile eleştirel bakış arasındaki çizgi görmezden gelinmiş. Bunun döneminin bakış açısıyla da ilgili olduğunu düşünüyorum. Çünkü metin boyunca direkt bir karşıtlıktan çok ideal olarak ortaya konan ile pratikte yaşananın çelişkisi karakterlerin ruh haliyle birleştirilerek anlatılmış. Platonov bu metninde de insanın varlık kaygılarını görmezden gelmemiş çünkü bana kalırsa da düzen ne olursa olsun insanın yaşamına ve dünyaya dair anlam soruları devam edecektir. Bu nedenle metnin en sevdiğim yanı bu oldu. Çünkü insanın tüm anlamların sonuna geldiğini hissetmesi demek bir şekilde dünyaya ve yaşama duyduğu inancın da körelmesi, gizemin kaybolması, “büyünün bozulması” demek. Ki böyle bir durumda ortaya çıkan “hiçlik” vaz geçişle de sonlanabilir.

Erhan Tekten, “Andrey Platonov’un ‘Çukur’u”, Hürriyet Kitap Sanat, 29 Eylül 2017

Sovyetler Birliği’nde sanayileşme ve kolektifleştirmenin arka planına odaklanan Çukur fantastik ama gerçekçi, komik ama trajik, son derece hareketli ve rahatsız edici bir roman. Sovyetler Birliği’nde birçok eseri sansürlenen ya da basılamayan Andrey Platonov Çukur’u 1930 yılında bitirmesine rağmen 1987’de, yazarın ölümünden 36 yıl sonra yayımlanabildi.

Andrey Platonov bir demiryolu işçisinin oğlu olarak 1899’da Voronez yakınlarında dünyaya geldi. Kızıl Ordu saflarında iç savaşa katıldı. Elektrik Mühendisi ve ıslah uzmanı oldu. 1926 yılından itibaren yazdığı makale, şiir ve denemeleri ile Maksim Gorki’nin dikkatini çekerek parlak bir başlangıç yaptı. Daha sonra ise kimi eserleri Sovyetlerde sert eleştirilere maruz kaldı. 2. Dünya savaşında savaş muhabirliği yapan Platonov, resmi olarak tanınmasının ardından savaş sonrasında da sansürlendi. Önemli eserleri 80’li yılların sonuna dek yasaklı kaldı. Platonov’un KGB edebiyat arşivinin kısmen halka açılmasıyla ortaya çıkan bir romanı bile bulundu.

Andrey Platonov’un 1930 yılında tamamladığı ama Sovyetler Birliği’nde ancak 1987 yılında yayımlanabilen Çukur, yazarın Metis Yayınları’ndan yayımlanan diğer eserlerini de Türkçe’ye kazandırmış olan Günay Çetao Kızılırmak’ın çevirisiyle çıktı. Sovyetler Birliği’nde sanayileşme ve tarımsal kolektifleştirmenin arka planını tüm çıplağıyla ortaya koyan Çukur’da mükemmel geleceğin engin evi, tarım işçilerinin ikametgahı, “geleceğin ortak proleter konutu” için bir grup işçi temel kazma işine başlar. Platonov’un sert eleştirileriyle kaleme aldığı eserde, ekip çalışmaya başladığında işler zorlaşır, ne kadar derine inerlerse o kadar şey ters gider ve kazılmış olanın temel değil de muazzam bir mezar olduğu anlaşılır.

Çukur Sovyetlerde 1927 yılında uygulanmaya başlanan tarımın kolektifleştirilmesinin ortaya çıkardığı aksaklıklara doğrudan yanıt olarak yazılmış Platonov’un en açık politik eleştirisidir. Platonov komünizmin kendince asil amaçları ile iktidardaki partinin gerçekliği arasındaki farkı kitabında ortaya koymaya çalışır. Çukurun zengin Rus köylülerinden yani ‘Kulak’larından alınan toprağa açılması ve gelecekte kurulacak bu yapının da kolektifleştirilecek tarım işçilerinin evi olacağı gerçeği, eleştirisinin simgesel dilini oluşturur. Sovyetler’de kişilerin gönüllü bir kolektif çalışma için bir araya gelmesiyle oluşan birlik yani ‘Kolhoz’ romanın ana karakteridir aslında. Hikaye, kısa bir süre sonra ‘Kolhoz’a katılacak Volşov’un çalıştığı küçük makine fabrikasından atılmasıyla başlar. Volşov’un işten atılma sebepleri ise; ‘Dirençsizliğindeki artış ve genel iş temposu ortasında düşüncelere dalması’. İşini geri almak için gittiği fabrika komitesinde yaşadığı absürt tartışmada Volşov, iş ortasında düşünmesinin savunusunu yaparken “Mutluluk benzeri bir şey bulabilirdim, manevi anlam sayesinde de verimlilik artardı” der. Mutluluğun materyalizmden geldiğine inanan fabrika komitesi üyeleri ise Volşov’un bilinçsiz bir adam olduğu kanısına varır. İş yaşamına dönemeyen Volşov’un yolu ‘Kolhoz’ ile kesişir ve çukurda çalışmaya başlar. Kolhoz örgütlenmiş üyelerin katılımıyla sürekli büyürken, örgütlenmeyi reddeden özel mülk sahipleri de direniş göstermeye başlar. Bu süreçte ‘Kolhoz’ çukura Kozlov gibi bilinçli işçileri de kurban verir. “Öyle ya, bütün cumhuriyeti kolhoza çevireceksiniz, sonra bütün cumhuriyet tek bir özel çiftliğe dönecek!” eleştirisine kulaklarını tıkayan işçiler örgütlenmeyen köylüleri sallara bindirip nehrin aşağısına sürer. Çiklin bir gün kolhoza açlık ve sefaletten ölen ‘Kulak’ bir kadının çocuğu Nastya’yı getirir. Sovyet okullarında eğitim gören Nastya, Safronov’a Lenin’i beklediğini, o yüzden doğmadığını çünkü annesinin ‘burjuva karısı’ olmasından korktuğu, Lenin gelir gelmez de kendisinin geldiğini söyler. Nastya’nın söylediklerini duyan işçiler, iktidarlarının böyle çocuklar yetiştirmesinden, çocukların sosyalizmin soylu erdemlerini anlatan doğru sözcükleri kullanmasından memnuniyet duyar. Sınıf çatışmalarının ortasında açılan bu koca çukur, anne özlemiyle yataklara düşen ve sonunda hayatını kaybeden Nastya’nın mezarı olur.

Metis Yayınlarının bu baskısı Platonov’un değişik bir final metnini ve bizzat daktilo ile yazdığı ama kitaba almadığı parçalara da yer veriyor. Absürt diyalogları, varoluşsal sorgulamaları, psikolojik çözümlemeleri ile Platonov’un tuhaf ve özgün üslubu şaşırtıcı derecede iyi. Karakterlerinin sürekli propagandası yapılan ideolojiyi komik bir şekilde yanlış anlaması ve sosyalizmin soyut idealleriyle, somut uygulamalar arasındaki uçurumun gözler önüne serilmesi nedeniyle de Çukur yazılmış olduğu çağın ötesine, çok çok ötesine geçmiş.

Şenay Aydemir, “Kazdıkça ortaya çıkan hazine”, Posta gazetesi, 14 Ekim 2017

“Yazı yaz denize at” demiş eskiler. Bu söz söylenen her sözü, kağıda aktarılan her kelimeyi kapsamıyordur kuşkusuz ama iyi olanların da baki kalacağını anlatıyor bizlere. İlk eserleri büyük yazar Maksim Gorki’nin dikkatini çektikten sonra adı duyulmaya başlayan, yazıları yayınlanmaya başladıkça ünü artan Andrey Platonov’un Çukur isimli romanı bu sözü doğrularcasına karşımızda duruyor.

1930 yılında yazılmasına rağmen yayımlanamayan, ancak 1980’li yıllarda okurla buluşan bu roman hem Sovyet edebiyatının gizli kalmış cevherleri hakkında fikir sahibi olmamızı hem de anlattığı dönemin ruhunu anlamamızı sağlıyor. Komünist olmasına rağmen yazılarında ve romanlarında Sovyetler Birliği’nde ters giden şeyleri eleştirmekten çekinmeyen Andrey Platonov, bunun sonuçları olacağını biliyordu hiç kuşku yok ki. Bir süre gözden düşmesine rağmen İkinci Dünya Savaşı’nda savaş muhabiri olarak görev yaptı ama basılamayan kitapları öylece kalmaya devam etti.

Sovyet tarihine bir de böyle bakalım

Sovyetler Birliği tarihi, özellikle de Stalin dönemi, gerçekle ile kurmacanın birbirine geçtiği, neyin doğru neyin yanlış olduğunun belirsizleştiği bir dönem olarak da tarihteki yerini almış durumda. Stalin dönemi uygulamaları ve sonuçlarına dair soğuk savaş argümanları ve bu argümanların Batı’da kabul görme biçimiyle, kimi Rus kaynakların ve tabii ki dünyadaki sosyalistlerin bakışları arasında ciddi bir uçurum söz konusu. Muhtemelen ikisinde de sıkıntı var.

Soğuk Savaş argümanlarının gereğinden fazla abartılı, manipüle edici olduğunu söylersek haksızlık etmiş olmayız. Çünkü Soğuk Savaş’ın ardından ortaya çıkan birçok belge bunu kanıtlıyor. Ancak, Stalin Rusya’sının kimi sosyalist tarihçiler ve hareketlerin belirttiği gibi tamamen masum olduğu söylemek de yanlış olacaktır. İşte Andrey Platonov’un Metis Yayınları’ndan çıkan, Günay Çetao Kızılırmak’ın tertemiz çevirisiyle bizlere ulaşan kitabı Çukur, bu dönemi anlamak için bize gerçek zamanlı ve iyi bir komünist tarafından yazılmış önemli veriler sunuyor. Tıpkı aynı dönemde rejimli sıkıntılar yaşamış bir başka yazar Mihail Bulgakov’un kitaplarında olduğu gibi.

Araf’ta kalmış bir ülkeden manzaralar

Çukur, dünyanın ilk sosyalist devrimini gerçekleştirmiş, ardından uzun bir iç savaşı yaşamış, devrimin liderini kaybettikten sonra iktidar çekişmelerine sahne olmuş ve nihayetinde durgunlaşmış Rusya’nın 20’li yıllarının sonuna götürüyor okuru. Devrimden sonra uygulanan ‘Yeni Ekonomik Politika’ya son verilmiş ve mülkiyetin toplumsallaşması adımları atılmaya başlamıştır. Roman, küçük bir makine fabrikasında çalışan Voşov’un “dirençsizliğindeki artış ve genel iş temposu ortasında düşüncelere dalması sebebiyle” üretimden alındığı bilgisiyle açılıyor. Üretimin dışına düşen Voşov, bir süre ortalıkta dolaştıktan sonra yeni kurulan bir kolhozda buluyor kendisini. Toprak mülkiyetinin kurulması sırasında oluşturulan ortak çiftliklere verilen ad Kolhoz. Kolhoz’da bir araya gelen insanlar yeni bir hayat yaratmak için çabalarken, bir yandan da topraklarından vazgeçmeyen küçük mülk sahipleri olan Kulaklarla mücadele halindedir. Kolhoz sakinleri geleceklerini kurmak ve birlikte yaşamak için bir bina inşa etmeye karar veriyor ve büyük bir çukur kazısına başlıyorlar. Bu kazı ilerledikçe biz de kahramanlarımızın yaptıkları işi, içinde bulundukları devrimi anlama konusundaki Araf’ta kalmış hallerine tanıklık ediyoruz.

Hınzır bir dil, zekice eleştiriler

Andrey Platonov, bir yandan Kolhoz sakinlerinin yeni hayata olan inançlarını, komünizme bağlılıklarını aktarırken okura, diğer yandan da yeni ülkeyi ve yeni düzeni kavramadaki sıkıntılarını eğlenceli bir üslupla anlatıyor. Eskinin tamamen ortadan kalkmadığı, yeni olana dair hayalin ise gerçekleşmediği bu Araf halinde insanların içine düştükleri duruma naif ama ‘tuhaf’ karakterler eşliğinde tanıklık ediyoruz. Yeni bir dünya fikrinin kaba kavrayışlarından, düşman bir sınıf olarak Kulakların algılanışına kadar esprili, göndermeleri yerinde bir metin bu. Hatta rahatlıkla söyleyebiliriz ki Çukur, rejimin bazı uygulamalarına karşı eleştirilerini açık bir dille, hiç dolambaçlara başvurmadan söyleyen bir roman. Soyutlamalara, göndermelere ihtiyaç duymadan söylüyor sözünü. Ancak sözünü söyler, eleştirilerini dile getirirken devrim rüyasının eksiklerini, kat etmesi gereken mesafeyi anlatmaya çalışıyor daha çok. Kaba kavrayışların, duygudan yoksun algıların en çok da adına yapıldığı söylenen devrime zarar vereceğini fısıldıyor usulca.

Şeyhmus Diken, “Çukur’a Düşmek ya da Çukur’dan Kurtulmak!” Bianet, 14 Ekim 2017

Yakın günlerde şimdiye kadar hiçbir kitabını okumadığım, hatta daha da ötesi kendisinden haberdar olmadığım Andrey Platonov’un Türkçede yayınlanan son kitabı Çukur’u okudum.

Malum! Haylidir sevinçli anlarımızın nadiren payımıza düştüğü zor zamanları yaşıyoruz. İşin tuhaf tarafı “zor zamanların” nerdeyse hiç farkında olmayan adeta kaderine rıza gösteren ve ne acı ki; “sırf doğduğu için yaşayan” o kadar çok insan var ki, yanımızda yöremizde…

Platonov’un Çukur’u doksan yıl önce Stalin SSCB’sinde proleterlerin önlerindeki “güzel günlerinin” planlanması için tasarlanan koca bir yapının temellerinin kazılma sürecini anlatıyor. Leninist sovyetik iktidarın Stalinist pratiğinin sosyalizmin hep gelecekteki soyut ideallerinin yaşanan reel gerçeklikteki somut hallerinin devasa çelişkisini ince bir mizahi anlayış ve muhteşem bir anlatı ile dile getirtiyor Çukur…

Andrey Platonov Çukur* romanını 1930 yılında tamamlar. Ama o yıllar sahiden koca bir imparatorluk yıkıntısı üzerine bina edilmeye çalışılan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği için “zor yıllar”dır…

Adına “reel sosyalizm” denen yapının sürekli “dış düşmanlar” tarafından alaşağı edilmesi tehdidi üzerinden sosyalizmin “eldeki kazanımları”nın korunması çabasının sürekli propagandasının yapılmasının politikasıdır hayatlara sadece yön vermekle kalmayıp, sürgün eden ve son veren…

İşte tam da bu sebeple “dış düşmanlar”ın yaratılmış tehdit algısı üzerinden bir “iç düşman” korkusu ve kurgusunun bir anlamda edebiyata yansıması olarak karşımıza çıkıyor Çukur. Tümüyle bu nedenle 1929-30 yıllarında yazılıp tamamlanan Çukur ancak 1987 yılında eski arşivlerin serbest bırakılması ile gün yüzüne çıkabiliyor ve okuruyla buluşuyor.

Öylesine bir yaratılmış hatta dayatılmış algı ki; emperyalizm çağındaki dünyanın kapitalizm tehdidi ile karşı karşıya kalan ve henüz “devrimini gerçekleştirmiş” bir halkın, tek kurtuluşlunun işçi / emekçi sınıfının iktidarının pekişmesi ekseninde bir mümkünata karşılık Platonov’un eleştirel ve dahi yer yer absürd dili üzerinden edebiyatı…

Çukur’u okurken bilinçaltım beni anında George Orwell’in 1984’üne götürdü. Paltonov’dan yaklaşık 20 yıl sonra 1948-49’larda kaleme aldığı 1984 romanında Orwel’de üç aşağı beş yukarı benzer durumlardan söz etmiyor muydu?

Düşünce Polisi, Düşünce Suçu, her yerde varlık gösteren Tele Ekran ve ez cümle “Büyük Birader”… Totaliter ve baskıcı bir aygıtın denetiminde olan adına “Okyanusya” denilen bir toplumun edebi hikâyesi… Adına “Doğruluk Bakanlığı” denilen bir kurumda çalışan ortalama bir memur- Dış Parti üyesi Winston Smith karakteri- üzerinden korkunç bir baskı altında yaşayan / yaşatılan Okyanusya toplumu. Gerçekle, alaşağı edilip yalanın gerçekliği üzerine kurgulanmış adeta geleceksiz bir toplum tasarımı üzerinden bir dünya…

Geçmiş ve gelecek üzerinden bir kontrol mekanizması tasarlayıp an’ın kontrolünü baskıcı bir muktedir kimlikle hayata geçirerek insanı insan olmaktan soyutlamanın adını koyuyordu bir anlamda Orwell! Üstelik sadece 1984 kurgusunda değil yine bir başka kurgu roman olan Hayvanlar Çiftliği’nde de…

Doğrusu, Çukur’u okuduktan ve Andrey Platonov’un yaşam ve yazın serüvenine tanık olduktan sonra düşünedurdum. Acaba Orwell, Platonov’un Çukur’undan haberdar mıydı? Değildi tabii ki! Çünkü elli küsur sene boyunca Rus Gizli Polis teşkilatının tozlu rafları arasında unutturulmaya terk edilmişti Platonov’un yazdıkları.

Ama kaderin tuhaf tecellisi birbirinden uzak diyarlarda yaşayan ve belki de birbirinden habersiz iki yazar; tartışması, izleri 21. Yüzyıla kadar taşınacak bir trajediye edebiyatlarıyla parmak basıyorlardı.

Platonov insan tekine soylu “sınıfsal” idealler uğruna sunulan soyut gelecek tahayyülüne karşı sıradan bir soru soruyor: “Gaddarca yaşayan, vicdanla ölebilir mi?” Tabii ki hayır. Hiçbir gaddarlık örneğinin vicdana tekabül eden hâline dünya henüz tanık olmadı.

Şimdi benim açımdan yeni tanıştığım böylesine önemli bir dil ustasının diğer kitapları; Dönüş, Can ve Çevengur’u okumak…

Zamanıdır Andrey Platonov’u Metis kitaplarından okumanın…

Ceylin Aksel, “Güzel Günler İçin Açılmış Devasa Bir ‘Çukur'”, Artful Living, 20 Ekim 2017

Maksim Gorki tarafından keşfedilen ve 20. yüzyıl Rus edebiyatının en iyi yazarlarından kabul edilen Platonov, Sovyet döneminin proleter kökenli yazarlarından biri. Yaşadığı dönemde Çarlık rejimin yıkılması için savaşmış, ülkenin gelişim gösterebilmesi için mühendis olarak projeler geliştirmiş. Platonov aynı zamanda Sovyetler Birliği’nin Ekim Devrimi ardından 1928-1932 dönemi için hazırladığı ilk beş yıllık kalkınma planının sonrasında gerçekleşen kıtlık zamanlarında mühendisliği bırakıp toprağı yeniden canlı tutmak için ekip, iyileştirmiştir de.

Platonov, 1930’da kaleme aldığı Çukur’da Sovyetler’in Ekim Devrimi sonrasında yaratmaya çalıştığı yeni toplumsal hayat ve yeni insanın psikolojisini karakterler üzerinden anlatır. Roman, Voşov’un özel yaşamının otuzuncu yıldönümünde çalıştığı küçük makine fabrikasından ihraç edilmesiyle başlar. Sebebi ihraç belgesine şöyle yazılmıştır: Dirençsizliğindeki artış ve genel iş temposu ortasında düşüncelere dalması. Yazar, kitap boyunca düşünceler ve baskının algılanışını okuyucusuna diyaloglarla verir.

Geceyi geçirmek için merkezden uzaklaşan Voşov, bir çukur bulur. Ancak biçici onu fark eder ve orada uyumasına izin vermez. İşçilerin kaldığı barakayı gösterip orada yatmasını ister. Voşov, barakadaki işçileri şu sözlerle anlatır: On yedi ya da yirmi işçi sırtüstü yatmış uyuyor, kısık lamba şuursuz insan yüzlerini aydınlatıyordu. Uyuyanların tümü ölüler gibi zayıftı; her birinin deri ve kemikleri arasındaki dar yeri damarlar işgal etmişti. Sabah olduğundaysa “Ahşap duvardaki köy saati ölü yükün yerçekimi sayesinde sabırla dönüyordu. Ustalar masa boyunca sıralandılar. Ciddiyetle yemeye koyuldular, doğal bir şey yapar gibi ama tadını çıkarmadan yiyorlardı yemeği,” diyerek devam eder.

İşçilerin bu betimlenişi ile idealize edilmemiş, nefes alan karakterlerle karşılaşır okur. Fiili olarak bölümlere ayrılmamış olan metin kurgusal olarak iki bölüme ayrılır. Her iki bölümde de işlenen, yaratılmaya çalışılan aslında “yeni insan”dır. İlk bölüm tüm yerel proletaryanın yerleşeceği ve mutlu yaşayacağı o tek binanın inşası için kazılan çukur çevresinde gelişirken, ikinci bölümde ele alınan kolektifleşme sürecindeki insandır.

Voşov, yaşam planı arayışını diğer işçilerle birlikte çukuru kazarken aramaya devam eder. Toprak, kazıcıların kurtuluş hayaliyle canla başla kazılırken, radyodan Kültür Devrimi ve her tür müzik yayınlanır.

Tarafsız bir anlatım sunmaya çalışan yazar, sorgulayan bir karakter olan Voşov’un yanına en aktif yoldaş olarak Safranov’u koyar. Umudunu kaybetmiş bir engelli olan Jaçov ve kazıcı başı olan dur durak bilmeden çalışan Çiklin karakterlerinin yanına geleceğin o mutlu, umutlu ülkesini temsilen bir kız çocuğu olan Nastya’yı ekler.

Mekânın çukurdan uzaklaşıp köye kaymasıyla romanın ikinci bölümü başlar. Ölüm ve kıtlıkla çevrelenmiş bu bölüm köylülerin en kutsalı haline getirdikleri kendi elleriyle yaptıkları tabutlarla betimlenir. Öyle ki köylüler diri diri tabutlara yatmış ölümü beklerler. Yazar karamsar bir çerçeve çizmeye çalışsa bile bunu retorikteki asıllık, mizah, ironi ve tuhaflıkla metne iyi bir biçimde yerleştirebilmiş. İşkolik bir ayı, tilki saçlı bir papaz ve en sevdikleri eşyaları tabutları olan köylüler. Bütün anlatım, Platonov’un özgün dilinin Sovyet jargonuyla birleşmesidir. Sovyet hükümetinin resmi dilinin de kullanıldığı eserde kulak, kolhoz, artel, pionerler gibi toplumsal kelimelere yer verilir.

Kolektifleştirilme sürecindeki toplumun, yeni insan psikolojisinin yalın ve gerçekçi diyaloglarla anlatıldığı roman, Jaçov’un şu sözüyle biter, “Ben artık hiçbir şeye inanmıyorum.”

Erdem Şimşek, “Platonov: Her şeyin yarasını gören yazar”, kahveliokur.com, 26 Ekim 2017

Andrey Platonov’u Platonov yapan öğeler neler? Nedir bu üzerimizde yarattığı tuhaf etkinin sebebi?

Kuşkusuz Rus Edebiyatı onlarca büyük isimle dolu ve herbirinin yeri de hakedilmiş yerler. Andrey Platonov da bu isimlerin yanına biraz geç katılan bir isim. Rus Edebiyatı denince birçoğunun aklına ilk gelen isimlerden birisinin olmamasının ana sebebi kitaplarının eksiksiz ve sansürsüz basımlarının ancak 90’lı yıllarda gerçekleştirilmesi. Türkçe’ye ilk olarak Sel Yayıncılık tarafından yayınlanan Can romanı ile giren Platonov’un Çukur, Çevengur, Dönüş, Muhteşem Vahşi Dünya ve Mutlu Moskova isimli kitapları da dilimize kazandırılmış durumda. Peki nedir Platonov’u Platonov yapan öğeler? Üzerimizde yarattığı bu tuhaf etkinin sebepleri nelerdir? Birlikte bakalım.

Her şeyin yarasını görmek

Muhteşem Vahşi Dünya’yı okurken Platonov hakkında ilk kez net bir kanıya sahip olduğumu düşündüm ve dedim ki: Bu adam her şeyin yarasını görüyor! İnsanın, hayvanın, ağacın, dağın, taşın ve hatta makinenin! Çevengur’da geçen bir bölümde (Sayfa 56, Metis) trenleri seven ve bir garda iş bulan Zahar Pavloviç, ağrıları, sızıları olan bir lokomotifin şikayetlerini dinler. Aralarında düşsel düzeyde bir söyleşi gerçekleşir ve Zahar Pavloviç, ağrının kaynağı olan civataları gevşeterek lokomotife yardım eder. Ancak bu onun üstüne vazife olmayan bir iştir. Lokomotif de mektupları, yakınlarını bekleyen insanlar gördüğünden bahseder. Bu karşılıklı diyalog, bana Platonov edebiyatının billurlaşmış hali gibi gelir. Şefkat, anlayış, yoldaşlık ve her şeyin yarasını görme, o yaraları usulca okşama… Muhteşem Vahşi Dünya’yı değerlendirdiğim bir yazıda şunu yazmıştım: “Platonov’un evreni onun dünyayı tanımladığı gibidir: Bir bakışta her köşesini görmenin mümkün olmadığı gizemli, uzak bir alacakaranlıkta, insana, insanın yaralarını gösterir.” Bugün bu söze ekleyeceğim, yalnızca insanın yarasını görmediği, her türlü mahlukatın yarasını gören ulvi bir bakışa sahip olduğudur. Kalemine rengini de bu bakışın verdiğini düşünüyorum.

Ölüm, yaşam, reenkarnasyon

Başlıkta reenkarnasyonu görenler şaşırabilir. Yer yer kahramanlarına reenkarnasyona inanan cümleler kurdursa da Platonov’un reenkarnasyona inandığına dair hiçbir verimiz yok. Ancak reenkarnasyonu bir metafor olarak kullandığını söyleyebiliriz. Platonov’un eserlerinde ölüm her zaman ortalıkta gezinir. Akşam bütün o olağan haliyle çöktüğünde aslında sayfalar ilerledikçe akşamı getiren rüzgarı hissettiğinizi fark edersiniz. Ama ölüm, çoğunlukla bir simgedir. Hemen sonrasında yoldaşlığa, dostluğa vurgu gelir. Ortadaki yokluğa birikte gözyaşı döken insanlar görürüz. Ya da Çöp Rüzgarı isimli öyküsünde olduğu gibi en derin yaraları gösteren soğuk, kesici bir rüzgara dönüşür her şey. Kitapların sonlarını anlatmamak adına çok ayrıntıya girmiyorum ama reenkarnasyon ifadesini kulağınıza küpe ederek okuyun Platonov’u. Bir yerde “Son olmayan bir son, yiten ama yeniden doğabilecek bir son” karşınıza çıkabilir.

Platonov’un kalbi: Çukur ve Çevengur

Platonov’un iki eseri Çukur ve Çevengur birbirlerinin kardeşleri gibidir. Hem Çukur’da hem de Çevengur’da sosyalizm ideali uğruna çaba sarf eden işçilerin hikayelerini okuruz. Platonov’un sansürlenmesinin ana izlerini de bu eserlerde görürüz. Platonov, doğaya ve topluma çizim kalemiyle idealler çizmenin sonuçlarını gösterir gibidir. İşçiler, çok inandıkları, iyiliği, doğruluğu getirecek düzen için sembolik yapılar inşa ederler. Çukur’da bu, büyük bir yapıdır ve kitap o yapının inşaat çukurundan alır adını. Çevengur’da ise bozkırın ortasında kimsenin uğramadığı, devrimden gelen hararetle kendi kendilerine sosyalizmi ilan etmiş Çevengur isimli bir kasaba. Her iki eserde de burjuva sınıfının tavsiyesi (yani öldürülmeleri, uzaklaştırılmaları) olanca yalınlığıyla aktarılır. Hem Çukur’da hem Çevengur’da onca inanca, ideale rağmen varılan yer arzulanan yer olmaz. Platonov ısrarla yoldaşlığa, dayanışmaya vurgu yapar ama anlatıları totaliter yapılara, tepeden inmeciliğe net birer itirazdır.

Platonov’un gözleri, gördükleri: Öyküler

Dönüş ve Muhteşem Vahşi Dünya Platonov’un Türkçede yer alan iki öykü kitabı. Dönüş, yukarıda bahsettiğimiz gibi daha çok savaşa giden, dönen askerleri merkeze alan bir öykü kitabı. Savaşın yarattığı kesintileri, tahribatları gözler önüne seren hüzünlü bir kitap. Muhteşem Vahşi Dünya ise esasen mühendis olan Platonov’un yol hatıraları gibi. Rusya’nın sert doğası ile insanın ve toplumun uyum çabaları ön planda. Her iki öykü kitabı da Platonov’un o her yarayı gören gözlerini çok farklı pencerelerle sunuyor. Platonov’la tanışmak için öykü kitaplarından başlamanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Yazarları yalnızca büyük romanlarıyla değerlendirmek, çok genel bir yanlışlık. Platonov’un her iki öykü kitabı da en az romanları kadar değerli. Es geçmeyin.

Farklı bir köşede: Mutlu Moskova

Mutlu Moskova’nın açılışı, bir film sahnesi gibidir. Hiçbir eserinde yapmadığı kadar vurucu bir noktadan girer. Romanın kahramanı ismi Moskova olan bir kadındır. İsmiyle paralel bir şekilde Mutlu Moskova, diğer kitaplarına göre daha sembolik bir dil içerir. Sanki biraz Zamyatin havası (kısa öykülerindeki) vardır. Bu yüzden Mutlu Moskova’yı ilk kez Platonov okuyacak kişiler tavsiye etmiyorum. Mutlu Moskova, kaharamanlarındaki, hamurundaki farklılıkla, yine ince bir ışık taşıyan ama okuru da kahramanları kadar meçhulde tutan bir roman. Az odunla yanan bir ateşin yanında gibiyiz, yine de o ateşle ısınıyoruz. Belki hikayeye vurulmuyoruz ama anlatanın sesini seviyoruz.

Varlıkların dili

Andrey Platonov’un Rus ve dünya edebiyatının başına gelen en güzel şeylerden birisi olduğunu çekinmeden söyleyebilirim. Eleştrdiği şeylere karşı kendisini konumlandırdığı yer, aklımızla, düşünerek değil, hislerimizle bulabileceğimiz bir yer. Platonov, durduğu noktada tüm olağanlığıyla dururken, bize de görkemin, yüceliğin peşinde koşmadan önce her türlü varlığa dokunmamız ve onları dinlememiz gerektiğini hatırlatıyor. Çünkü her şey, yarasının dilinden konuşur.

Yaklaşan İstanbul Kitap Fuarı, Platonov ile tanışmak için güzel bir fırsat olabilir. Uzun bir süredir baskısı olmayan Çukur’un geçtiğimiz günlerde Metis Yayıncılık tarafından yeniden basıldığını da ekleyelim.

Aynur Kulak, “Andrey Platonov’dan özgün, “tuhaf”, emsalsiz bir dil”, kitapeki.com, 25 Kasım 2017

Andrey Platonov ile yeni tanıştım ve onunla tanışıyor olmaktan mutluluk duyuyorum. Beni Rus edebiyatının sosyalizm günlerine götürdüğü ya da Dostoyevski, Tolstoy, Çehov ve Gorki’yi hatırlattığı için değil; salt Platonov gibi bir yazarın Çukur kitabını okumuş olmaktan dolayı mutluyum.

Ne umuyordum ki bu kitabı elime aldığımda? Ne yazıyor olabilirdi içinde? Hikaye nasıl başlıyor? Nasıl gelişiyor? Nasıl bitiyordu? Hikaye neyi anlatıyordu? Metis Yayınları tarafından yayımlanan Andrey Platonov romanı Çukur’u okumaya başlamıştım.

Devasa boyutlarda yapılacak olan bir binanın çukuru kazılıyordu komünizmin doğduğu topraklarda. Bir nevi gelecek tasarlanıyordu kazılan çukurda. Komünizmin tam zıttı bir değişim söz konusuydu çünkü. Kapitalizm adı verilen bu değişimin insanlar üzerindeki etkisi, yaşanan olaylara ve beklentilere göre değişiyordu elbet. Fakat Çukur’un karakterlerine baktığımızda tam da arayış içinde olan bir toplumun kapitalizmle olan sınavının çok sancılı olduğunu okuyoruz. Platonov yine de işçi olmanın, gerçekten çalışarak kazanmanın zorluğuyla cebelleşen insanların var olabilme savaşını kapitalizme rağmen anlatmak istiyor. Anlatabilmek adına da bireylerden yola çıkıyor tabii ki. Voşov ile tanışıyoruz… Kendi varlığının, kendini bulma sürecinin peşine düşen Voşov ile…

“Voşov dairesindeki eşyaları bir çuvala doldurdu, geleceğini açık havada daha iyi kavrayabilmek için dışarı çıktı. Ne var ki hava boştu, kıpırtısız ağaçlar sıcağı yapraklarında titizlikle koruyor toz ıssız yolu keyifsizce örtüyordu – tabiatta durum buydu. Voşov nereye sürüklendiğini bilmiyordu ve şehrin kıyısında yuvasız çocukların emek ve faydaya alıştırıldığı çiftliğin alçak çitine dirseğini dayadı.”

Çiklin var. Çiklin sosyal sınıfı her şeyin üstünde gören (devletin, bürokrasinin) bir karakter. Natsya ise en iyimser kişi. Güzel günlerin bir gün geleceğine mutlaka inanan Natsya romanın en iyimseri. Platanov dönüşen toplumda arayış içinde olan insanları ana başlıklar etrafında toplayıp (çukurun etrafında da diyebiliriz) aktarmak istediği fikirlerin etrafında hikaye örgüsünü tamamlamış.

Varlığını bulmaya çalışan ve bunun için mücadele eden insanları Voşov karakteriyle; sosyal sınıfa olan inancı ve o sınıfın gücünü Çiklin ile, ne yaşanılırsa yaşanılsın toplumun bozulmaması gerektiğine inanan iyiden ve iyimserlikten yana olan Natsya ile bir toplumun ana hatlarından, kılcal damarlarına tüm ayrıntılarını gördüğümüz Çukur dönemin Rusya’sını gösteren bir ayna niteliğinde.

“Bir tek Voşov mekanik olarak uzaklara bakarken güçsüz ve neşesiz duruyordu; ortak varoluşta bir şey var mı yok mu bilmiyordu hala; kimse ona evrensel tüzüğü ezbere okuyamazdı, yerin yüzeyinde olup bitenler ise onu cezbetmiyordu. Biraz uzaklaşan Voşov ağır adımlarla kırda kayboldu ve kimselere görünmeden, artık çılgın koşulların bir parçası olmadığı için memnun, uzandı.”

Birey, toplum ve devlet. Aslına bakarsanız Rus edebiyatını tanımlamak adına genel olarak söylenebilecek olan bu üç kelime Platonov romanı Çukur için de söylenebilir. Çukur’da absürt diyaloglar ve karakterlerin kendilerini bulma süreçlerinde yaptıkları absürt hareketler tuhaf bir dili ve anlatım tarzını da beraberinde getirmiş. Fakat varoluşsal sorgulamayla beraber sosyalizmin idealleri söz konusu olunca bu absürtlük hiç de göze batan bir unsur değil. Hatta Çukur’u dil ve anlatım düzeyinde etkili kılan yegane etken.

Platonov’un 1930 yılında tamamlamış olmasına rağmen 1987 yılında yayımlanabilen Çukur yakın dönem Rus edebiyatının başı çeken kitaplarından diyebiliriz. Günay Çetao Kızılırmak çevirisiyle yayımlanan Çukur’un kapak tasarımı da romanın çok güzel bir özeti gibi. Kendini arama sürecindeki bireyin büyüdüğünde neye benzeyeceğinin ta kendisi. Çukur büyüdükçe oluşan kendimiz miyiz acaba?

Gelecek, dayanışmanın gücü, ‘Çukur’ ve Platonov – Esra Yalazan – Nis 18 2020, Ahval

Bugünlerde en sık işittiğim soru şu; “Normal hayata ne zaman dönülecek”. Oysa bildiğimiz o “normal” hayat, geleceği belirsiz bir yaşama tasavvuruyla şekilleniyor çoktandır. Bazıları o müphem dünyanın sırrını çözmüş gibi salgın felaketinden sonrası için işe yarayacağını düşündükleri formüller öneriyor. Bazıları iri siyasi, felsefi kavramlarla hayali “sistemler” inşa ediyor ya da mutlak bir karamsarlığın gölgesinde sınırın ötesini göremiyorlar.

Her defasında kendilerinden önceki kuşakların hatalarını görerek yanılanlar bile saplantılı “gelecek” algılarıyla boğuşmaktan vazgeçmiyor. Bunların hepsi anlaşılır. Yeterince anlaşılmayan, insanın bir varlık olarak tabiatın önemli bir parçası olduğu gerçeği ve buna rağmen ona hükmetme tutkusundan vazgeçmeme ısrarı sanırım.

Kaotik bir düzen içinde düşünürlerin, felsefecilerin, yazarların, bilim insanlarının geleceğe dair tahminleri üzerinden pek çok insan mevcut sistemin değişmesi gerektiği inancıyla yaşıyor. Adaletsizlik, vahşi kapitalizmin sonuçları, iklim felaketi, teknolojik gelişmelerle yakın bir gelecekte işçilere ihtiyaç duyulmayacağı düşüncesi, değişimin kaçınılmazlığı gibi meseleler etrafında bugün en çok tartışılan konulardan birisi yeni “küresel düzende” sosyalizm kökenli bir sisteme dönmenin mümkün olup olmayacağı.

Geçenlerde Ümit Kıvanç’ın P24 İçin yazdığı şahane yazı, (Topluca köklü değişim mecburiyeti) bunu da sorguluyordu. İlgililerine tavsiye ederim. Bir fikir vermesi açısından sonundan bir kısmını aktarayım;

“Dünyaya tam da vaktiyle Marksizmin yapabildiği gibi, bir kökten, toplu çözüm önerisi gerekiyor. İşte belki sosyalizm değil ‘sosyalistçe’den başlamalı… Bugünler insanlığın belkide yeni bir hayat tarzına doğru ilerlediği günler. Henüz azıcık da utangaç şekilde ‘toplumsal dayanışma’ kavramıyla ifade edilen şey, yalnız daha güzel ve güvenli hayat değil, belki de yedi buçuk milyarın üçünü dördünü – bugün bazı ufak başlangıç girişimlerini gördüğümüz şekilde – hunharca gözden çıkarmadan insanlığın yaşamasını sürüdürebilmesinin tek koşulu. Bunun ucundan kıyısından sezilmeye başlandığı günlerdeyiz. Hakikat anlatıcılığına soyunmanın tam zamanı. Hakikat diye içinde yaşatıldığımız şeyin tek seçenek olmadığını, pekala değişebileceğini anlatmanın”.

Sistemlerin dışlayıp parçaladığı bireyi, değişim dönemlerindeki insani kırılmaları, toplumların “kitlesel” zaaflarını, tabiattaki varlıklarla bir bütün gibi hissedememenin korkunç sonuçlarını en iyi anlatan yazarlardan bir hatta belki de en iyisi Andrey Platonov’dur bana göre.

Edebiyat bilgi vermez, eğitmez, öğretmeyi amaçlamaz ama farklı görüşleri derinlikli bir sezgiyle kendi diline tercüme ederek duyguları bütünlüklü kılabilir. Hikaye anlatıcıları, manayı kelimelerden süzerek aktarırken, okur o anlatılarda kendi kayıp, eksik tecrübeleriyle, hayalleriyle karşılaşır. Bazen yazarla birlikte evrensel bir hakikat arayışının, cevaplarını bilemeyecekleri soruların peşinden sürüklenirler.

Platonov

Eserleri hakkında bir kaç kez yazdığım Platonov’un en çarpıcı romanlarından biri olan Çukur, Stalin Rusyası’nda, emekçilerin gelecekteki güzel günlerde bir arada yaşaması için yapılması planlanan devasa bir binanın temel çukurunun kazılma sürecinde yaşananları anlatır. Sosyalizmin soyut idealleriyle uygulamaları arasındaki derin uçurumu, mütemadiyen propogandası yapılan ideolojiyi yanlış anlayan, kederli, idealist, nihilist, karamsar, yaralı ve her şeye rağmen umutlu, varoluşu sorgulayan karakterleriyle okura geleceği düşlemenin farklı biçimlerini de gösterir.

Henüz yazarla tanışmamış okura anlatımının benzersizliğini, acı ironisini tarif edebilmek pek kolay değil. Onun insanın özündeki çekirdeğin içini görebilen berrak bakışını, kelimenin sihriyle sağaltma potansiyelini, kendini tabiatın bütün varlıklarının yerine koyabilme esnekliğini hatırlatan sesini ancak kitaplarını yaşayarak hissedebilmekle mümkün.

“Yaşamak” sözcüğünü öylesine kullanmadım. Onun yazdığı herhangi bir öyküde, tabiat aleminde, kısacık bir anında bulunan okur etkisinden kolayca kurtulamaz. Onun edebi dünyasıyla tanıştığım için edebiyat tanrılarına minnettar olduğumu söylemiştim;

Çalışma kamplarından dönen oğlundan kaptığı tüberküloz nedeniyle boğulur gibi sürekli öksürdüğünü duyuyorum sanki. Stalin’in baskısı yüzünden elli yıl sonra keşfedilmiş olması canımı acıtıyor biraz. Ama sonra lokomotifleri, trenleri, makineleri çocukları gibi seven meraklı yüzünü görüyorum. Gülümsüyorum ona. Yabani otlarla dilenciler, tarlalarda şarkı söyleyenlerle depremler arasında bir ilişki olduğunu gösteren muhteşem bir yazarla tanıştığım için şanslı olduğumu hissediyorum. Onu keşfederek dünyaya hediye eden Maksim Gorki’ye şükrediyorum. KGB’nin edebiyat arşivinde tozlu raflarda kalmış olma ihtimalini düşünmek bile istemiyorum.

Platonov, 1926 yılında kısa hikayeleriyle tanınmaya başlamış. İkinci Dünya Savaşı’nda, muhabir olarak çalışmış. Stalin tarafından eleştirilince 1990’lı yılların başına kadar yasaklı kaldı. Daha sonra KGB’nin edebiyat arşivinin halka açılmasıyla bitmemiş bir romanı daha gün ışığına çıktı. Yazarın 1930’da tamamladığı ancak Rusya’da 1987 yılında yayımlanabilen bu romandan 1 yıl sonra Gorki’ye yazdığı mektupta şöyle diyor;

“Bu mektubu size şikayet bildirme amacıyla yazmıyorum, şikayet edebileceğim herhangi bir şey yok. Ben sadece size, fikirleri benim için önemli olan birine, bir yazara, ülkede edebiyatla ilgili sorunlar üzerine son sözü söyleyen kişiye bir sınıf düşmanı olmadığımı, benden bir sınıf düşmanı yaratamayacaklarını, çünkü işçi sınıfının benim vatanım olduğunu, geleceğimi de proletarya ile sıkı sıkıya bağlı gördüğümü ifade etmek isterim. Bunu kendimi savunmak için değil, kendimi maskelemek için de değil, meselenin özü böyle olduğu için söylüyorum”.

1928’de bitirdiği düşünülen en ünlü romanı Çevengur ‘dan parçalar dergilerde yayımlandığında devrimi yanlış resmettiği gerekçesiyle reddedilmiş. Yine Gorki’ye yazdığı mektupta romanın karşı devrimci olarak anlaşıldığını, oysa kendisinin amacının komünist toplumun başlangıcının dürüst bir resmini çizmek olduğunu söylüyor. O dönemde Gorki’nin tepkisi de olumlu olmamış. Hatta o dönemde bütün dergilerin sıkı bir takipçisi olan Stalin, başka bir öyküsünü okuduktan sonra derginin üzerine kırmızı kalemle, “cüruf” diye yazmış.

Dostu ve çağdışı Grossman’ın; “En karmaşık olanı – bu kesinlikle en yalın anlamına da gelmektedir – yani insan varlığının temellerini anlamaya azmetmiş bir yazar” tespiti Platonov’un edebiyat merkezli düşünce biçimini çok iyi tarif ediyor.

Yazarın romanları için “dürüst” kelimesini kullanması tesadüf değil. Onun edebi dünyasında tabiatın, yıldızların, ağaçların, nehirlerin, hayvanların, bitkilerin varlığı “insan” kadar önemli. Varoluşun özünde onlarla bütünleşme, kendini “ötekinden” ayırmama, başkasının ıstırabına, hayal kırıklığına içtenlikle yaklaşabilme cesareti ve nesnelerin ruhuyla kurduğu çok özel bir ilişki biçimi var. Kendini insanı anlamaya adamış edebiyatı, elbette “rejimin bekçileri” tarafından hoş karşılanmamış ama bu hümanist tavrı onu döneminin yazarlarından da farklı bir yerde konumlandırmış.

Çukur’un en sevdiğim kahramanı Voşov – yazara en yakın duran – düşünemeyen, bedenlerini otomatik olarak kullanan insanların özü hissedemediğine inanıyor. Ruhu hakikati bilmediğini fark edince yorgun düşüyor, güçsüzleşiyor. Hayatın anlamını sorgularken onunla var olmaya nasıl devam edebileceğini de düşünüyor.

Yazarın birbirleriyle incelikli ilişkiler kurduğu geniş dünyasını anlamak için şu resmi görmek iyi olabilir;

“Kırlangıçlar, eğilmiş toprağı kazan insanların hemen üzerinden ok gibi geçiyor yorgunluktan kanatlarının sesi kesiliyordu, tüylerinin altında yoksulluğun sesi vardı – ta şafaktan beri yavruları ve eşlerinin tokluğu için kendilerine eziyet ederek uçmaktaydılar. Bir keresinde Voşov, havada ansızın ölüp yere düşen bir kuşu kaldırmıştı: Ter içindeydi; Voşov vücudunu görmek için tüylerini yolduğunda, çalışmaktan yorulup ölmüş, kederli, sefil bir mahluk kalmıştı ellerinde. Şimdi Voşov da kaynamış sert toprağı tahrip ederken kendine acımıyordu”.

Bu alıntı Platonov’un insanın kendinden ibaret olan bir varlık olmadığı düşüncesini de gösteriyor. Ona göre insan, emeğinden, uğraşından, mesleğinden ibaret değil. Her bir insan biricik. Esas olan, sevinç, öfke, korku, acı gibi birbirlerinin içinde kaybolan değişken duygularla nasıl başa çıkıldığı. Yani o rejimin, ideolojilerin katı kurallarından ziyade insanın özüyle ilgili.

Romanda kendisi gibi mühendis olan Pruşevski bilincinin tıkanıp kaldığını, zihninin tam karşısında karanlık bir duvar varmışçasına hayatı kavrayamadığını hissediyor. O duvarın önünde debelenirken eziyet çekiyor. Duvarın arkasını sıkıcı buluyor ama yine de merak ediyor. Platonov, hayata dair sezdiğimiz halde bilmediklerimizi, o duvarın arkasında olup bitenleri toplumsal, sosyal, metafizik, bütün boyutlarıyla göstermek için yazıyor sanki. Ama merkezinde daima insan ve hakikat arayışı var.

Mülkiyet kavramı ortadan kaldırıldığında, düşünemediklerinde ne yapacaklarını bilemeyen, ruhunu yitirmişlere karşı acımasız değil yazar ama yeterince gerçekçi.

Anlatıcı işçilere hükmeden aktivist öldüğünde ruhun aydınlanma anını aktarıyor;

“Voşov, bir zamanlar tüm evrensel hakikati, yaşamın tüm anlamını kimselere yar etmeden yalnızca kendi içinde saklayacak kadar yırtıcı bir hırsla hareket eden, ona ise eziyet çeken bir akıl, yaşamın son sürat akışında şuursuzluk ve kör bir öğenin itaati dışında bir şey bırakmayan aktivistin üzerine eğildi.

Seni rezil, diye fısıldadı Voşov sesi çıkmayan gövdeye. “Demek bu yüzden anlamı bilmiyordum ben! Anlaşılan sen yanız benim değil, bütün sınıfın kanını emmişsin, kuru ruh, biz de sessiz bir sürü gibi dolaşıyoruz, bir şeyden anladığımız yok”.

Bu alıntılardan yazarın Gorki’ye de bir kaç kez yazdığı gibi “sınıf düşmanı” veya devrim muhalifi olduğu sonucu çıkmaz ama hayatın kutsallığına olan sarsılmaz inancı sıkça görünür;

“Bu susmuş çocuğun başında şaşkınlık içinde duruyordu; öncelikle bir çocuğun duygusunda ve inançlı tecrübesinde de mevcut değilse, komünizmin dünyanın neresinde bulunabileceğini bilmiyordu. Hayatın anlamını ve dünyanın oluşumuna dair hakikati ne yapacaktı, o hakikati sevinç ve eyleme dönüştürecek küçük güvenilir insan yoksa?”.

Platonov’un eserlerinde geleceğe dair iyimser inancı korumak, insanın hayata, tabiata, dostluğa, dayanışmaya verdiği değerle mümkün olabilirmiş gibi görünüyor. Onun sözcükleriyle kendi kendine sohbet eden okur Çevengur’da tarif ettiği durumu anlayabildiğinde bugünlerde hissedilen ıssızlığı daha iyi kavrayabilir belki.

“Mevcut duyguyu ancak sözcükler duyguya dönüştürüyor, bu nedenle sohbet ediyordu düşünen insan. İnsanın kendi kendiyle sohbeti sanat, başkalarıyla sohbeti ise eğlenceydi. O yüzden insan kalabalığa, eğlenceye gidiyor. Suyun yokuştan aşağıya akması gibi”.

Acaba söylediği gibi manayı zihinden akıp giden düşüncelerle tahlil etmek mümkün mü? Dünyaya fazlaca ilişmeden, öylece kıyısında durup seyrederek. Ölünce eksik kalacağından şüphe edilmeyen hayallere tutunarak. Doğuştan hediye edilen mizacının esaretinde, yıldızlara batmış karanlık, uçsuz bucaksız gecelere sığınarak, böyle kendi kendine sayıklayarak hayatını sürdürebilir mi insan?

Bir müstahdem olarak hayatını tamamlayan Platonov’la konuşmak ‘her şeye rağmen’ fırıl fırıl dönen bu dünyada beni sağlam tutuyor, demiştim yıllar evvel. Bugünün tekinsiz, yorgun, belirsiz dünyasından yazdıklarına, kişisel tarihime bakınca, sistemlerden önce insanlığa, direnme gücüne olan inancı yine aynı şekilde umut veriyor bana.

Gerçekleşmeyecek idealleri uğruna durmadan çalışan yorgun işçileri, bir geleceği olmadığını bildiği halde zamanın nöbetini tutanları, dünyanın büyük boşluğunda yaşamanın anlamını arayanları, aklını, ruhunu unutmak isteyenleri, bazı acıların uzun bir unutkanlıkla avutulabileceğini onu henüz tanımayanlara da anlatsın isterim. Özellikle bugün büsbütün kaybolmaktan korktuğu için “gelecek düşüne” aceleyle sarılanlara.

Emeksiz bir hayat sürdürmek isteyenlere diyor ki, “Eyleme geçmediklerinde fazla akıl peydahlanır insanlarda, ki aptallıktan bile kötüdür o”.

OKUMA PARÇASI
Açılış bölümünden, s. 7-9

Özel yaşamının otuzuncu yıldönümünde, geçimi için para kazanmaya çalıştığı küçük makine fabrikasında Voşov’un işine son verdiler. İhraç belgesine, dirençsizliğindeki artış ve genel iş temposu ortasında düşüncelere dalması sebebiyle üretimden alındığını yazdılar.

Voşov dairesindeki eşyaları bir çuvala doldurdu, geleceğini açık havada daha iyi kavrayabilmek için dışarı çıktı. Ne var ki hava boştu, kıpırtısız ağaçlar sıcağı yapraklarında titizlikle koruyor, toz ıssız yolu keyifsizce örtüyordu – tabiatta durum buydu. Voşov nereye sürüklendiğini bilmiyordu ve şehrin kıyısında, yuvasız çocukların emek ve faydaya alıştırıldığı çiftliğin alçak çitine dirseğini dayadı. Buradan sonra şehir bitiyordu – ileride sadece akşamdan kalmalar ve düşük ücretli kategoriler için bir birahane vardı ki kurum misali, avlusuz durmaktaydı; birahanenin ardında kilden bir tepecik yükseliyor, üzerindeki yaşlı ağaç aydınlık havanın ortasında tek başına yaşayıp gidiyordu. Voşov birahaneye doğru ağır ağır yürüdü ve samimi insan seslerini işiterek içeri girdi. Burada, mutsuzluğunda boğulan dengesiz insanların arasında, Voşov kendini daha bir gamsız ve rahat hissetti. Birahanede akşam olana, değişen havanın rüzgârı uğuldayana değin kaldı; neden sonra Voşov gecenin başlangıcını fark etmek için açık pencereye yanaştı ve kil tepenin üzerindeki ağacı gördü – kötü havadan ötürü sallanıyor, yaprakları gizli bir utançla kıvrılıyordu. Bir yerlerde, herhalde Sovyet Ticaret Sendikası’nın bahçesinde, nefesli çalgılar orkestrası inlemekteydi; rüzgâr, hiçbir yere gitmeyen tekdüze müziği koyak önündeki boş araziden geçirip tabiata sürüyordu. Voşov müziği umudun hazzıyla dinledi, çünkü sevinç nadiren düşerdi payına; ama kendisi müziğe denk bir şey yaratamıyor ve akşam vaktini kıpırtısız geçiriyordu. Rüzgârın ardından yine sessizlik hükmünü sürdü ve ondan da sessiz bir karanlıkla örtüldü. Voşov gecenin yumuşak karanlığını izlemek, çeşitli kederli sesleri dinleyip taş gibi sert kemiklerin çevrelediği kalbiyle ıstırap çekmek için pencerenin kenarına oturdu.

“Hey, gıdacı!” diye seslendi biri sessizleşen işletmede. “Bize iki bira ver – gırtlağımıza boca edelim!”

Voşov insanların birahaneye daima sevgililer gibi çiftler halinde, kimileyin de samimi düğün alaylarıyla geldiklerini çok önceden tespit etmişti.

Gıda çalışanı bu kez bira vermedi, iki çatı ustası istekli ağızlarını önlüklerine sildiler.

“İşçi sana tek parmağıyla emir verebilmeli, boşuna havalara girmişsin, bürokrat!”

Fakat gıdacı gücünü mesaide yıpranmaya değil, özel yaşamına saklıyor ve ihtilaflara girmiyordu.

“Kurum kapandı, vatandaşlar. Gidin evinizde bir şeylerle meşgul olun.”

Çatı ustaları fincan tabağından aldıkları birer tuzlu peksimedi ağızlarına attılar ve çıkıp gittiler. Voşov birahanede yalnız kaldı.

“Vatandaş! Siz de sadece bir bira talep etmiştiniz ama süresiz oturup duruyorsunuz! İçkiye para ödediniz, mekâna değil!”

Voşov çuvalını kapıp geceye doğru yola çıktı. Sorularla dolu gökyüzü Voşov’un üzerinde yıldızların sancılı gücüyle ışıldıyordu ama şehrin ışıkları sönmüş, imkânı olan akşam yemeğini yemiş, uyuyordu. Voşov toz toprağa basa basa hendeğe indi ve uyuyup kendinden sıyrılmak için yüzükoyun yattı. Gel gör ki uyumak için zihne huzur, hayata güven ve çekilmiş derdin affı gerekliydi, oysaki Voşov şuurunun kuru gerilimini duyarak yatıyor ve dünyaya bir faydası var mı yoksa onsuz da her şey gayet güzel yürüyüp gider mi bilemiyordu. İnsanların nefesi kesilmesin diye bilinmez bir yerden rüzgâr esti ve bir banliyö köpeği kuşkunun cılız sesiyle hizmette olduğunu bildirdi.

KÜNYE
Andrey Platonov
Çukur
Çeviri: Günay Çetao Kızılırmak
Yayıma Hazırlayan: Özde Duygu Gürkan
Kapak Resmi: Kazimir Malevich
Kapak Tasarımı: Emine Bora
Metis Yayınları
Kitabın Baskıları:
1. Basım: Eylül 2017
2. Basım: Haziran 2019

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here