Dostoyevski’nin edebi çalışmalarını iki döneme ayırmak mümkün.
Dostoyevski’nin edebi çalışmalarını iki döneme ayırmak mümkün. İlki İnsancıklar’la (1845) başlayıp Ölüler Evinden Notlar’la (1861-1862) biter. İkincisi Yeraltından Notlar’la (1864) başlar ve Puşkin Konuşması’yla (1880), Dostoyevski’nin tüm yapıtlarının bu iç karartıcı ilahlaşmasıyla sona erer. Bu iki dönem arasındaki sınırda bulunan yeraltı adamının notlarından okur ansızın ve hiç ummadığı şekilde anlar ki, Dostoyevski diğer romanlarını ve makalelerini yazarken onda ancak insan ruhunun yüklenebileceği ve dayanabileceği en korkunç krizlerden biri baş gösterir. Neydi bunun sebebi? Kürek cezası mı? Görünüşe göre değildi; en azından doğrudan doğruya değildi. Dostoyevski kürek cezasından sonra, eski ilkelerinden vazgeçmek şöyle dursun, onları gençlik yıllarında bile hayal edemeyeceği bir yetenek ve deha gücüyle duyurduğu bir dizi yazı kaleme aldı. Ölüler Evinden Notlar romanı Sibirya sonrası yazılmıştı zaten, bu romanı oybirliğiyle herkes, Dostoyevski’nin yeni eğiliminin düşmanları bile, “özellikle” dikkate değer bir yapıt, daha doğrusu, sonraki diğer romanlarından farklı bir çalışma olarak göklere çıkarmıştı. Burada hâlâ baştan aşağıya Belinski’nin çevresinde ilk hikâyesi coşkuyla okunan Dostoyevski var. Ölüler Evinden Notlar “ideal” ve “ilkeler” bakımından hiç kuşkusuz “öfkeli” Vissarion Belinski’nin, George Sand’ın ve geçen yüzyılın ikinci yarısının Fransız idealistlerinin sadık öğrencisine aittir.
Burada İnsancıklar’la hemen hemen aynı şey var. Ama yeni bir şey de söz konusu: gerçeklik duygusu, hayatı gerçekte nasılsa öyle görme eğilimi. Ama gerçeklik duygusunun görece de olsa ilkeleri ve idealleri tehdit edeceği kimin aklına gelebilirdi ki? Dostoyevski dahil herkes en azından bu varsayıma geçit vermişti. Gerçeklik, özellikle ağır kürek cezasının gerçekliği elbette iç karartıcı ve çok kötü bir şeydi; ideallerse net ve parlaktı, ama idealler tam da bu karşıtlığın topraklarında boy atıyordu: Karşıtlık, idealleri çürütmek bir yana, onları aklıyordu. Geriye yalnızca gerçeklikle idealler arasındaki mesafe en küçük boyuta, sıfıra inmediği sürece gerçekliği mahmuzlamak ve kışkırtmak kalıyordu. Karanlık ve iç karartıcı gerçekliği anlatmanın tek bir amacı vardı – gerçeklikle mücadele etmek ve onu görünürde uzak olsa da yakın zamanda yıkmak.
Bu anlamda İnsancıklar ve Ölüler Evinden Notlar aynı ekolden çıkmıştı ve amaçları aynıydı; tek farkı on beş yıl boyunca yazı sanatında kendini geliştirmeyi başaran yazarın ustalığıydı. İnsancıklar’da, Öteki’de ve Ev Sahibesi’nde olduğu gibi, Belinski’nin ona yorumladığı haliyle büyük usta Gogol’e şevkle ün kazandırmaya çalışan, yetenekli ama hâlâ acemi bir öğrenciyle karşı karşıya olduğunuzu anlarsınız. Yukarıda adları geçen kısa romanları okurken, kuşkusuz [Gogol’ün] “Palto”, “Bir Delinin Notları” ve “Korkunç İntikam” öykülerini hatırlayıp büyük olasılıkla içinizden Gogol’e ün kazandırmanın pek de gerekmediğini düşüneceksiniz. Dostoyevski’nin ilk öyküleri sonsuza dek yazarının aklında kalsaydı, okur belki çok az şey kaybederdi. Ama yazara bu öyküler gerekliydi. Dostoyevski gençlik yıllarından beri, gelecekteki görevini sanki sezmiş gibi kasvetli ve karanlık tablolar üzerinde temrinler yapıyor, şimdilik öykünüyordu, ama zamanı gelecek, öğretmenini terk edecek ve sorumluluğu kendi üzerine alarak yazacaktı. Gençliğinde kurşuni ve koyu renklere tutkusu kuşkusuz tuhaf gelebilir ama Dostoyevski hiçbir zaman başka renk tanımamıştır zaten. Kendinize şu soruyu sorun: Acaba Dostoyevski ışığa ve mutluluğa yürümeye cüret edebilir miydi? Henüz ilkgençliğinde kendini tümüyle dehasına feda etme gereksinimini içgüdüsel olarak gerçekten hissetmiş miydi? Ama doğru: Yetenek privilegium odiosum’dur,[1] sahibine pek az dünyevi zevk bahşeder.
Dostoyevski yeteneğinin yükünü kırk yaşına kadar sabırla taşıdı. Ama bu yük ona hafif geliyor, boyunduruğu bir kayra gibi görüyordu. Ezilmişler ve Aşağılanmışlar’da edebiyattaki ilk deneyimlerini ne büyük bir sevinçle anımsar. Onun sözlerine göre, en büyük mutluluğu ne yapıtı basıldığı zaman, ne de dönemin en seçkin yazarları ve edebiyat uzmanlarının ağzından kendisi hakkında ilk kez alışılmadık ölçüde pohpohlayıcı yorumlar duyduğu zaman yaşamıştı. Hayır, henüz tanınmadığı dönemde, sessizlik içinde elyazmaları üzerinde, hikâyesi üzerinde -itilip kakılan [İnsancıklar romanının başkişisi] memur Makar Devuşkin’in kaderine gözyaşı dökerek- çalışırken geçirdiği saatleri hayatının en mutlu anları saymıştı. Dostoyevski burada tümüyle içten miydi, hikâyesine gözyaşları dökerken büyük bir mutluluk yaşamış mıydı, bilemem. Belki biraz abartıyordu. Ama öyle olsa bile, Dostoyevski itirafta bulunarak bizzat kendisinin de pay aldığı zamanın egemen görüşlerine selam veriyorsa, o zaman sözlerinin tuhaflığının içimizde tedirginlik ve kuşku uyandırması gerekir. Kim bu adam, uydurdukları aksiliklerle kadersiz Makar Devuşkin’e dünyayı dar ederken karşısında deli gibi sevinmeyi kendilerine vazife gören bu insanlar da kim? Uydurdukları bu korkunç yalana akıttıkları gözyaşları ile “mutluluk” nasıl olur da bir araya gelir? Ezilmişler ve Aşağılanmışlar’ın İnsancıklar’la aynı tarzda yazıldığına dikkatinizi çekerim. On beş yıllık bir zaman aralığı bu konuda Dostoyevski’yi zerre “ıslah etmemiştir”. Bir zamanlar Devuşkin’e gözyaşları döküyordu, şimdi de [Ezilmişler ve Aşağılanmışlar’daki] Nataşa’ya. Yaratıcılık esrimelerine gelince, bunlar bilindiği gibi yazarı hiçbir zaman terk etmemiştir.
İlk bakışta, hiçbir şey bütün bu esrimelerle gözyaşlarının birleşmesinden -sözlerimi bağışlayın- daha iğrenç, daha olağandışı olamazmış gibi görünüyor. Nereden, niçin çıkıyor bu esrimeler? Yazar, Makar Devuşkin’in ya da Nataşa’nın hakaretlere, işkencelere ve zulme uğradığını anlatmak zorunda hissediyor; belli ki burada neşelenecek bir şey yok. Ama Dostoyevski hikâyelerine aylar, yıllar harcar, sonra insanların önünde göstere göstere, utanıp sıkılmadan, dahası -açıkça gururlanarak- bunların yaşamının en güzel anları olduğunu duyurur. Bu tür yapıtları okuyan insanlardan da aynı davranış beklenir. Gözyaşlarına boğulmaları, aynı zamanda neşelenmeyi unutmamaları beklenir. Aslına bakarsanız bu taleplerin temelleri var. Bu şekilde iyi duygular uyandırıldığı düşünülür: “En ezilen, en aşağılık kişinin bile insan olduğunu, ona kardeş dendiğini görmek insanın yüreğine işliyor.”[2] İşte bu düşünceyi okurlar arasında yaymak için çoğunlukla tüm yaşamları boyunca kendi iç dünyasına dalarak yeryüzündeki dehşetin ve canavarlığın bin bir türlüsünü kitaplarına yansıtmakla uğraşan özel bir insan sınıfı gerekli. Tablolar parlak, canlı, sürükleyici ve sarsıcı olmalı; görünmez bir güçle kalplere işlemeli. Yoksa onları kınarlar – yoksa onlar istenen etkiyi göstermez.
İyi kalpleriyle, iyi duygularıyla okuları bir kenara bırakalım. Ama her çeşit dehşetin tasviriyle başkasının vicdanını kışkırtmak için ıstırap verici bir sorumluluğu üzerine alan bir yazarın durumu nasıl olmalı? Kendi vicdanını bir süreliğine olsa da büyülemeyi beceriyor, başkalarını etkilemek için tasarladığı tablolar kendi vicdanında iz bırakmadan geçip gidiyorsa ne âlâ.
Bu elbette doğaya aykırı olur, ama gördüğümüz gibi, bu psikolojik olarak mümkündür. Dostoyevski esin perisiyle ilk görüşmelerini abartılı biçimde aktarsa da, hikâyesinde ne olursa olsun su götürmez bir doğruluk vardır. Zavallı Makar Devuşkin herhalde ona çok tatlı saatler geçirtmiştir. Gençlik, deneyimsizlik, herkesçe tanınan yaşça büyük insanların örnek teşkil etmesi, evet, bu öğelerden her tür abeslik çıkabilir. Uzaktan da olsa önlerinde parlayan “fikir”in ışıltılı halesinde insanların neleri göze aldıklarını bir hatırlayın. Her şey unutuluyor, her şey ona feda ediliyordu. Söz fikre hizmete gelince, sadece “bir yakın ve gerçekten yaşayan biri gibi hâlâ dostluğuna ihtiyaç duyulan” kurmaca Makar Devuşkin değil, yaşayan sahici insanlar, hatta akrabalar da terk ediliyordu. Aynanın karşısında aşağılanmış memurun hayali çehresine bakarken kendini mutlu hissedebilmesi şaşırtıcı değil mi? Ancak ne olursa olsun, burada işe ne karışırsa karışsın, iç karartıcı gerçekliğin ressamının rolü daha tehlikeli ve daha korkunç oldukça, insanlar kendilerini bu gerçekliğe daha içten, daha eksiksiz verir, onu üstlenen kişi daha yetenekli olur. Yetenek, yine söylüyorum, privilegium odiosum’dur; Dostoyevski, Gogol gibi er ya da geç yükünün ne kadar ağır olduğunu hissedecekti.
Lev Şestov
Dostoyevski ve Nietzsche
Trajedinin Felsefesi
Deneme
RUSÇADAN ÇEVİREN: Kayhan Yükseler
Notos Kitap 153