Ece Temelkuran: “Benim anayurdum dilim” (Söyleşi: Elif Şahin Hamidi)

Ece Temelkuran’ın iyilik güzellik çabası her şeye rağmen devam ediyor; şu çivisi çıkmış dünyaya rağmen… Çünkü insan milyonlarca yıldan bu yana böyle yapmış: iki bin yıl önce bir tabağa, bir sürahiye şahane bir çiçek işlemiş, bir kadın  dokuduğu kilime biraz daha güzellik katmak için bir motif daha eklemiş. Her şeye rağmen azimle dönmeye devam eden şu yaşlı ve yorgun dünyaya güzellik katmış, bir iz bırakmış. İnsana dair, insan olmanın anlamına dair bir giz bırakmış. Geçici ömrünü iyiliğe güzelliğe adamış, anlamlı bir hayat yaşamak için çabalamış. Elbette kötüler de hep varmış ve çoğunluktaymış. Siz ömrünüzü neye veriyorsunuz? Düşündünüz mü hiç? Ece’nin “bu da geçer” isimli son kitabı, biz ölümlü insanları çok geç olmadan bu sorunun peşine düşmeye çağırıyor.

Ece, “bu da geçer”in başındaki “Okura Mektup”unda şöyle diyor: “İki tür yazar var sonuçta, idol yapılıp yarı-tanrılar arasına konanlar ve ‘Keşke arkadaşım olsa,’ denenler. Beni hep ilk ismimle andığına göre bizim seninle hukukumuz belli, öyle değil mi?” O, benim “keşke arkadaşım olsa” dediğim yazarlarımdan ve ilk ismiyle anmak istiyorum onu. Yazdıkları, aradan yıllar geçse bile her daim güncel, her daim bana yeni bir şeyler fısıldıyor, hep yoldaşım. Hatta “İyilik Güzellik” ve “bu da geçer”deki umuda dair umut taşıyan kimi cümleleri yüksek lisans tezimin satılarına bile sızdı.

“bu da geçer” diyor bu sefer Ece. Böyle diye diye geçen ömürlerimize yakından bakma zamanı. Sahi ne yapmalı bu ömürle? Dünyanın tepetaklak olduğu bir döneme gelen bu geçici ömrü nasıl anlamlı ve değerli kılmalı? Nasıl bir iz bırakmalı? Varoluşumuzu anlamlı kılmak için, anlamlı bir hayat yaşamak için sormamız gereken asıl soru bu sanırım.

 

En güçlü aidiyetim

Ece sözcüklerle, dille, yazdığı kitaplarla inşa ettiği hayatını yine bu yolla anlamlı kılmaya çalışıyor. Üstelik Türkçe ve İngilizce yazarak, üst üst dizdiği kitaplarla bu dünyada, başka bir deyişle tarihsel varlık alanında kalıcı bir iz bırakıyor. “Yola çıkacak kişinin aşması gereken ilk ve en önemli engel, kendi yerleşikliğidir: kendi yeri –kendisidir…” der Oruç Aruoba. Ece de hep yolda, farklı ülkelerde, farklı evlerde; belli ki kendi yerleşikliğini çoktan aşmış. Daha önce Muz Sesleri kitabı üzerine konuştuğumuzda “O kadar evsizim ki ancak Beyrut karşıladı kalbimi, evsizliğimi” demişti. O zaman Beyrut karşılamıştı evsizliğini, sonra başka başka şehirler, ülkeler.  Ve Ece’nin asıl evi “dil”: dili, sözcükleri ev bellemiş, yurt bellemiş kendine. Ev/eve dönüş, mahalle, toprak, ülke, yurt, sınır, kimlik ne ifade ediyor, diye soruyorum bu kez Ece’ye: “Benim anayurdum dilim. En güçlü aidiyetim sözcüklerim, şimdi iki dilde; Türkçe ve İngilizce. Bunu anlamak zaman aldı ama şimdi biliyorum” diyor.

‘Ev hali’ dediğimiz şey artık kamusal

Hele ki dünyayı tepetaklak eden şu korona günlerinde ev bambaşka anlamlar da kazandı. Evde kaldık, evden çıkamadık, evden çalıştık, evden eğitim aldık… Hayat eve sığar dedik, ama sığdı mı sığmadı mı; tartışılır. Acaba bundan böyle insanlık ailesi için ne ifade edecek ev? “Ev, mahremiyet demektir ve güvenlik” diyor Ece ve ekliyor: “Ama şimdi hemen hemen hepimizin evi kamusal alan oldu, iş eve taşındı ve artık hepimizin yüzünün arkasından evimizin içi görünüyor. ‘Ev hali’ dediğimiz şey artık kamusal. Üstü kaval, altı şişhane bir hayat yaşıyoruz. Altımızda ev hali, belden yukarımız iş toplantısı yapıyor.” Tıpkı Levent Kırca’nın hicvettiği haber spikerleri gibi: altta çizgili pijama, üstte kravat/fular, ceket…

“İnsan umutlu olandan, hayat neşesi olandan öğrenir”

İnsan ölüme yazgılı bir varlık. Doğduğu andan itibaren bu gerçeğin farkında olsa da çoğu zaman unutuyor bir gün ölüp gideceğini ve doymak bilmez iştahıyla savaşlar başlatıyor, kendi türüne ve diğer canlılara etmediğini bırakmıyor, doğayı talan ediyor. Sanki pandemiyle birlikte yeniden ölümlüğünün farkına vardı insan/insanlık. Küçücük bir virüs hiçbir ayırım gözetmeksizin bütün dünyayı, bütün insanlığı tehdit etti, insana ölümlü olduğunu bir kez daha hatırlattı ve aslında dayanışmaya davet etti insanlığı. Peki bundan böyle dayanışmayı başarabilecek mi insan? Yoksa içinden çıkılması pek mümkün olmayan daha derin bir çukura ya da uçuruma mı sürüklenecek? Kapitalizm daha da mı ölümcül olacak? “Her ikisi de olacak. Oluyor zaten” diyor Ece: “Ölümlü olduğumuzu doğduğumuzdan beri biliyoruz, insanlık tarihinin başından beri. Tanrılar bu yüzden var. Ama şimdi kurduğumuz her şeyin kırılganlığı belirginleşti. Fakat insanlık böyle şeylerden öğrenmez bana sorarsanız. Hepimizin aklı, trajedileri ve felaketleri unutmaya ayarlı. İnsan umutlu olandan, hayat neşesi olandan öğrenir.”

 

“Bir evi bizim için vazgeçilmez kılan nedir?”

Trajedileri, felaketleri çabucak unuttuğumuz bir ülkede, “unutuşun kolay ülkesinde” yaşıyoruz. Ama iyice silinip gitmeden izler iyice ezber etmeli, kayda geçmeli, unutmamalı bazı şeyleri. “bu da geçer…”de şöyle diyor Ece: “Belki de gelecek günlerde sorumuz, ülkeden ve insandan neleri hafızada korumak gerektiği olacak. Peki, bir evi bizim için vazgeçilmez kılan nedir?” “Her birimize harekete geçmesi gereken siyasi aktörler olduğumuzu hatırlatan” bu soruyu soruyor Ece. Kendi sorusunu kendisine yöneltiyorum ve “Devir’i bu sorunun cevabı olarak yazdım” diye cevap veriyor. Öyleyse bir evi bizim için vazgeçilmez kılanın ne olduğunu öğrenmek, ülkede tam olarak neler olup bittiğini ve neden böyle olduğunu anlamak için “yalnızca çocuk gözümüzle bakınca hatırlayacaklarımızı anlatan” Devir’e kulak vermemiz, devredilenleri yüklenmemiz gerek. Devir, ülkedeki “iyi” şeylerin kaydı. Ece’nin yangından iyi şeyleri kurtarma, koruma, saklama gayreti, hafızasızlığa başkaldırışı…

 

Önümüzdeki yüzyılın sorusu

Pınar Selek, kendisiyle yaptığım bir söyleşide, kötülüğe batmış dünyada ayakta kalabilmenin yolunun dayanışmadan geçtiğine, küçük dayanışmaların büyük olanaklar doğurduğuna vurgu yapıp şöyle demişti: “Dayanışma çok gerçek bir şey. Fikirlerimizden, hayal ettiğimiz, uğruna mücadele verdiğimiz dünyadan daha gerçek.” Ece de “bu da geçer” derken hep dayanışmanın gerekliliğine vurgu yapıyor aslında. Dünyayı değiştirecek ya da iyileştirecek güç dayanışma mı acaba? Ece öyle olduğunu düşünüyor: “Pınar da ben de bugün hâlâ söz söyleyebiliyorsak sorunun cevabı, evet olmalı. Öte yandan eğer dayanışmak istemiyorsa biri, ne yapacağız? Bu sabah DEAŞ taraftarlarının bulunduğu bir mülteci kampına yardıma giden genç bir kadının videosunu izledim. Çocuklar, kadın siyah çarşaf giymediği için onu taşlayarak kovuyorlar. Kadın “Ben size yardım etmek için geldim” demeye çalışıyor ve taşlanıyor. Videonun sonunda “Neden?” diye kerelerce bağırıyor kadın. Neden? Bu önümüzdeki yüzyılın sorusu olacak. Neden insanlarla insanca bir dilde konuşmamıza rağmen reddediliyoruz?” Sahi neden? Buyrun düşünelim… Oysa Ece’nin Muz Sesleri kitabında dediği gibi “insanların tek evi diğer insanlar”…

 

“İnsan ‘kim görür?’ diye düşünmeden yarattığı güzellik sayesinde var”

Yeryüzündeki hemen hemen bütün kötülükler insan elinden çıkma. Ama tüm kötülüğüne rağmen umut yine de insanda. Çünkü türlü türlü işkence aletlerini geliştiren, toplama kamplarında insan onurunu ayaklar altına alan nasıl ki insansa, iki bin yıl önce bir tabağa şahane bir çiçek işleyen de insan. O çiçek, insana dair, insan olmanın anlamına dair bir iz, bir giz olarak bugüne kalmış. Yarattığı değerlerle değerleniyor insan türü. Ece de şöyle diyor: “Değerlenmekten ziyade böyle sürebiliyor insan. Yoksa şimdiye kadar türümüz yok olurdu. Evet, insan ‘kim görür?’ diye düşünmeden yarattığı güzellik sayesinde var. Öyle de olacak.” Ece, insana/insanlığa dair umudunu hep diri tutuyor ve bize de umut aşılıyor, insandan umudu kesmemek gerektiğini fısıldıyor. “Bunca kötülüğüne rağmen neden ve nasıl güveneceğim insana/insanlığa?” diyenler vardır sanırım aramızda. Ece’nin kitaptaki cümleleriyle söyleyecek olursam “Çünkü insanlığın içinde Sezarların yanı sıra Spartaküslerin de yeri var. Geldiğimiz bu noktada insanlık, sıradanlığın kötülüğünden ibaretmiş gibi görünebilir, ama aynı zamanda sevinci ve onuru da barındırır. Bu gerçeğe inanmamak sıradan ve kötüyle aynı cephede olduğumuz anlamına gelir ve insanlığa olan inancımıza zarar verir.” Kayasını tepelere doğru taşımaya devam eden insandan umudu kesemeyiz ve onu mutlu hayal etmeye devam etmemiz gerek.

Felsefi bakış ve “onur” kelimesi

Ben Ece’nin yazdıklarında, söylediklerinde, umuda sarılışında felsefi bir temel görüyorum hep. Felsefeden ve özellikle varoluşçuluktan, varoluşçu yazarlardan beslendiğini düşünüyorum. Ama Ece “Varoluşçular mı emin değilim. Albert Camus dersen, belki. Simone Weil ve Hannah Arendt etkilendiğim kadınlardır mesela” diyor.

Peki felsefi bakış, felsefi etik bilgi ne için önemli, ne katar insana, hayata, dünyaya? Kötülüğün sıradanlaştığı yeryüzünde, sıradanlığın kötülüğü karşısında “insan onuru”nu korumak konusunda felsefi etik bilginin rolü nedir? Ki “bu da geçer”de onur kelimesinin insanlığın etrafında toplanacağı kelimelerden biri olduğunu belirtiyor Ece. Bu soruya cevap niteliği taşıyan “Together: 10 Choices for a better now (Hepberaber: Daha iyi bir şimdi için 10 seçenek) isimli bir kitap yazdığını ilan ediyor Ece ve “Mayıs’ta orijinal dili İngilizcede sonra da Türkçede çıkacak. Sanırım cevap için onu okumanız gerekecek” diyor.

“bu da geçer” kitabındaki “Sıradanlığın Kötülüğü Karşısında Onurun Neşesi” başlıklı yazısında da, onurdan bahsederken Ece, onur ve gurur kelimeleri arasındaki farka işaret ediyor: “Onur ve gurur kulağa benzer kelimelermiş gibi gelse de, bu ikisinin arasında dünyalar kadar fark var. Onur, insan sevgisi ve bağlantısıyla alakalı bir kelimeyken, gurur her zaman düşmanlık ve intikamla ilişkilendirilir. Onur, bireylerin maddi gücüne göre saygınlık kazandığı bir dünyada yaşayamazken, gurur böyle bir dünyada sorunsuz bir şekilde barınabilir. Onurun herkes için eşitlik ve adalet istediği yerde, öteki olanlar aşağılanıp diz çöktürüldükçe gurur daha iyi serpilir, gürleşir, büyür. (…) Gördüğünüz gibi, gurur yalanlarla ve düşmanlıkla beslenen bir yanılsamayken, onur sahicidir.”

“Nasıl devam edebilirim?”

Yazarken kendinden yola çıkıp kendine varabilmeyi, kendini bulabilmeyi umar insan. İnsanın neliği üzerine düşünür, cevaplara ulaşamasa da sorular sormaya devam eder, hiç usanmadan. “Ben kimim” ve “ne için yaşıyorum?” gibi varoluşsal sorulara bir cevap arar ve daha başka soruların peşine düşer. Ece’nin şimdilerde hangi soruların peşinde olduğunu merak ediyorum: “Bu sorular sanırım daha çok yirmili, otuzlu yaşların soruları. Kırkından sonra daha çok şunu soruyorsunuz: ‘Nasıl devam edebilirim?’, ‘Ben yazan biriyim ve yazmak için yaşıyorum. Öyleyse bunu yapmayı nasıl sürdürebilirim?’ gibi” diyor. Ece, bugüne kadar yazmayı hep sürdürdü ve bunu nasıl yapacağını gayet iyi biliyor belli ki. Yazan ve yazmak için yaşayan biri olarak Ece, peşine düştüğü sorulara bir cevap bulabilmiş bana kalırsa. Devri daim olsun diyorum.

Ve Ece’nin “bu da geçer”i noktaladığı son paragrafla bu röportajı noktalamak istiyorum:

“Kendinizi boy aynasında bir bütün olarak yalnızca onurunuzu savunmaya başlayıp sevinci başkalarıyla paylaştığınız zaman görebiliyorsunuz. Ve sevincin ne olduğunu, neden insanlık uğruna beraberce savaşılması gerektiğini bir tek o zaman anlayabiliyorsunuz.”

NOT: Bu röportaj, 20 Mayıs 2021 tarihinde, Dokuz Eylül Gazetesi’nde yayınlanmıştır.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir