Bunu hep biliyorum ve işte
Özgürüm, cezasız yaşıyorum.
Edip Cansever
Evvelce bize anlatılmış bir hikâye gibidir. Ne kadarı aklımızda kalmış, ne kadarını bizden sonrakine anlatabiliriz bilinmez.
Yoksul evlerin elmas yüklü gemisi gibidir, ne kadarı bizimdir, ne kadarını mahalle halkına dağıtırız meçhul. Yol almış, sesinde bir akşam serinliği. İstasyonlara yağan yağmur ondan sorulur. Otel kâtiplerine adını verendir o. Cenaze yıkayıcıları hazinelerini Edip’ten alır ve gazeteler mahcuptur onun dizelerinde.
Geçip giden yılların tutanakçısıdır. Eprimiş çarşafların üstüne elbiseleriyle yatar. Kalkıp bir fincan kahveyle başlar güne. Derler ki, Bebek’te, Rumelihisarı’nda denk gelmek için yol uzatılır ona. Dem tutar bir yareniyle. Kürtlere aşina bir sözcük gibidir. Feriştahı gibi yazar acıdan acıya, aşktan boşluğa toplamı.
Belki bir heykelin susması gibi, belki bir sokak köpeğinin uzaklara baktığı gibi ses verir dalgınlığıyla. Bilge midir? Öyle böyle değil! Tutkun mudur? Meftun denilir!
Sonra yollara çıkıp geleceğin fallarına bakar ve kavgaya tutuşur kentlilerle. Herkesin vapurla geçtiği karşı yakaya o yatıyla geçer ama o yat zaten herkesindir. Ne bir gurur ne büyüklenme sesinin arka sokaklarında. Mahcup bile denilebilir.
Bakıp sustuğu neyse onunla yanıt verir olmamış olana. Olanla zaten işi yoktur, olmamışın şiirini yazar ve genç ölenlerin toprağını avuçlar göz kapaklarıyla. Sessizdir. Konuk gibidir. Rahatsız etmemenin bütün yollarını bilir. Kişisel değil hatta toplumsal bile değil, başka bir şeydir; sabah soğuk suyla yıkadığı havluya sildiği yüzü.
Kentlidir. Esnaftır. Varsıl desek kim gücenir.
Işıltılı lokanta vitrinlerine tenezzül etmez. Limonlu votkayla bakar ve kedilerini saklayanların semtinden geçmez. Yine de bilenler rakıya güman ettiğini dile getirir sık sık. Bahçelerini kundaklar ve avizeleri atar sokağa. Şehvetin ve kaybetmenin sandalıyla çıktığı denizde boğulma pahasına açılır dalgaların serüvenine. Yabancı gibi oturduğu masalarda ürkek ama derinden bakar. Çalışmayan ama işsiz olamayandır. Nice şairin ayak yolu yaptığı kilimleri satın alır ki, onlara sermaye olur dergi için havadan gelmiş gibi görünen o para ve sorar kilimi göstererek: Siz bunun üstüne basıyor musunuz?
(Kim ne derse desin iyi bilirler kovulmayı da
Azıcık sırıtırlar, azıcık da şakaya falan alırlar
Ve usuldan ve hiç bozmadan durumlarını
Çıkarlar kırıtarak dışarı
Yalanla avunurlar, yalanla korunurlar
Bilmezler utanmayı hiç bu kokuşmuş kentsoylular.)
Beyim, efendim, hanımefendi sonradan görmeleri ve sonradan gördükçe semirenleri kovar evinden. Bilinir postacıların bildiği tüm adresleri bildiği ve adı kötüye çıkar bundan. Ne iflah olur ne merhamet dilenir. Ne yüz sürer devletin kapısına ne kendinden geçer üç kuruş için. Ağustosu kirli bir adamı kim çağırır? Çağırsak gelmez üstelik işi var her halükârda, kurbağalara bakmaya gitmiştir ve oradan dönmesi zaman alır besbelli. Olmadık şarkıların kendine menkul sancısı gibi olmadık aşkların kapatması değildir. Sevişmenin yolunu bilmez sanki devletle koyun koyuna girmez, aklından geçirmez bunu. Talimlidir. Nişantaşı’nda yazar şiirlerini, Tarlabaşı’nda dolaşır bir sözcüğün esiri olarak.
Sonradan sonraya ve sonra gibi sonrasızdır. Ne sakalını avuçlar, ne gözlüğünün üstünden bakar. Nasıl olduğunu sorsanız bezik oynamaktan yorgun düştüğü rivayet edilir. Ne mahalle adlarını unutur, ne sokak. Kentlere dairdir o. Eskiye dair ne sorsanız belleğinde saklıdır. Yol gösterendir ama yolunu bilmez. Yitip gitmenin anahtarını saklar cebinin ücrasında. Tenhadır! Tedirgindir. Bir yere sığmaz. Nereden geldiğini bilmenin imkânı yoktur. Nerede sabah ettiğini bilen çıkmaz. Nerede besler martıları, denizi ne zaman seyre koyulur ya da buğulu bir camın ardından baktığı neresidir yanıt bulamaz kimse. Buna rağmen uzak değildir hayatın atar damarına. Kanla beslenmemiştir. Kanla beslenenlerden uzak duran vicdanıyla ezilmiştir kalbi. Sabahın erkeninde ya da gecenin ayazında kendinden olmayana yol sormanın bütün tercihleri saklıdır ezberinde. Ne romancılar, ne öykücüler, ne eskiciler arkadaş edinmiştir.
Külüstür meyhanelerde kalır sesi bazen, susup bir dirhem etiyle içine gömülür. Küçük taş parçalarıyla bir bütün gibi görünen mezarın altında yatacağını bilmez. Ne Aşiyan ne Beyoğlu yanıt olur sorularına. Kesilmiş bir bilekten akan kan gibi ışıldar jilet dalgınlığında.
Ölü desen değil ama yaşadığına tanık olanlar, ipek dantellerin üstüne konulan kaçak porselen fincanlarda kahve, kristal kadehlerde likör içtiğine tanıktır. Yine de kimse bilmez bir yangından bu güne geldiğini, yarısını bıraktığını orada servetinin ama bütün servetini bir yangının yarım kıldığı sermayesine, bir asma katın ortaklığına borçlu olduğunu.
Ne fiyakalıdır, ne züğürt tesellisi peşinde. Olduğu gibi. Gelişine vurur. Umutsuzlar parkında sabahlar bazı. Erken ölenler onun şiirlerinde doğrulur bazen; karanfil yerçekimli, masa sunturlu masadır!
Adına Edip Cansever denir, fazla şiirden öldüğü yazılıdır bazı kaynaklarda. Ağustos doğumludur, Mayıs’ta ölmüştür.
Ömrümüzdeki gerekçesi bir papatya şelalesi olarak da özetlenebilir, yıkım zamanlarına karşı gelmek ve umut etmek için de.
C. Hakkı ZARİÇ
www.evrensel.net, 03 Nisan 2016