Erkek şovenizmi ile savaş arasındaki ilişkiyi anlamanın en iyi yolu kadın cinsini hor gören ilkel askersel özel bir grubun yaşam biçimlerini incelemektir.

Yabanıl Erkek

Kız çocuklarının öldürülmesi erkek egemenliğinin açık belirtilerinden birisidir. Sanırım erkek egemenliğinin öteki belirtilerinin köklerinin de silahlı çatışmanın ivedi pratik gereksinmelerine dayandığı gösterilebilir.

İnsanların cinsel hiyerarşilerini açıklamak üzere biz gene değişmez içgüdüleri vurgulayan kuramlarla yaşam biçimlerinin değişken pratik ve dünyasal koşullara göre uyarlanabilirliğini vurgulayan kuramlar arasında bir seçim yapmak zorundayız. Benim eğilimim kadın özgürlüğü savunucularının “anatomi yazgı değildir” görüşünden yanadır ki bunun anlamı doğuştan gelen cinsel ayrımların ailesel, ekonomik, ve siyasal alanlarda erkeklerle kadınlar arasında ayrıcalıkların ve iktidarların eşitsiz dağılımını açıklayamayacağı yolundadır. Kadın özgürlüğü savunucuları erbezlerine değil de yumurtalıklara sahip olunmasının zorunlu olarak değişik türde yaşam deneylerine yol açacağını yadsıyor değildirler. Onlar, erkeklerin ve kadınların doğasında öyle bir şey vardır ki bu erkeklerin kadınlara göre cinsel, ekonomik, ve siyasal ayrıcalıklardan daha büyük ölçüde yararlanmalarını kendiliğinden belirler, görüşünü yadsırlar.

Çocuk doğurmanın ve buna ilişkin özelliklerin dışında, toplumsal rollerin eşey ilkesine göre belirlenmesi erkeklerle kadınlar arasındaki biyolojik ayrımlardan otomatik olarak doğan bir sonuç değildir. Yalnızca insanın anatomi ve biyolojisine ilişkin olguları bilmekle kadınların ikincil eşey oldukları yargısına varılamaz. Bu böyledir çünkü hayvanlar aleminde insan türü kalıtsal anatomik donanımı ile geçim ve savunma araçları arasında uygunluk bulunmayan tek türdür. Biz insanlar en büyük dişlere, en keskin pençelere, en zehirli sokuşa, ya da en kalın deriye sahip olduğumuz için değil, ama dişlerin, pençelerin, sokmaların ve derilerin işlevlerini sırf anatomik olan herhangi bir düzenekten daha etkili biçimde yerine getiren öldürücü alet ve silahlarla kendimizi donatmayı bildiğimiz için en tehlikeli bir türüz. Bizim biyolojik uyarlanmamızın asıl yolu anatomi değil, kültürdür. Benim erkeklerin sırf daha uzun boylu ve daha iri yapılı olmaları nedeniyle kadınlara egemen olmalarım beklemem, sığırların ya da atların insan türünü yönetmelerini beklememi aşan bir beklenti değildir – hayvanların ortalama bir kocaya göre ağırlık farkı kocanın karısına göre ağırlık farkından otuz kat fazladır. İnsan toplumlarında, cinsel egemenlik daha iri olan ya da doğuştan öne çıkan cins tarafından değil, ama tersine savunma ve saldırı teknolojisini denetleyen cins tarafından kurulur.

Eğer benim bilgim yalnızca erkeklerin ve kadınların anatomisi ve kültürel yeteneklerine ilişkin bilgiyle sınırlı kalsaydı, savunma ve saldırı teknolojisi üzerinde denetimi daha büyük olasılıkla erkeklerin değil de kadınların ele geçireceklerini, ve eğer bir cins öteki üzerinde egemen olacaksa, erkekler üzerinde kadınların egemen olacağını öngörürdüm. Her ne kadar ben, özellikle de elle kullanılan silahlarla ilişkili olarak fiziksel iki biçimlilikden – erkeklerin boy, ağırlık ve gücünün daha büyük .olması – çok etkilenirsem de, kadınların elinde bulunan ama erkeklerin ele geçiremeyecekleri bir şey – bebeklerin doğumu, bakımı, ve beslenmeleri üzerinde kadınların sahip oldukları denetim – beni daha da derinden etkilemektedir. Başka deyişle, çocuk odası kadınların kontrolü altındadır, ve çocuk odasını kontrol ettikleri için de kendilerini tehlikeye sokacak bir yaşam biçimini potansiyel olarak değiştirebilecek güçtedirler. Erkeklere karsı kadınların çok lehinde bir cinsellik oranı yaratmak üzere seçici bir savsama yapmaları onların ellerindedir. Ayrıca küçük erkek çocukları saldırgan değil edilgen davrandıklarında ödüllendirmek suretiyle “erkeksi” erkeklerin gelişmesini sabote etme gücü de kadının elindedir. Ben kadınların çabalarını erkekler yetiştirmekte değil de dayanışmacı ve saldırgan kadınlar yetiştirmekte yoğunlaştırmalarını beklerdim. Bundan başka her kuşak içinde az sayıda kalan erkeklerin utangaç, yumuşak başlı, çok çalışkan, ve kendilerine lütfedilen cinsel ilişkiler için de minnettar olmalarını beklerdim. Benim öngörümde kadınlar yerel grupların başkanlığını tekellerine alırlar, doğaüstü güçlerle olan şamanca ilişkilerden sorumlu bulunurlardı, ve Tanrı’ya (dişi anlamında) she denirdi. Son olarak, benim öngörümde çok kocalılık – birkaç erkeğin cinsel ve ekonomik işlerini bir kadının denetlemesi – ideal ve en saygın evlilik biçimi olurdu.

Kadın egemenliği altındaki bu tür toplumsal dizgeler gerçekte ondokuzuncu yüzyılda yaşamış bulunan çeşitli kuramcılar tarafından insanlığın ilk durumu diye postulat (koyut) konusu yapılmışlardır. Örneğin, görüşlerini Amerikalı antropolog Lewis Henry Morgan’dan almış bulunan Friedrich Engels şuna inanmıştır ki çağcıl toplumlar bir anaerkil dönemden geçmişler ve bu sırada soy yalnızca kadın soyunun doğrultusunda değerlendirilmiş ve kadınlar siyasal yönden erkeklere egemen olmuşlardır. Günümüzün bir çok çağcıl kadın özgürlüğü savunucuları bu söylenceye ve onun devam ettiğine inanmayı sürdürmektedirler. Güya, ikincil erkekler bir araya gelmişler ve soya hükmeden kadınları iktidardan devirip silahlarını almışlar, ve o zamandan beri de kadın cinsini sömürüp aşağılamak için komplo kurmaktaymışlar. Bu tür bir çözümlemeyi benimseyen bazı kadınlar, erkek ve kadınların iktidar ve otoriteleri arasındaki dengenin ancak iki cins arasında yapılacak bir çeşit gerilla savaşma eşdeğerdeki bir askersel karşı komployla düzeltilebileceği görüşündedirler.

Bu kuramda yanlış bir şey var: Şimdiye değin hiç bir kimse gerçek anaerkilliği temsil eden bir tek örnek olayı bile belgeleyebilmiş değildir. Amazonlara ilişkin eski söylenceler bir yana, böyle bir evre hakkındaki tek kanıt dünya toplumlarının aşağı yukarı yüzde 10 ila 15’inin akrabalık ve soy ilişkisini doğrudan doğruya kadınlara bağlamasıdır. Ama soyun kadına göre belirlenmesi ana egemenliği olmayıp soy akrabalığının anaya bağlanması demektir. Her ne kadar ana soyundan akraba gruplarında kadınların konumu oldukça iyi sayılırsa da, burada ana egemenliğinin temel özellikleri yoktur. Ekonomik, sivil, ve dinsel yaşama egemen olanlar kadınlar değil erkeklerdir, ve birkaç eşe aynı zamanda sahip olma ayrıcalığından yaralananlar da gene kadınlar değil erkeklerdir. Aile içinde baba asıl otorite kaynağı değildir, ama ana da bu otoriteye sahip değildir. Ana soyundan ailelerde otorite sahibi olan bir başka erkektir: bu ananın erkek kardeşidir (ya da ananın anasının erkek kardeşi veya ananın anasının kız kardeşinin oğludur).

Savaşın yaygınlığı anaerkillik kehanetine dayanak olduğu öne sürülen mantığı yok ediyor. Kuramsal olarak, kadınlar kendileri tarafından yetiştirilip toplumsallaştırılan erkeklere direnme ve hatta onlara boyun eğdirme gücüne sahiptirler, ama bir başka köy ya da kabilede yetiştirilen erkekler değişik bir meydan okuma sergilerler. Her hangi bir nedenle erkekler gruplararası çatışmanın yükünü taşımaya başlar başlamaz, kadınlar kendi saldırgan erkeklerini çok sayıda yetiştirmekten başka bir seçenek bulamazlar.

Erkek egemenliği “pozitif geribesleme”yi, ya da adlandırıldığı üzere “sapmanın büyütülmesi’ni gösteren bir örnek olaydır – bu kendi sinyallerini toplayıp onları sonra daha da büyüten hoparlör sistemlerinin yaydığı cızırtılarla kafaların şişmesine yol açan bir süreçtir. Erkekler ne denli saldırgan olurlarsa, savaşların sayısı o denli büyük olur, böyle erkeklere olan gereksinme de o denli artar. Gene, erkekler ne denli saldırgan olurlarsa, cinsel yönden onlar o denli saldırgan olurlar, kadınlar o denli çok sömürülürler, ve çokkarılılık – bir erkeğin birkaç eşe sahip olması olayı – o denli artar. Bu kez de çok karılılık kadın kıtlığını yoğunlaştırır, genç erkekler arasındaki düş kırıklığını çoğaltır, ve savaşa yönelme güdüsünü arttırır. Gelişmeler dayanılmaz bir doruğa çıkar; kadınlar aşağılanırlar ve bebek yaşındayken öldürülürler, bu ise yeniden saldırgan erkekler yetiştirmeleri amacıyla erkeklerin yeni eşler ele geçirmek üzere savaşa gitmelerini zorunlu kılar.

Erkek şovenizmi ile savaş arasındaki ilişkiyi anlamanın en iyi yolu kadın cinsini hor gören ilkel askersel özel bir grubun yaşam biçimlerini incelemektir. Bu amaçla Brezilya – Venezuela sınırında yaşayan Amerikalı Kızılderili kabilelerden yaklaşık 10.000 nüfuslu bir grup olan Yanomamo’ları seçtim. Pennsylvania Devlet Üniversitesi’nden, Yanomamo’ları inceleyen başlıca etnograf olan Napoleon Chagnon onları “saldırgan insanlar” olarak sınıflandırmaktadır. Onlarla ilişkiye girmiş bulunan bütün gözlemciler onların dünyadaki en saldırgan, en savaşçı, ve en erkek yanlısı toplumlar olduğunu kabul ederler.

Tipik bir Yanomamo erkeği olgunluk yaşına vardığında sayısız kavgaların, düelloların, ve askersel akınların bıraktığı yaralar ve yara izleriyle kaplı bulunur. Yanomamo erkekleri kadınları çok hor görmekle birlikte, gerçek ya da imgesel zina olaylarından dolayı ve eşler sağlama vaatlerinin tutulmamasından ötürü her zaman gürültülü kavgalara girişirler. Yanomamo kadınları da yara bere izleriyle örtülüdürler, bunların büyük çoğunluğu kadınların ayartıcılarla, ırz düşmanlarıyla, ve kocalarla yaptıkları kavgaların sonucudur. Hiç bir Yanomamo kadını tipik düzeyde öfkeli olan, uyuşturucu kullanan Yanomamo’lu savaşçı kocanın yabanıl vasiliğinden kurtulamaz. Bütün Yanomamo erkekleri eşlerine fiziksel olarak kötü davranırlar. Kocalardan nazik olanları eşlerini sadece dövüp sakat bırakırlar; yabanıl olanları ise yaralayıp öldürürler.

Kocanın karısını korkutmasının en çok yeğlenen yolu kadının delinmiş kulak memelerinden geçirilmiş biçimde taktığı bambu çubuklarını hızla çekmektir. Öfkelenmiş bir koca bu çekmeyi öylesine güçlü biçimde yapabilir ki kulak memesi yırtılıp açılır. Chagnon tarlada bulunduğu sırada, karısının zina yapmış olduğundan kuşkulanan bir erkek daha da ileri gitmiş karısının her iki kulağını da kesip koparmıştır. Yakın bir köyde, başka bir koca bir palayla karısının kolundan kocaman bir et parçası kesmiştir. Adamlar karılarının kendilerine ve konuklarına hizmet etmelerini ve bütün istekleri derhal ve itirazsız karşılamalarını beklerler. Eğer bir kadın isteğe yeterince çabuk boyun eğmezse, kocası onu bir odunla dövebilir, palasıyla ona saldırabilir, ya da alevli bir odunla onun kolunu yakabilir. Eğer bir koca gerçekten öfkeliyse karısının baldırına ya da kalçasına dikenli bir ok fırlatabilir. Chagnon’un kayda geçirdiği bir olayda, ok yolunu şaşırıp kadının midesine girmiş ve ölümüne ramak kalmıştır. Paruriwa adında bir adam kendisini memnun etmekte karısı çok yavaş davrandığı için öfkeden kudurmuş, eline geçirdiği bir baltayı ona doğru kaldırmış. Kadın birden başını eğip çığlık atarak kaçmıştır. Paruriwa’nın fırlattığı balta onun başı üzerinden vızlayıp geçmiştir. O zaman adam palasıyla onun ardından gitmiş ve köy başkanının müdahalesine fırsat kalmadan kadının elini ortasından yarıp açmıştır.

Ayrıca ortada hiç bir kışkırtma olmadan da kadınlara karşı şiddetin uygulandığı bir çok olay olmuştur. Chagnon’un düşüncesine göre bu davranış bir ölçüde erkeklerin öldürücü saldırı yapabileceklerini birbirlerine ispatlama gereksinmesiyle bağlantılıdır. Eğer herkesin önünde karısını sopayla döverse bu erkeklik “imajı”nı destekler. Kadınlar da sadece uygun günah keçileri olarak kullanılırlar. Erkek kardeşine duyduğu öfkenin acısını gerçekten çıkarmak için bir adam kendi karısını vurdu; yaşamsal önemde olmayan bir yerine nişan aldı, ama atılan ok yolunu şaşırdı ve kadını öldürdü.

Kocalarından kaçan kadınlar erkek akrabalarından ancak sınırlı bir destek bekleyebilir. Evliliklerin büyük çoğunluğu kızkardeşlerini değiş tokuş etmeyi kabul eden erkekler arasında anlaşmaya bağlanır. Bir adamın kayınbiraderi onu en yakın ve en önemli akrabası olarak gözetir. Bu adamlar, birbirlerinin burun deliklerine sanrılayıcı toz üfleyerek, ve aynı hamakta birlikte yatarak, bir arada uzun saatler geçirirler. Chagnon tarafından kaydedilen bir olayda, kocasından kaçan bir kadının erkek kardeşi öylesine öfkelenmiştir ki kocasıyla kurup yararlandığı dostluk ilişkisini bozması nedeniyle kızkardeşini baltasıyla yaralamıştır.

Yanomamo erkek egemenliğinin önemli bir yönü erkeklerin sanrılayıcı ilaçlar kullanımında sahip oldukları tekeldir. Bu ilaçlan almak suretiyle (bunların en yaygını bir cengel asmasından elde edilen ebene’dir), erkekler kadınların deneyemedikleri doğaüstü imgeler edinirler. Bu imgeler erkeklere şaman olmalarını, şeytanları ziyaret etmelerini, ve kötülük saçan güçleri denetlemelerini sağlar. Ayrıca burundan ebene çekilmesi adamların en ağır acıları duymaz hale gelmelerine, düellolar ve akınlar sırasında korkularını bastırmalarına yardımcı olur. Az sonra betimleyeceğim göğüs dövme ve odunla kafaya vurma yarışmaları sırasında sergilendiği gibi acı karşısında açıkça görülen bağışıklık olasılıkla ilaçların ağrı kesen yan etkilerinden ileri gelmektedir. “Uyuşturucu etkisindeki” erkekler bayılmalarının ya da bilinç yitimine uğramalarının öncesinde korkunç bir görünüm ortaya koyarlar. Burunlarından yeşil sümük damlar, acayip hırıltılarla gürültü çıkarırlar, dört ayak üzerinde gibi yürürler, ve görünmez şeytanlarla konuşmalar yaparlar.

Yanomamo’lar, Yahudi-Hıristiyan geleneklerinde olduğu gibi, söylencel kökenleriyle erkek şovenizmini doğrularlar. Onlara göre, dünyanın başlangıcında ayın kanından oluşmuş saldırgan erkekler vardı. Bu ilk adamlar arasında adı Kanaborama olan birinin bacakları gebe kaldı. Kanaborama’nın sol bacağından kadınlar meydana geldiler ve sağ bacağından da kadınsı erkekler – ikili kavgalarda isteksizlik ve çarpışmalarda korkaklık gösteren Yanomamo’lar – doğdular.

Erkek egemenliği altında bulunan öteki kültürler gibi, Yanomamo’lar da aybaşı kanının kötü ve tehlikeli olduğunu düşünürler. Onlar ilk adetini gören bir kızı özel olarak bambudan yapılmış bir kafesin içine kilitlerler ve onu orada besinsiz yaşamaya zorlarlar. Daha sonra, her aybaşı döneminde inzivaya çekilmeli ve evin karanlık bir yerinde yalnız başına çömelip oturmalıdır.

Yanomamo kadınları çocukluklarından itibaren hep zulüm görürler. Bir kız kendisine vuran küçük erkek kardeşine vurursa kendisi cezalandırılır. Oysa, herhangi bir kimseye vuran küçük erkek çocuklar asla cezalandırılmazlar. Yanomamo’lu babalar dört yaşındaki öfkeli oğulları tarafından suratları tokatlandığında keyiflenip kahkaha atarlar.

Etnograf Chagnon’un Yanomamo’nun eşey rollerine ilişkin betimlemesinin bir parça kendi erkeksi yan tutmasını yansıttığını düşündüm. Neyse ki, Yanomamo’lar bir kadın tarafından da incelenmişlerdir. Chicago Üniversitesinden Profesör Judith Shapiro da Yanomamo kadınlarının aslında edilgin bir rolde bulunduklarını vurgular. Onun bildirdiğine göre evlilik söz konusu olunca, erkekler kesinlikle değiş tokuş edenler, kadınlarsa değiş tokuş edilenlerdir. Yanomamo dilindeki evlilik deyimini “bir şeyi zorla sürükleme” ve boşanmayı da “bir şeyi fırlatıp atma” olarak çevirmiştir. Kızların sekiz ya da dokuz yaşlarında artık kocalarına hizmet vermeye başladıklarını; onların yanıbaşlarında uyuduklarını, onların peşinden ayrılmadıklarını, ve yemeklerini hazırladıklarını anlatır. Bir adam sekiz yaşındaki geliniyle bile cinsel ilişkiye girişebilir. Dr. Shapiro’nun tanık olduğu ürküntü veren sahnelerde küçük kızlar atanmış kocalarından uzaklaştırılmaları için akrabalarına yalvarırlar. Olayın birinde, isteksiz gelinin kendi akrabaları tarafından bir yana, kocasının akrabaları tarafından öbür yana çekilirken kolları yuvalarından çıkarıldı.

Chagnon’un belirttiğine göre Yanomamo kadınları kocaları tarafından hırpalanmayı beklerler ve eş olma statülerini kocalarından yedikleri küçük çaplı dayakların sıklığıyla ölçerler. Bir gün o bir rastlantı sonucu iki genç kadının kendi kafa derilerindeki yara izleri konusunda yaptıkları tartışmayı izledi. Onlardan biri bir başkasının kocasının karısının kafasına böylesine sıklıkla vurduğuna göre onu gerçekten çok beğeniyor olmalıdır diyordu. Dr. Shapiro kendisiyle ilgili olarak kendisinin yarasız beresiz olmasının Yanomamo kadınlarına bir kaygı kaynağı gibi göründüğünden söz eder. Onların “kendileriyle birlikte bulunduğum adamların benimle gerçekten yeterince ilgilenmediklerine” karar verdiklerini söyler. Biz Yanomamo kadınlarının dövülmeyi istedikleri sonucunu çıkaramayız, ama onların dövülmeyi beklediklerini söyleyebiliriz. Onlar için kocaların daha az gaddar oldukları bir dünyayı imgelemek güçtür.

Yanomamo’nun erkek şovenliği sendromunun kendine özgü yoğunluğunu en iyi gösteren olay, dayanma güçlerinin son sınırına dek birbirini hırpalamaya çalışan iki adamı gerektiren düellolardır. Göğüs dövüşü bu karşılıklı cezalandırmanın çok benimsenen biçimidir.

Bağıran, dövüşen bir erkekler kalabalığı, kırmızı ve siyah desenlerle boyanmış vücutlar, saçlarına yapıştırılmış beyaz tüyler, yukarıya karınlarına doğru iple bağlanmış olarak teşhir edilen penisler düşünün. Erkekler yaylar ve oklarla, baltalarla, sopalarla, ve palalarla, takırtı ve çatırtılı sesler çıkararak birbirlerini tehdit ederler. Bir Yanomamo köyünün orta yerinde, konukları ağırlayanlar ve konuklar olmak üzere ikiye ayrılmış durumda toplanmış bulunan adamlar, gerilerde daire biçimindeki kocaman komünal yapının saçakları altında bekleşen karıları ve çocukları tarafından kaygıyla izlenirler. Ağırlayanlar konukları bahçelerden hırsızlık yapmakla suçlarlar. Konuklar kendilerini ağırlayanların cimri olduklarını ve en iyi besinleri kendilerine sakladıklarını bağıra bağıra anlatırlar. Konuklara veda armağanları daha önce verilmiş bulunduğuna göre, acaba onlar evlerine neden dönmüyorlar? Ağırlayanlar artık konuklardan kurtulmak üzere onları bir göğüs dövüşü düellosuna çağırırlar.

Ağırlayan köyden bir savaşçı köy alanının ortasına doğru ilerler. O bacaklarını yana açar, ellerini gerisinde tutar, ve göğsünü karşı gruba doğru kabartır. İkinci bir adam konuklar arasından ileri fırlar ve arenaya girer. O düşmanını sakince süzer ve onu duruş değiştirmeye zorlar. Hedef olan kişinin sol kolunu başının üzerinde duracak biçimde büker, yeni duruşu değerlendirir, ve son bir düzeltme yapar. Düşmanın gereken durumu alması üzerine, konuk tam kol mesafesinde durur, sertleştirilmiş toprak zemin üzerinde açtığı yere ayağını sıkıca yerleştirir, mesafeyi ayarlayıp dengesini denetlemek için ardı ardına sanki vuracakmış gibi davranır. Sonra, bir beyzbol atıcısı gibi geriye doğru eğilerek, bütün gücünü ve ağırlığını sıkılmış yumruğunda toplar ve hedef aldığı kişinin göğsüne memesi ile omuzu arasındaki bir yere vurur. Darbeyi yiyen adam güçlükle kalkıp sendeleyerek yürür, dizleri bükülür, başı titrer, ama ses çıkarmaz ve yüzü anlamsızdır. Onun yandaşları yırtınarak çığlık atarlar, “Bir kez daha !” Sahne yinelenir. Darbe sonucu göğüs adalesi adamakıllı şişmiş olan ilk adam gene ilk konumuna girer. Düşmanı onun duruşunu düzeltir, mesafeyi ayarlar, geriye eğilir, ve aynı yere ikinci bir darbeyi indirir. Darbeyi alan adam dizleri bükülerek yere yıkılır. Saldırgan utku belirterek kollarını başının üzerinde sallar, ve kurbanın çevresinde dans eder, azgınca hırıltılarıyla gürültüler çıkarır ve öylesine hızlı devinir ki ayakları kalkan tozda neredeyse görünmez olur, öte yandan onun çığlıklar atan yandaşları ağaç silahlarıyla toptan takırtı sesleri çıkarırlar ve çömelmiş durumdan kalkıp hoplayıp zıplamaya başlarlar. Yıkılan adamın arkadaşları daha çok ceza alması için onu kışkırtırlar. O aldığı her darbenin bir karşılığını verebilecektir. O ne denli çok darbe alırsa, o denli çok darbe vurabilecek ve sonunda düşmanını kötürüm etme ya da pes ettirme olasılığı da o denli artacaktır. Aldığı iki yeni darbeden sonra ilk adamın göğsü şişmiş ve kızarmıştır. Yandaşlarının çılgınca homurtuları arasında, artık dayanamayacağı işaretini verir, düşmanının hakkı neyse alması için saldırıyı durdurmasını ister.

Betimlediğim bu özel sahne Napoleon Chagnon’un görgü tanıklığına dayanır. Öteki bir çok göğüs dövüşü düelloları gibi, bu da bir grubun ötekine üstün gelmeye başladığı andan itibaren şiddetin tırmanmasına yol açmıştır. Ağırlayan grubun kullanabileceği başka göğüsler kalmamıştır ama barış görüşmelerine başlamaya isteksizdirler. Bu nedenle konukları bir başka tür düello için çağırıp onlara meydan okumuşlardır: Yandan tokatlama. Bu kıpırdamadan ayakta dururken sizin düşmanınızın kaburgalarınızın hemen altına açık elle vurmanız demektir. Bu bölgeye indirilen darbeler bir insanın diyaframını felce uğratır, ve kurban nefesi kesilerek bilinçsizce yere yıkılır. Bu özel olayda, yerlerde tozlar içinde yüzükoyun yatan en sevilen arkadaşların bu görünümü çok geçmeden her iki tarafı deliye çevirmiş, ve her iki yanda adamlar zehirli bambu uçlarıyla oklarını donatmaya başlamışlardır. Hava kararıyordu, kadınlar ve çocuklar bağırtılarla ağlayışa geçmişlerdi. Sonra onlar kendilerine koruyucu bir perde oluşturan adamların arkasına koştular. Soluk soluğa kalmış ağırlayıcılar ve konuklar alanın orta yerinde karşı karşıya geldiler. Chagnon bir sıra okçunun arkasından olayı izliyordu. Yoğun bir rahatlama duygusu içinde, konukların alev alev yanan çıralı meşaleleri birden kaparak köyden yavaş yavaş uzaklaştıklarını ve ormanın karanlığına daldıklarını gördü.

Kimi zaman göğüs dövüşü düellolarının tırmanışında bir ara aşama bulunur. Hasımlar yumruklarında taşlar tutarlar ve bunlarla yaptıkları vuruşların karşıtlarında açtığı yaralardan kanlar saçılır. Ağırlayan grubun ve bağlaşıklarının birbirlerini eğlendirmelerinin bir başka yolu bir çeşit pala düelloları düzenlemeleridir. Karşıt çiftler bıçağın yassı yüzüyle sırayla birbirlerine vururlar. Hafif bir kayma bile ciddi bir yaralanmaya ve başka yeğin çatışmalara yol açar.

Daha sonraki en yüksek şiddet düzeyi sopa dövüşüdür. Birisine özel bir kin besleyen bir adam hasmına meydan okur ve iki buçuk-üç metre uzunluğunda bir bilardo sopası biçimindeki bir sırıkla kafasına vurması için çağrı yapar. Meydan okuyan adam kendi sırığını yere saplar, ona dayanır, ve başını eğer. Onun hasmı kendi sırığını ince ucundan tutar, ağır olan tarafıyla sunulan kafanın üzerine kemik parçalayan bir güçle vurur. Bu darbeye dayanabilmiş olan adam hasmına hemen aynı biçimde vurma hakkını elde eder.

Chagnon’un yazdığına göre tipik Yanomamo kafası uzun çirkin yara izleriyle kaplıdır. Eski zamanların Prusyalıları gibi, Yanomamo’lar da düelloların bıraktığı bu izlerden övünç duyarlar. Yara izlerini görünür halde tutmak için başlarının tepesini tıraş ederler ve her yara izi açıkça ortaya çıksın diye tıraş edilen alanı kırmızı boya maddeleriyle boyarlar. Eğer bir Yanomamo erkeği kırk yaşını bulursa, başında birbirini çaprazlama kesen yirmi kadar geniş yara izi görülebilir. Yukarıdan bakılınca, diyor Chagnon, bir eski sırık düellocusunun başı “bir yol haritasına benzer.”

Aynı köyün erkekleri arasındaki Düellolar komşu köylerden erkeklerle yapılanlar kadar yaygındır. Hatta yakın akrabalar bile anlaşmazlıklarını çözmek için silahlı çatışmaya sıklıkla başvururlar. Chagnon en azından bir baba ile oğlu arasındaki bir çatışmayı gözlemlemiştir. Genç adam babasının olgunlaşsınlar diye yükseğe astığı muzları yemişti. Hırsızlık anlaşılınca, baba öfkelendi, evinin çatı kirişleri arasından bir sırığı çekip aldı, ve onu oğlunun kafasında parçaladı. Oğulun kendisi de bir sırık ele geçirdi ve babasına saldırdı. Bir anda, köydeki herkes yanlardan birini tutarak bir başkasına saldırıya geçti. Kavga genelleşince, amaç yozlaştı, sonuçta bir çoklarının parmakları ezildi, omuzları ve kafatasları yara bere içinde kaldı. Her hangi bir düello sırasında kavgayı izleyenler çok fazla kan aktığını görür görmez böyle kavgaların çıkması olasıdır.

Yanomamo’lar kavgalarda toptan ölüme değin tırmanmayan bir üst çatışma biçimini de bilirler – mızrak kavgası. Onlar iki metre uzunluğunda soyulmuş körpe dallardan mızraklar yaparlar, onları kırmızı ve siyah desenlerle süslerler, ve uzun uçlarını keskinleştirirler. Bu silahlar ciddi yaralar açabilirler ama ölümcül sonuçlar doğurmakta oldukça yetersiz kalırlar.

Savaş Yanomamo’ların yaşam biçimini anlatan temel olaydır. Yanomamo’lar, Maring’lerden farklı olarak, güvenli her hangi bir ateşkes düzenleme olanağından yoksun görünürler. Onlar komşu köylerle bir dizi bağlaşıma girerler, ama gruplararası ilişkiler sonu gelmez güvensizliklerin, kötü niyetli söylentilerin, ve ustaca hazırlanmış hainliklerin etkisiyle bozulur. Ben bağlaşıkların şölenlerinde birbirlerine ne tür eğlenceler sunduklarına ilişkin bilgileri daha önce verdim. Bu olayların dostlukları güçlendirmesi beklenir, ama bağlaşıkların en iyileri bile her bir grubun bağlaşıma katkısının değerine ilişkin hiç bir kuşku bırakmamak için yabanıl ve saldırgan bir biçimde davranır. Bir sözde dostluk şöleni sırasında sürüp giden kasıntılı yürüyüşler, böbürlenmeler, ve cinsel gösterilerden dolayı, son konuk evine dönünceye değin sonucun ne olacağı kestirilemez. Şölene katılanların hepsi de gayet iyi bilirler ki bazı çok ünlü olaylarda ya konuk ağırlayan köyler konuklarını öldürme kastıyla planlar hazırlamışlar ya da konuklar, böyle bir olasılığı sezinleyerek, ağırlayanları öldürmeyi planlamışlardır. 1950’de az önce betimlediğim göğüs dövüşü düellosunda ev sahipliği yapan köyün bir çok insanları ünlü bir hıyanet şöleninin kurbanı oldular. Onlar yeni bir bağlaşım kurmak amacıyla köylerinden kalkıp iki günlük yürüyüş mesafesindeki bir köye gitmişlerdi. Ev sahipleri sanki her şey yolundaymış gibi onların dans etmelerini sağladılar. Daha sonra konuklar dinlenmek üzere eve girdiler, ve baltalarla ve sopalarla saldırıya uğradılar. On iki adam öldürüldü. Canını kurtaranlar köyden kaçarlarken ormanda saklanmış olan bir grubun yeniden saldırısına uğradılar. Başka bir çok adam öldürüldü ve yaralandı.

Yanomamo’lar hainlik konusunda hep kaygılıdırlar; onlar insanlar ve kaynaklarla ilgili bir takım ortak çıkarlar nedeniyle değil de askersel varlığın iniş çıkışlarındaki son duruma göre bağlaşımlar kurarlar. Eğer bir köy ağır bir askersel yenilgiye uğrarsa, sıklıkla saldırıya, hatta eski bağlaşıklarının saldırısına uğrayabilir. Çatışmada bir çok erkeğini yitirmiş olan bir köyün en büyük umudu bağlaşıklarıyla birlikte yaşamasıdır. Ama hiç bir grup duygusal nedenlerle sığınma hakkı tanımaz. Geçici olarak sağlanan besin ve güvenlik karşılığında, bağlaşıklar yenilen grubun kadınlarını armağan olarak alırlar.

Tuzaklar, hıyanet şölenleri, ve şafakta yapılan gizli akınlar -bunlar Yanomamo savaşının özgün yöntemleridir. Onlar bir kez böbürlenme aşamasını geçtiler mi, artık onların ereği kendileri hiç bir kayıp vermeden olabildiğince çok sayıda düşman erkeği öldürüp düşman kadınları tutsak almaktır. Bir akın sırasında, Yanomamo savaşçıları geceleyin düşmana gizlice yaklaşırlar, ışık yakmazlar, ıslak cangılın karanlığında titreyerek şafağı beklerler. Aşırı cesurca bir eylemde, bir savaşçı düşman köyüne sızabilir ve hamakta uykuda olan birini öldürebilir. Başkaca, akıncılar ırmaktan su taşımak için kadınlarıyla birlikte ortaya çıkan erkekleri öldürmekle yetinirler. Eğer düşman tetikte ise ve yalnızca büyük gruplar halinde dolaşıyorsa, o zaman akıncı grup köyü gelişi güzel bir biçimde ok yağmuruna tutar ve sonra sonuçları öğrenmeyi beklemeden evlerine doğru kaçarak çekilir. Chagnon o bölgede bulunduğu sırada, bir köy on beş ay içinde yirmi beş kez akma uğradı. Chagnon’un bu koşullar altında yaşamı sürdürme yeteneği çok dikkate değer – bir etnograf olarak onun bu beceri ve cesurluğuna büyük hayranlık duyulur.

Yanomamo’lar neden böylesine çok dövüşüyorlar? Profesör Chagnon’un kendisi de doyurucu nedenler sunmuş değildir. Aslında o Yanomamo’ların ileri sürdükleri açıklamayı benimser. Onların dediklerine göre düelloların, akınların, ve öteki şiddet olaylarının büyük bölümünün dayandığı neden kadınlarla ilgili anlaşmazlıklardır. Kesinlikle kadın kıtlığı söz konusudur. Erkeklerin dörtte birinin çarpışmalarda ölmelerine karşın, erkeklerin sayıca kadınları geçme oranı 120’ye 100’dür. Durumu daha da kötüleştiren olgu, yabanıllıkta özel bir ün sahibi olan şeflerin ve başkalarının aynı anda dört ya da beş karıyla evlenmeleridir. Genelde, erkeklerin yaklaşık yüzde 25’inin iki ya da daha çok karısı vardır. Babalar ya teveccühlerini kazanmak ya da kendi evliliklerinin karşılığını ödemek üzere kendi küçük kızlarını kıdemli saygın kişilere yavukladıkları için, köyün cinsel yönden gelişmiş bütün kadınlan evlidirler.

Bu durum bir çok genç erkeği zina dışında karşı cinsten doyum sağlamanın her kaynağından yoksun bırakır. Yabanıllaşacak genç erkekler küstürülmüş ya da yıldırılmış evli kadınlarla akşamları randevulaşırlar. Ertesi sabah, bir çok insanlar dışkı ve idrarlarını boşaltmak için köyü terk ettiklerinde, cangılın örtüsü altında buluşurlar.

Yanomamo’da bir koca karılarından birini erkek kardeşleri ve arkadaşlarıyla memnunlukla paylaşır. Ama karı ödünç verme yoluyla kadın elde eden erkekler kendilerini kocaya karşı borçlu duruma sokarlar ve borçlarını ona ya hizmet ederek ya da savaşta tutsak ettikleri kadınlarla öderler. Ünlü olmak isteyen bir genç adam kendisini bağımlılık altına sokmamalıdır; bunun yerine köyün evli kadınlarını baştan çıkarmayı ve onları gizli ilişkilere zorlamayı yeğler. Yanomamo kızları daha aybaşı görme çağma bile girmeden yavuklandıkları için, bütün genç Yanomamo erkekleri komşularının karılarına eylemli olarak göz dikerler. Yanomamo’lu kocaların bir randevuyu ortaya çıkardıklarında çok öfkelenmelerinin nedeni, pek öyle cinsel kıskançlıktan dolayı değil ama zina işleyen erkeğin kocanın kaybını armağanlar ve hizmetlerle karşılaması zorunluğudur.

Düşman köylerine yapılan akınlar sırasında kadınların tutsak edilmesi Yanomamo savaşının başlıca amaçlarından biridir. Başarı kazanan bir akıncı grubun savaşçıları kovalanmadıklarını anlar anlamaz zor kullanıp tutsak kadınlarla toplu cinsel ilişkiye girerler. Akıncılar köylerine ulaştıklarında, kadınları evde kalmış olan adamlara verirler ve ardından da bunlar kadınlarla toplu cinsel ilişkiye girerler. Daha sonra çekişe çekişe yapılan çetin pazarlık ve tartışmaların ardından, savaşçılar tutsakları belli savaşçılara karı olarak atarlar.

Yanomamo topraklarından gelen en korkunç öykülerden biri, daha on yaşındayken bir Yanomamo akıncı grubu tarafından yakalanan Brezilyalı bir kadının, Helena Valero’nun anlattığı öyküdür. Yakalanmasından kısa bir süre sonra onu yakalayan adamlar kendi aralarında dövüşmeye başladılar. Bir grup ötekini bozguna uğrattı, başlarını kayalara çarparak bütün küçük çocuklar} öldürdü, ve sağ kalan kadınları evlerine doğru yürüttüler. Helena Valero çocukluk ve gençlik yıllarının büyük bölümünü yeniden yakalanıncaya değin bir grup akıncının elinden kaçmakla, sonra yeniden kaçmakla, ormanda kendisini izleyenlerden gizlenmekle, ve tekrar yakalanıp değişik kocalara verilmekle geçirdi. Ucu zehirli oklarla iki kez yaralandı ve sonunda Orinoco Irmağı üzerindeki bir misyoner yurduna kaçmayı başarıncaya değin birkaç çocuk doğurdu.

Kadın kıtlığı, çocukların yavuklanmaları, zina, çok karılılık, ve kadınların tutsak alınması bütün bunlar cinselliğin Ya- nomamo savaşının nedenine işaret eder gibidir. Ne var ki ben burada bu kuramın açıklayamadığı can sıkıcı, çetin bir olguyu buluyorum: kadın kıtlığı yapay olarak yaratılıyor. Yanomamo’lar yalnızca seçtikleri savsama yollarıyla değil ama belirli cinayet eylemleri yoluyla da kız bebeklerin büyük bir oranını düzenli bir biçimde öldürüp yokederler.

Erkekler doğan ilk çocuklarının erkek olmasını isterler. Kadınlar bir erkek çocuk verebilinceye değin kendi kız çocuklarını öldürürler. Daha sonra, her iki cinsten çocuklar öldürülebilir. Yanomamo kadınları bebeklerini bitki saplarıyla boğarak, bebeğin boğazı üzerine konan bir sopanın iki ucuna bastırarak, bebeğin başını bir ağaca çarparak, ya da bebeği bir cangıl’ın toprağına kendi başına bırakarak öldürürler. Çocuk öldürmenin ve daha iyicil biçimleriyle cinsel seçmenin açık sonucu çocuklar arasındaki cinsellik oranının 154 erkeğe karşı 100 kız çocuk olmasıdır. Kendilerine bir eş edinmek için erkeklerin katlanmak zorunda kaldıkları güçlükler dikkate alındığında her halde onları bütün zevk ve çabalarının gerçek kaynağını yok etmeye sevk eden çok büyük bir gücün – cinsellikten başka ve ondan daha üstün bir gücün – var olduğunu kabul etmek gerekiyor.

Yanomamo topraklarındaki çocuk öldürmenin ve savaşın insana şaşkınlık veren özelliği nüfus baskısı yokluğunun açıkça görülmesi ve göründüğü kadarıyla kaynakların çok bol olmasıdır. Yanomamo’lar başlıca besinsel kalori kaynaklarını kendi orman bahçelerinde yetişen plantainlerden* ve muz ağaçlarından sağlarlar. Maring’ler gibi, onlar da bu bahçeleri yapmak için ormanı yakma gereğini duyarlar. Ama muzlar ve plantainler Hint yerelmasına ve tatlı patatese benzemezler. Onlar birim işgücü girdisine karşılık art arda bir çok yıllar bol ürünler veren kalımlı bitkilerdir. Yanomamo’lar dünyanın en büyük tropikal ormanının ortasında yaşadıkları için, ormanı çok küçük çapta yakmaları “ağaçlan yemek” tehlikesini pek yaratmaz. Tipik bir Yanomamo köyünde ancak 100 ila 200 kişi bulunur ki bu nüfus başka yere göç zorunda kalmaksızın yakınlardaki bahçeliklerde yeterince muz ve plantaini kolaylıkla yetiştirir. Ne var ki Yanomamo köyleri sürekli devinim halindedirler, bölünürler ve ‘kes ve yak’ yöntemini uygulayan öteki Amazon ormanı insanlarından çok daha büyük bir hızla bahçelerini değiştirirler.

Chagnon’a göre onlar bu denli sıklıkla bölünüp devinirler çünkü kadınlar yüzünden dövüşürler ve sürgit savaş halindedirler. Kanımca, bu denli sıklıkla devindikleri içindir ki kadınlar yüzünden dövüşürler ve sürgit savaş halindedirler, demek gerçeğe daha yakın olur. Yanomamo’lar tipik ‘kes ve yak’çılık yapan bahçe tarımcıları değildirler. Onların ataları göçebe avcılar ve toplayıcılardır ki onlar büyük ırmakların uzağında küçük dağınık öbekler halinde yaşarlar ve onların başlıca geçimlik besin kaynaklarını yabanıl orman ürünleri oluşturur. Şundan emin olabiliriz ki onlar ancak yakın denebilecek zamanlarda başlıca besinleri olarak muzlar ve plantainlerden yararlanmaya başladılar, çünkü bu bitkiler Yeni Dünya’ya Portekizliler ve İspanyollar tarafından getirildi. Yakın zamanlara değin, Amazon’daki Amerikalı Kızılderili toplulukların başlıca merkezleri büyük ırmaklar ve onların kolları boyunca kuruldular. Yanomamo’lar gibi kabileler, ülkenin iç kesimlerinde yaşadılar ve büyük sürekli köylere ve kendilerini çok devingen kılan kanolara sahip bulunan ırmak insanlarının gözünden uzak kalmayı başardılar. Büyük Kızılderili ırmak köylerinin sonuncuları ondokuzuncu yüzyılın bitimine doğru kauçuk ticaretinin ve göçmen Brezilyalı ve Venezüellalılar’ın yayılmalarının bir sonucu olmak üzere yıkıldılar. Amazon’un geniş alanlarında yaşamı sürdürebilen Kızılderililer yalnızca “yaya” Kızılderililer oldular ki bunların göçebe yaşam biçimi onları beyaz adamın toplarından ve hastalıklarından korudu.

Günümüze değin Yanomamo’lar kendi yakın geçmişlerindeki “yaya” Kızılderili yaşam biçimlerinin çok açık işaretlerini sergilemişlerdir. Şimdi başlıca yerleşim alanları Orinoco ve Mavaca ırmaklarının kıyılarında ya da yakınlarında bulunmakla birlikte, kano yapmayı ya da kürek kullanmayı bilmezler. Anılan sular genellikle balık ve öteki su hayvanları bakımından zengin olmakla birlikte, neredeyse hiç balık tutmazlar. Plantain yemeği en iyi kaynatılarak hazırlandığı halde, onlar yemek pişirme kapları yapma bilgisinden yoksundurlar. Ve nihayet taş balta yapmayı da bilmezler, oysa şimdi plantain bahçeleri yapma işinde çelik baltalara bağımlıdırlar.

Yakın Yanomamo tarihinin biraz kurgusal bir öyküsünü anlatmak isterim. Venezuela ile Brezilya arasındaki uzak dağlarda yaşayan göçebe Yanomamo’lar muz ve plantain bahçeleriyle deneme yapmaya başladılar. Bu ürünler kişi başına düşen besin kalorileri miktarında büyük bir artış sağladılar. Bunun sonucunda, Yanomamo’nun nüfusu da artmaya başladı – bugün onlar bütün Amazon havzasındaki en kalabalık Kızılderili gruplarından birisidirler. Ama plantain ve muzların dikkati çeken bir eksikliği vardır: herkesçe bilindiği gibi proteinlerden yoksundurlar. Geçmişte, Yanomamo’lar, göçebe avcılar olarak, protein gereksinmelerini orman hayvanlarını yiyerek kolayca karşılamışlardı, o hayvanlar arasında tapir, geyik, göbekli domuz, karıncayiyenler, armadillolar, maymunlar, pakalar, agutiler, timsahlar, kertenkeleler, yılanlar, ve su kaplumbağaları bulunurdu. İnsan nüfusunun yoğunluğunu güçlü bahçe ürünlerinin arttırması üzerine, bu hayvanlar hiç görülmemiş bir yoğunlukta avlandılar. Bilindiği gibi, orman hayvanları yoğun avcılığın etkisiyle ya kolaylıkla yok olurlar ya da uzaklara sürülürler. İlişki öncesi zamanlarda yoğun nüfuslu Amazon kabileleri ırmaksal alanlarının balıklarından yararlanarak benzer bir sonuçtan kurtuldular. Oysa, Yanomamo’lar bunu başaramadılar.

Amazon uzmanlan Jane ve Eric Ross’un düşüncelerine göre Yanomamo köyleri arasındaki sürekli bölünmeyi ve kavgaları kösnül taşkınlıklar değil, protein kıtlıkları açıklamaktadır. Bu görüşe katılıyorum. Yanomamo’lular “ormanı yemişler” – ağaçlarını değil, ama hayvanlarını yemişler – ve bundan dolayı artan savaş, hainlik, ve çocuk katilliği , ve barbar bir seks yaşamı biçiminde ortaya çıkan sonuçların acısını çekiyorlar.

Yanomamo’ların açlık hakkında iki sözcükleri var – birisi boş bir mideyi belirtir, oysa öteki şiddetle et isteyen dolu bir mideyi belirtir. Ete duyulan açlık Yanomamo şarkı ve şiirinin değişmez bir temasıdır, ve et Yanomamo şöleninin odak noktasıdır. Helena Valero’nun tutsaklık öyküsünde, bir Yanomamo’lu kadının bir erkeği sindirebildiği ender yollardan biri onun bir avcı olarak beceriksizliğinden yakınmasıdır. Avcılar avdan elleri boş dönmemek için köylerinden gittikçe daha uzaklara uzanmak zorundadırlar. Önemli sayıda büyük hayvanlarla geri dönmek için on ila on iki gün süren av seferleri yapılmasına gerek vardır. Chagnon’un kendisi av seferine katılanları bile beslemeye yetecek miktarda et elde etmeksizin içinde “on yıllarca avlanma yapılmamış” bir bölgede beş gün süren bir av seferine katıldığından söz eder. Bir tipik Yanomamo köyü en yakın komşusundan bir günlük yürüyüş mesafesinden daha yakın olduğu için, büyük seferlerde ister istemez kendilerinkinden başka köylerce kullanılan avlanma alanlarının içinden defalarca geçilir. Bu köyler aynı kıt kaynak için rekabete girerler, ve kıt olan bu kaynak kadınlar değil ama protein kaynağıdır.

Yabanıl erkek bilmecesi için ben bu çözüm yolunu yeğlerim çünkü bu Yanomamo kadınlarının erkek bebeklerden daha çok kız bebekleri öldürmek suretiyle kendilerinin sömürülmelerine aktif olarak neden katkıda bulunduklarını pratik olarak açıklar. Yanomamo erkeklerinin oğulları kızlara yeğledikleri doğrudur. Erkek çocuklar yetiştirmediği için kocasını düş kırıklığına uğratan bir kadın kuşkusuz onun gözünden düşer ve daha çok dayak yeme riskine girer. Ama kanımca Yanomamo kadınları, eğer kendi çıkarlarına uygun olsaydı, erkeklere karşı kadınları kayırmak üzere cinsellik oranını tersine çevirebilirlerdi. Kadınlar köyden uzakta ormanda doğum yaparlar, orada başka hiç kimse bulunmaz. Bu demektir ki onlar ilk oğullarının doğumundan sonra çocuk öldürdüler diye bir cezaya çarpılmadan erkek çocukları seçip yok edebilirler. Ayrıca, onlar kocaları tarafından durumun anlaşılması ya da öç alınması riski olmaksızın bütün erkek çocuklarını bakımsız bırakarak öldürme yolunu uygulamak için sayısız olanaklara sahiptirler.

Ben kadınların Yanomamo’ların çocuk odalarında cinsellik oranları üzerindeki egemen denetimlerini nasıl yürütebildiklerinin en azından iyi bir örneğini açıklayabilirim. Chagnon’un dediğine göre bir gün o “tombul, iyi beslenmiş genç bir anne”nin bir bebek tarafından kolaylıkla yenebilecek bir yemek (olasılıkla plantain lapası) yediğini gördü. Kadının yanındaki “bir deri bir kemik kalmış, kir pas içinde, ve neredeyse açlıktan ölecek” iki yaşındaki oğlu bu lapadan bir parça almak için ona uzanıp duruyordu. Chagnon anneye bebeğini neden beslemediğini sordu, ve anne bebeğin bir süre önce kötü bir ishale tutulduğunu ve emzirmeyi kestiğini anlattı. Bundan dolayı, annenin sütü çekilmiş ve bebek sütsüz kalmıştı. Annenin dediğine göre, başka besinler de yararsızdı, çünkü “bebek o değişik besinleri yemesini bilmiyordu.” Sonra Chagnon “kadının yemeğini çocuğuyla paylaşmasını” ısrarla istedi. “Bebek yemeği yutarcasına yedi,” böylece Chagnon “kadının bebeği aç bırakarak yavaş yavaş ölmeye terk ettiği” sonucuna vardı.

Erkek çocuklardan çok kız çocuklarının öldürülüp bakımsız bırakılmasının kılgısal nedeni sadece erkeklerin kadınları böyle davranmaya zorlamaları olamaz. Az önce verdiğim örneğin de gösterdiği gibi, bu konuda erkeklerin isteklerinden kurtulup onları aşmanın pek çok yolları vardır. Daha doğrusu, Yanomamo kadınlarının çocuk bakımı uygulamalarının gerçek nedeni kız çocuklarından daha çok erkek çocukları yetiştirmelerinin kendi çıkarlarına daha uygun olmasıdır. Bu ilginin kökleri doğal yaşam çevrelerini kullanmak için yeteneklerine göre zaten çok fazla Yanomamo inşam bulunması olgusuna dayanır. Erkeklerin kadınlara oranının daha yüksek olması kişi başına proteinin daha çok olması (çünkü avcılar erkektirler) ve nüfus artışının da daha düşük olması anlamına gelir. Bunun bir anlamı da daha çok savaşmaktır, ama Maring’ler için olduğu gibi, Yanomamo’lar için de savaş onların kız çocuk yetiştiremedikleri hallerde erkek çocuk yetiştirmek için ödedikleri bir bedeldir. Ne var ki, Yanomamo’lar bu ayrıcalık için çok daha ağır bir bedel öderler, çünkü onlar doğal yaşam çevrelerinin nüfus taşıma kapasitesini zaten düşürmüş bulunmaktadırlar.

Erkekten yana cinsel ayrımcılık konusunda savaşın rolünü doğrulayan kimi kadın özgürlüğü savunucuları gene de şunu vurgularlar ki kadınlar bir erkek komplosunun kurbanıdırlar çünkü silahlarla öldürme yolları yalnızca erkeklere öğretilir. Onlar savaşçı becerilerinin kadınlara da neden öğretilmediğini öğrenmek isterler. İçinde erkeklerin ve kadınların birlikte yay ve sopalar kullandıkları bir Yanomamo köyü, içinde kadınların gölgelerde koyun sürüsü gibi yazgılarını bekledikleri bir köyden daha korkunç bir savaş gücü olmaz mı? Gaddarlık çabası neden erkekler üzerinde yoğunlaştırılmalı? Saldırganlık teknolojisinin kullanılması neden hem erkeklere hem kadınlara öğretilmesin? Bunlar önemli sorulardır. Sanırım sorun – erkek ya da kadın olsun – insanları bayağı ve zalim olmak üzere yetiştirmekle ilgilidir. Benim anladığıma göre, toplumlar iki klasik stratejiyi kullanarak insanları acımasız hale getiriyorlar. Bunlardan biri en acımasız kişilere besin, konfor, ve bedensel sağlığın ödüller olarak verilmesi suretiyle acımasızlığı özendirmektir. Öteki de en acımasız kişilere en büyük cinsel ödül ve ayrıcalıkların tanınmasıdır. Bu iki stratejiden İkincisi daha etkilidir çünkü besin, konfor, ve bedensel sağlıktan yoksun kalınması askersel yönden ters etkiler doğurur. Yanomamo’lar yüksek düzeyde güdülenmiş öldürücüleri gereksinirler, ama onlar eğer toplumda kurtarıcı işlevleri yerine getireceklerse güçlü ve sağlıklı olmalıdırlar. Zalim kişiler yetiştirmekte kullanılan en iyi güçlendirici sekstir çünkü cinsellikten yoksun kalınması dövüşme yeteneğini azaltmaz tersine arttırır.

Benim görüşüm Sigmund Freud, Konrad Lorenz, ve Robert Ardrey gibi bizim kendi kabile şovenlerimizin imgesinde gelişen sözdebilime çok karşıdır. Bu konuda yerleşmiş olan genel kanıya göre erkekler doğuştan daha saldırgan ve yırtıcıdırlar çünkü erkeğin seks rolü doğuştan saldırganlığı içeren bir roldür. Ama cinsellik ile saldırganlık arasındaki bağlantı çocuk katilliği ile savaş arasındaki bağlantı kadar yapaydır. Seks saldırgan enerjinin ve yabanıl davranışın bir kaynağıdır çünkü cinsel ödüllere yalnızca erkeklerin şoven toplumsal dizgeleri el koyarak onları saldırgan erkeklere verirler ve saldırgan olmayan, uysal erkekleri onlardan yoksun bırakırlar.

Açıkçası, aynı türden yabanıllığın kadınlara yüklenememesi için ben bir neden görmüyorum. Kadının içgüdüsel olarak uysal, sevecen, ana olduğu söyle içesi doğrudan doğruya içgüdüsel olarak yabanıl olan erkeklerle ilgili erkek şoven mitolojisi tarafından öne sürülen bir yankıdır. Eğer “erilleştirilmiş” yabanıl kadınlara erkeklerle cinsel ilişkiye girme olanağı verilseydi, o zaman biz kadınların doğuştan saldırgan ve zalim olduklarına herkesi inandırmakta hiç güçlük çekmezdik.

Eğer cinsellik enerji yüklemekte ve saldırgan davranışı denetlemekte kullanılacaksa, o zaman bundan şu sonuç çıkar ki her iki cins aynı anda aynı kertede zalimleştirilemez. Biri ya da öteki baskın olacak biçimde yetiştirilmelidir. Her ikisi de baskın olamaz. Her iki cinsi de zalimleştirmek cinsler arasında gerçek bir savaşa davetiye çıkarmak olur. Yanomamo’lar arasında bunun anlamı savaş alanındaki yiğitliklerinin bir ödülü olarak birbirlerinin üzerinde denetim kurmak için erkeklerle kadınların silahlı çatışmaya girmeleridir. Başka deyişle, cinselliği yiğitliğin bir ödülü haline getirmek için, cinslerden birine korkaklığın öğretilmesi gerekir.

Bu düşünceler kadın özgürlüğü savunucularının “Anatomi yazgı değildir” paradigmasını benim biraz düzeltmeme yol açtı. İnsan anatomisi belli koşullar altında yazgıdır. Savaşın nüfus kontrolünde önemli bir araç olduğu, ve savaş teknolojisinin aslında ilkel el silahlarından ibaret bulunduğu tarihlerde, ister istemez erkeklerin şoven yaşam biçimleri egemendi. Günümüzün dünyasında bu koşullardan hiç birinin geçerli olmaması ölçüsünde, kadın özgürlüğü savunucuları erkeklerin yaşam biçimlerindeki gerilemeyi öngörmekte haklıdırlar. Eklemek isterim ki bu gerilemenin hızı ve cinsel eşitlik yolundaki son başarı beklentileri geleneksel polis ve asker güçlerinin ortadan kaldırılmasında daha ileri gidilmesine bağlıdır. Umalım ki bu sonuç fiziksel güce dayanmayan savaş taktiklerini yetkinleştirmenin bir sonucu olarak değil de polis ve asker personele olan gereksinmeyi ortadan kaldırmanın bir sonucu olarak gerçekleşir. Eğer cinsel devrimin net sonucu gürz mangalarının başındaki ya da nükleer kumanda yerlerindeki kadınlar için güvenli bir konum ise o zaman bizim vardığımız yer Yanomamo’ların pek az önünde olur.


Marvin Harris,

İnekler Domuzlar Savaşlar ve Cadılar,

Kültür Bilmeceleri

Çeviren: M.Fatih Gümüş
İmge Yayınları