Eski İstanbul (30 Eylül 1922) – Ernest Hemingway

hemingway(30 eylül 1922, The Toronto Daily Star)

Sabah uyanıp da Haliç üzerine çökmüş sisten incecik ve tertemiz başlarını uzatan minareleri görüp bir Rus operasındaki aryayı hatırlatan müezzinin, dokunaklı sesiyle müminleri yalvarırcasına duaya çağırdığını duyduğunuzda Doğu’nun sihrine eriyorsunuz.
Pencere camında yansıyan görüntünüze bakınca, sizi dün gece keşfeden sineklerin ısırıp kızarttığı yerleri görüyor ve kendinizi tam tamına Doğu’da buluyorsunuz.

Pierre Loti’nin hikâyelerindeki Doğuyla, günlük yaşantının Doğu’su arasında gerçekten mutlu bir orta yol bulunabilir. Ama bunu ancak göz kapakları yarı aralıkla bakan biri görebilir. Ayrıca yediklerine aldırmaması, sinek sokmalarına dayanıklı olması şartıyla, tabii.

İstanbul’da kaç kişinin yaşadığını kimse doğru dürüst bilmiyor. Şimdiye kadar sayım mayım yapılmamış. Tahminlere göre, bir buçuk milyon insan yaşıyormuş.

Parçalanan Çar ordusunun her türlü üniformasını giymiş 40.000 Rus mültecisiyle sivil olarak şehre sızan ve barış konferansı ne sonuç verirse versin, şehrin Mustafa Kemalcilere geçmesini sağlamakla görevli bir o kadar da Milliyetçi bu sayıya dahil de­ğil. Bunlar, son tahminlerden sonra şehre sızanlar.
Yağmur yağmadığı zaman İstanbul’da o kadar çok toz oluyor ki, Pera { Beyoğlu ) ’ya paralel tepelerin üzerindeki sokaklardan geçen köpeklerin ayaklarından havaya sanki bir toz bulutu yükseliyor. İnsanlar da ayak bileklerine kadar toza batıyorlar ve rüzgâr esti mi, arada tam ve yoğun bir bulut oluşuyor.
Yağmur yağınca da, her taraf çamur içinde. Kaldırımlar öylesine dar ki, herkes sokakta yürüyor; sokaklar da dereden farksız. Geliş-gidiş kuralı diye birşey yok. Motorlu araçlar, atlı arabalar, tramvaylar, sırtlarında ağır yükleri taşıyan hamallar hep birlikte gidip geliyorlar. Sadece iki ana cadde var. Geri kalanların hepsi ara sokak. Ana caddeler de ara sokaklardan daha ahım şahım değil.

Hindi, Türklerin milli yemeği. Bu iri kümes hayvanları güneşli Yakındoğu tepelerinde yoğun bir ya­şantı sürdürüyorlar ve hepsi de birer katır kadar inatçı.

Büyük baş hayvanların eti kötü, çünkü Türkler sığır beslemiyor. Sığırların en işe yarıyanları Mustafa Kemal’in ordularına silâh ve cephane taşıyan kağnıları çeken iri, ay boynuzlu öküzler. Türk etlerini çiğ­nemekten çene kaslarım bir buldog köpeğinin kasları kadar sağlamlaştı.

Balıkları iyi, fakat balık genellikle içki mezesi.
Üç defa üstüste balık yiyen biri, yüzerek bile olsa İstanbul’u derhal terketmek ister.

İstanbul’da tam 168 resmî izin günü var. Cumaları Müslümanların, cumartesileri Yahudilerin, pazarları da Hristiyanların tatil günü. Ayrıca Katoliklerin, Müslümanların ve Rumların hafta içlerinde dinî bayramları var. Yahudilerin dinî bayramları da cabası.

Bu yüzden İstanbul’da her delikanlının en büyük emeli, bir punduna getirip banka memuru olmak.

Geleneklere uymakta, ayak uydurmakta direnmeyen kişi, İstanbul’da gece saat dokuz oldu mu, yemeğini yiyor. Tiyatrolar saat onda açılıyor. Gece kulüpleri ikide; tabiî gözde olan kulüpler. Âdı kötüye çıkmış gece kulüpleri ise, ancak sabaha karşı dörtte kapılarını açıyorlar.

Bütün gece boyunca köftecilerle haşlama patates satanlar kaldırımları kaplıyor, kömür yaktıkları ocaklarında, sabaha kadar müşteri bekleyen faytonculara yiyecek hazırlıyorlar. Her türlü çılgınlığa, kumara, dansa, gece kulüplerine paydos demek için kararlı Mustafa Kemal, şehre girinceye kadar, İstanbul bir çeşit ölüm dansına dalmış.

Limandan yukarı çıkan yokuşun orta yerindeki Galata semti, Barbary Coast’un en dehşetli eski günlerine taş çıkartacak kadar düşük bir yer. Her milletin ve bütün Müttefiklerin askerleri burada kurulu tuzağa düşürülüyor.

Türkler günün her saatinde dar yolların kenarlarındaki kahvelerde oturup nargilelerini fokurdatı­yor, bir yandan da insanın midesini yakıp kavuran rakılarını yudum yudum demleniyorlar. Bu içki o kadar sert ki, yanında meze olmadan içmek imkânsız gibi birşey.

Güneş doğmadan kara ve yumuşak topraklı İstanbul sokaklarında yürüyecek olursanız, fareler önü­nüzden kaçışır; sıska sokak köpekleri çöp tenekelerini karıştırır. Bir barın kapısından sızan ışık sokağa düşerken, içerden patlayan sarhoş kahkahaları duyarsınız.
Sarhoşun kahkahası, müezzinin güzel, dokunaklı, içli çağrısına tam bir celisidir. Ve İstanbul’un kara yüzlü, çarpık, pis pis kokan sokaklarında sabahın ilk saatlerinde göreceğiniz şeyler, sihirli Doğu’nun tam anlamıyla gerçek yüzüdür.

Ernest Hemingway
İşgal İstanbulu ve İki Dünya Savaşından Mektuplar
Türkçesi : M. Ali Kayabal
Milliyet Yayınları 1970

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir