Eskilere Ne Borçluyum? FRIEDRICH NIETZSCHE

1

Son olarak da, ona giden geçitleri aradığım, belki de yeni bir geçit bulduğum o dünya — eski dünya — hakkında bir söz — Sabırlı bir beğeninin tam tersi olabilen beğenim, burada da gözü kapalı evet demekten çok uzaktır: kesinlikle evet demekten hoşlanmaz, hayırı tercih eder, en çok sevdiği de, hiçbir şey söylememektir… Kültürler hakkında, kitaplar hakkında geçerlidir bu durum — yerler ve manzaralar hakkında da geçerlidir. Aslında çok az sayıda antik kitabın yeri vardır benim yaşamımda; en ünlüleri yoktur bunların arasında. Üslup duygum, biçim olarak epigram duygum, Sallust’la100 karşılaştığım anda uyandı adeta. Saygıdeğer öğretmenim Corssen’in, en yüksek notu en kötü Latince öğrencisine verdiğindeki şaşkınlığını hiç unutamam —, bir hamlede hazırdım. Sıkıştırılmış, katı, temelde olabildiğince fazla tözle, “güzel söz”e ve “güzel duygu”ya karşı soğuk bir kötülük — bunlarda buldum kendimi. Zerdüşt’üme varıncaya kadar, Roma üslubuna, biçimdeki “aere perennius”a101 yönelik ciddi bir hırs görülür bende. — Horatius’la ilk karşılaştığımda da farklı bir şey yaşamamıştım. Bugüne kadar başka hiçbir şairden, başlangıçta Horatius’un bir kasidesinin verdiği sanatsal hazzı almadım. Bazı dillerde, burada ulaşılanı istemek bile olanaksızdır. Her sözcüğün ses olarak, yer olarak, kavram olarak sağa ve sola ve bütünün ötesine gücünü taşırdığı bu sözcükler mozaiği, simgelerin kapsamı ve sayısındaki bu minimum, simgelerin enerjisinde bu yolla elde edilen maksimum — tüm bunlar Romalıdır ve, bana inanmak isteniyorsa, par excellence seçkindir. Buna karşılık şiir sanatında başka ne varsa, hepsi de biraz popülerdir — salt bir duygu-gevezeliği…

2

Yunanlılara ise, kesinlikle bunlara benzer güçlü izlenimler borçlu değilim; lafı dolaştırmadan söyleyecek olursam, onlar bizim için, Romalıların olduğu şey olamazlar. Yunanlılardan bir şey öğrenilmiyor — tarzları çok yabancı, “klasik” bir etkide bulunmayacak kadar da akışkan. Yazı yazmayı kim bir Yunanlıdan öğrenebilirdi! Romalılar olmasaydı kim öğrenebilirdi!… Platon, diye itiraz etmeyin bana! Platon söz konusu olduğunda temelden bir kuşkucuyum ben ve sanatçı Platon’a aydınlar arasında adet olduğu üzere hayranlık duymayı asla onaylamadım. Sonunda, eskilerin arasındaki en incelmiş beğeni yargıçları bile benden yana. Bana öyle geliyor ki, Platon, tüm üslup biçimlerini harmanlıyor, böylece ilk üslup dekadanı oluyor: satura Manippea’yı102 bulan kiniklerinki gibi bir günah var boynunda. Platoncu diyalog, diyalektiğin bu korkunç kendini beğenmiş ve çocuksu tarzının, çekici bir etkide bulunabilmesi için, hiç iyi bir Fransız yazarını okumamış olmak gerekir — örneğin Fontenelle’yi.103 Platon can sıkıcıdır. — Ne de olsa, Platon’a beslediğim güvensizliğin kökü derinlerde yatıyor: onu Helenlerin tüm temel içgüdülerinden öyle sapmış, öyle ahlaklılaşmış, öyle vaktinden önce-Hıristiyan buluyorum ki — daha o zamandan, “iyi” kavramını en üst kavram olarak alıyor — tüm bir Platon fenomeni için, katı “büyük üçkağıt” ya da, kulağa daha iyi geliyorsa “idealizm” sözcüğünü kullanmayı, başka herhangi bir sözcüğe tercih ediyorum. Bu Atinalının, eğitimini Mısırlılardan (belki de, Mısır’daki Yahudilerden?…) alması, pahalıya mal oldu Hıristiyanlık denen büyük felakette, Platon, “ideal” denilen o muğlaklık ve büyülenmedir ki Antik Çağ’ın soylu yaratılışlarının, kendi kendilerini yanlış anlamalarını ve “çarmıh”a götüren köprüden geçmelerini olanaklı kılmıştır… Ve “kilise” kavramında, kilisenin yapısında, sisteminde, pratiğinde ne kadar çok Platon var! — O dönemde her türlü Platonculuktan, kendimi toparlayışım, tercihim, tedavim Thukydides’di. Thukydides ve belki Machiavelli’nin Prens’i koşulsuz istenç, en çok kendini kandırmama ve gerçeklikteki aklı görme aracılığıyla daha yakındırlar bana — ne “akıl”da, ne de “ahlak”ta… “Klasik eğitimli” gencin, lisedeki terbiyesinin ödülü olarak yaşama taşıdığı, Yunanlıların acınası bir biçimde ideal olarak güzel gösterilmelerinden iyileşmek için, Thukydides’den başkası adamakıllı bir tedavi oluşturmaz. Onu satır satır okumak ve art düşüncelerini de sözleri kadar net okumak gerekir: bu kadar art düşünceli düşünür sayısı azdır. Thukydides’le sofistler-kültürü, yani gerçekçiler-kültürü, en yetkin anlatımını bulur: Sokratesçi okulların dört bir yana sökün eden ahlak ve ideal dolandırıcılığının ortasındaki bu paha biçilmez hareket. Yunan içgüdüsünün dekadansı olarak Yunan felsefesi; eski Helenlerin içgüdüsünde yer alan o güçlü, katı, sert gerçekliğin büyük toplamı, son vahyi olarak Thukydides. Gerçeklik karşısındaki cesarettir, Thukydides ve Platon gibi karakterleri birbirinden ayıran: Platon gerçeklik karşısında bir ödlektir, — bunun sonucunda sığınır ideale, Thukydides kendine egemendir, bunun sonucunda şeylere de egemen olur…

3

Yunanlılarda, “güzel ruhların”, “altın orta”ların ve yetkinliklerin izini sürmekten, örneğin onlarda büyüklükteki dinginliğe, ideal zihniyete, yüce saflığa hayran olmaktan — bu “yüce saflık”tan, en sonunda bir niaiserie allemande’dan104 beni koruyan, içimdeki psikolog oldu. Onların en güçlü içgüdüsünü, güç istencini gördüm, bu dürtünün dizginsiz gücü karşısında tir tir titrediklerini gördüm — tüm kurumlarının, içlerindeki patlayıcı madde yüzünden kendilerini birbirlerine karşı güvencelemek için aldıkları, koruma önlemlerinden doğduğunu gördüm, içlerindeki muazzam gerilim sonra, dışarıya karşı korkunç ve acımasız bir düşmanlıkta boşalıyordu: her birinin yurttaşları birbirlerini rahat bıraksınlar diye, şehir devletleri birbirlerini paramparça ediyorlardı. Güçlü olmak zorunluluğu vardı: tehlike yakındaydı —, her yerde pusu kurmuştu. Helenlere özgü muhteşem bedensel esneklik, pervasız gerçekçilik ve ahlak-sızlık, bir “doğa” değil, bir zorunluluktu. Sonradan ortaya çıkmıştı, başından beri var değildi. Şenliklerle ve sanatlarla kendini en yukarıda hissetmekten, kendini en yukarıda göstermekten başka bir şey isteniyor değildi: bunlar kendi kendini yüceltmenin, duruma göre, korku salmanın araçlarıdır… Yunanlıları, Almanların yaptığı gibi, filozoflarına göre değerlendirmek, örneğin Sokratesçi okulların darkafalılığından, Helen olanın aslında ne olduğuna dair sonuçlar çıkarmak için yararlanmak… Filozoflar Yunanlılığın dekadanlarıdırlar, eski, seçkin beğeninin karşı hareketleridirler (— agonal içgüdüye karşı, Polis’e karşı, ırkın değerine karşı, geleneğin otoritesine karşı). Sokratesçi erdemler vaaz edilmişlerdir, çünkü Yunanlıların elinden yitmişlerdir: parlamaya hazır, ödlek, dengesiz, komedyendiler hepsi, kendilerine ahlak vaaz edilmesine izin vermek için fazladan birkaç nedenleri vardı. Bir işe yaradığından değil, ama büyük sözler ve tavırlar dekadanlara çok yakışır…

4

Bendim, daha eski, henüz zengin ve coşup taşan Helen içgüdüsünü anlamak için, Dionysos adını taşıyan harika fenomeni ilk ciddiye alan: ancak kuvvet fazlalığıyla açıklanabilir bu fenomen. Bununla yeni bir şey yapılmış olduğunu, Basel’deki Jacob Burckhardt gibi Yunanlıların kültürleri hakkında günümüzde en derin bilgiye sahip kişi, onları yakından izleyen birisi, anlardı: Burckhardt “Cultur der Griechen”105 kitabına, sözü edilen fenomen hakkında ayrı bir bölüm ekledi. Tam tersi isteniyorsa, Alman filologlarının Dionysos’çu olanın yakınına gelişlerindeki adeta eğlendirici içgüdü yoksulluğuna bakılsın. Özellikle, kitapların arasında kurumuş bir kurtçuğun saygın güveniyle bu gizemli durumlar dünyasına sürünen ve kendini, tiksindirici ölçüde düşüncesiz ve çocuksu olmakla, bilimsel olduğuna ikna eden ünlü Lobeck106 — Lobeck, tüm engin bilgisiyle, bizlere aslında bu tuhaflıkların hiçbir anlamının olmadığını anlatmaya çalıştı. Ona göre, rahipler bu tür orjilere katılanlara bazı değersiz şeyleri iletmiş olmalıydılar aslında, örneğin şarabın zevkleri kamçıladığı, insanın bazı koşullarda meyvelerle beslendiği, bitkilerin ilkbaharda çiçek açtıkları, sonbaharda soldukları gibi. Antik Dünya’ya sözcüğün tam anlamıyla yayılmış, orjiastik107 kökenli o şaşırtıcı ritüeller, simgeler ve mitler bolluğu ise, Lobeck’e, bir derece daha zeki olmak için bir fırsat vermişti. “Yunanlıların” diyor (Aglaophamus I, 672’de), “yapacak başka işleri olmadığında gülüyor, sıçrıyor, oradan oraya koşturuyorlardı ya da bazen insanın canı bunu da istediği için, bir yere oturup ağlıyor ve sızlanıyorlardı. Sonra başkaları da geldi yanlarına ve dikkatlerini çeken bu varlıklar için herhangi bir açıklama bulmaya başladılar; böylece, söz konusu adetlerin açıklanması için sayısız şenlik ve mit ortaya çıktı. Öte yandan, şenliklerde yapılan bu maskaralıkların da zorunlu olarak şenlik törenine dahil olduğuna inanıldı ve bunlar dini törenlerin vazgeçilmez bir parçası olarak korundu” — Aşağılık lakırdılar bunlar, Lobeck’in bir anlığına bile ciddiye alınacak bir yanı yok. Winckelmann’ın108 ve Goethe’nin kurdukları “Yunan” kavramını sorguladığımızda, ve o kavramın, Dionysosçu sanatın yeşerdiği unsurla? — orjiazmla — uyuşmadığını gördüğümüzde tamamen başka türlü etkileniyoruz. — Aslında Goethe’nin böyle bir şeyi, Yunan ruhunun olanaklarının ilkesel olarak dışında tuttuğuna hiç kuşkum yok. Dolayısıyla, Goethe Yunanlıları anlamadı. Çünkü ancak Dionysos gizemlerinde, Dionysosçu durumun psikolojisinde dile gelir, Helen içgüdüsünün temel olgusu — onun “yaşama istenci”. Helenler bu gizemlerle neyi güvenceliyorlardı? Bengi yaşamı, yaşamın bengi dönüşünü; geçmişte vaat edilen ve kutsanan gelecek; ölümün ve değişimin ötesinde, yaşama sevinçli bir evet; dölleme yoluyla, cinsellik gizemleri yoluyla genel yaşamı sürdürmek olarak hakiki yaşam. Bu yüzden, Yunanlıların gözünde cinsel simge en saygıdeğer simgeydi, tüm Antik Çağ dinselliği içindeki asıl derin anlamdı. Dölleme, hamilelik, doğum eylemlerindeki her ayrıntı, en yüce ve en vakur duyguları uyandırıyordu. Gizemler öğretisinde acı kutsaldır: “doğuran kadının sancıları” genel olarak acıyı kutsallaştırır, — oluş ve büyüme adına ne varsa, geleceği güvenceleyen ne varsa, acıyı gerektirir… Yaratma zevki olması için, yaşama istencinin kendini sonsuza dek olumlaması için, “doğuran kadının çektiği sancının” da sonsuza dek var olması gerekir… Tüm bu anlamlara gelir Dionysos sözcüğü: Yunan simgeselliğinden, dionysia’ların109 simgeselliğinden daha üst bir simgesellik bilmiyorum. Bu simgesellikte yaşamın en derin içgüdüsü, yaşamın geleceğine, bengiliğine yönelik içgüdü, dinsel olarak duyumsanmıştır — yaşama giden kutsal yol olarak — dölleme… Ancak, temelinde yaşama karşı duyulan hınç bulunan Hıristiyanlık, cinselliği pis bir şey yaptı: yaşamımızın başlangıcına, önkoşuluna çamur attı…

5

Coşup taşan, acının bile bir uyaran etkisi gösterdiği bir yaşam ve kuvvet duygusu olarak orjiazmın psikolojisi, hem Aristoteles tarafından, hem de özel olarak bizim kötümserlerimiz tarafından yanlış anlaşılmış olan trajik duygu kavramının anahtarını verdi bana. Tragedya, Helenlerde Schopenhauer’in anladığı gibi bir kötümserliği kanıtlamaktan çok uzaktır; böyle bir kötümserliğin kesin reddedilişi ve karşı-mercii olarak kabul edilebilir ancak. En tuhaf ve en sert sorunlar karşısında bile yaşama evet demek; yaşamın en üstün tiplerinin kurban oluşunda, kendi tükenmezliğinden sevinç duyan yaşama istenci — buna Dionysosça dedim ben, bunu keşfettim, trajik ozanın psikolojisine giden köprü olarak. Korkudan ve acımadan kurtulmak için değil, kendini, tehlikeli bir duygulanımdan, onu şiddetle boşaltarak arındırmak için değil — Aristoteles böyle anlıyordu —: tersine, korkunun ve acımanın ötesinde, bizzat oluşun bengi hazzı olmak, — yok etme hazzını da içinde barındıran o haz… Böylelikle, yeniden, başladığım noktaya geliyorum — “Tragedyanın Doğuşu” benim tüm değerleri yeniden değerlendirişimdi: böylelikle yeniden uzanıyorum, benim istememin, yapabilmemin yeşerdiği toprağa — ben, filozof Dionysos’un son havarisi, — ben, bengi dönüşün öğretmeni…

Çekiç Konuşuyor

Böyle Söyledi Zerdüşt, 3.

“Neden bu kadar sertsin?” — demişti bir zamanlar, alelade kömür, elmasa; “Oysa biz yakın-akraba değil miyiz?”

Neden bu kadar yumuşaksınız? — diye soruyorum ben size, ah kardeşlerim: yoksa — kardeşlerim değil misiniz?

Neden böyle yumuşak, bu kadar uysalsınız, neden her şeye bu kadar razısınız? Neden bu kadar çok inkar ve reddediş var yüreklerinizde? Bu kadar az yazgı var bakışlarınızda?

Ve yazgı olmayacak, acımasızlar olmayacaksanız: nasıl kazanacaksınız benimle birlikte — zaferi?

Sertliğiniz şimşek gibi çakmak, kesmek ve deşmek istemiyorsa: günün birinde benimle birlikte nasıl — yaratacaksınız?

Çünkü yaratanlar serttir. Ellerinizi, balmumuna basar gibi binlerce yılın üzerine basmayı, mutluluk olarak görmelisiniz, —

— Binlerce yıllık istencin üzerine, madenin üzerine kazır gibi kazımayı mutluluk olarak görmelisiniz — madenden daha sert, madenden daha asil. En asil olandır yalnızca, bütünüyle sert olan.

Bu yeni levhayı koyuyorum üzerinize, ey kardeşlerim: Sert olun! — —

FRIEDRICH NIETZSCHE

PUTLARIN ALACAKARANLIĞI
YA DA
ÇEKİÇLE NASIL FELSEFE YAPILIR?

ALMANCA ASLINDAN ÇEVİREN: MUSTAFA TÜZEL