Yorulmuştum. O yorgunlukta yüzüm de sarkmıştı, kesin. Güneşi çalınmış kentin puslu ve nemli havasında soluksuz kalmak üzereydim. Kaldırım taşlarının ortasından gökyüzüne uzanan, dallarında yüzlerce güvercini saklayan çınar ağcının bedenine yaslandım. Açtığı şemsiyesinin altında tahta sandıktan tezgahına darı paketlerini dizmiş bekleyen satıcıya, güvercinleri yitmiş kaldırımlara, naylon leğenlere doldurulmuş kirli suya, sulandıkça güvercin boklarıyla yapış yapış olmuş kaldırım taşlarına, o güvercin boklarında yürüyen ayaklara dalmış beklerken nasıl ayrımına vardım ben de bilmiyorum. Uzun süredir görmediğim bir dostum ellerini açmış bana doğru geliyordu. Her zamanki abartısıyla yaklaştı.
?Nerelerdesin yahu?? dedi öperken. ?Hepten yok saydık seni, haberin olsun.?
Terli yanaklarında ıslanırken düşündüm. Gerçekten de nerelerdeydim? Karşılaştığım herkes bunu söylüyordu. Demek ki ben bir yerlerde, daha doğrusu belirsizlikteydim. O belirsizlikte ellerim, ayaklarım, gözlerim, kulaklarım yani bedenim vardı da duygularım, düşlerim, düşüncelerim değmiyor, dokunmuyordu dostlarıma. Ben yaşama tutunamayınca yaşam da beni savuruyordu boşluğa. Hangi dala konduğumu, hangi pınarlardan su içtiğimi anlamadan geçip gidiyordu zaman. Hem de durakları olmadan, direk bir yolculukta tüketiyordum yaşamımı. Özlemler de dostluklar da gerilerde kalıyordu böylece.
Oysa uzaklığım onları göremiyor olmamdı yalnızca. Uzaktım, ama herkesi bütün tazeliği ile yaşatıyordum yüreğimde. Kimiyle sohbet ediyor, kimiyle tartışıyor, kimiyle geziyor hatta rakı içiyordum.
?Gel rakı içelim? dedim yanağımı tuzlu ıslaklıktan alırken.
?Hala mı?? dedi ve güldü. Sonra yeniden sıktı elimi. ?Belki başka zaman, ama şimdi işim var.?
Arkasından bakarken bozulmuştum. Karşılaşırken sergilediği tavırla giderken yaptığı şaşırtmıştı beni. Oysa sihirli sözcüğü söylediğimi sanıyordum ve ben birine rakı içelim dersem içilirdi. Ya da eskiden öyleydi ve ben bu teklifi herkese yapmazdım.
Yorgunluğuma can sıkıntısı da eklenmişti. Ulu cami?nin tarihsel dokusuyla birbirine göndermeler yaptığı Büyük Saat?e baktım. Yem satıcısı suları yeniliyor, tezgahın başına geçiyor, gelip gidenleri yoklarken arada bir gözlerini çınar ağacına dikiyor, Ulu Cami?nin çatılarına gizlenmiş güvercinleri bekliyordu. Onun da canının sıkıldığı belliydi. Elinden gelse bir taş alıp çınarın dallarına, caminin çatılarına fırlatacaktı. Ya ben ne yapacaktım?
Çınar ağacının bedeninden bedenimi ayırdığımda Büyük Saat?ın çanı ötmeye başlamıştı. Bu bir çağrı mıydı, geçip giden zamanı mı anımsatıyordu bilmiyorum, ama benim için bir çağrı olduğunu kulaklarımda çınlayan çan sesleri bittiğinde anladım. Çünkü Büyük Satın karşısında Mehmet Abi?nin meyhanesi vardı.
Bir karar vermenin bedenime yüklediği dirimle yürüdüm. Mehmet Abi?nin yanına gidecek ve rakı içecektim. Beni anımsar mıydı bilmiyorum, ama ben onu bütün heybetiyle tezgahın arkasında, şapkasının altından meyhaneyi denetlerken çizmiştim belleğimin tablolarından birine.
Büyük Saat?ın tam karşısındaki Yenihan?a girerken heyecanlandım. Bunca yıl sonra üstelik güpegündüz? Eski tanıdıklar da olacaktı, kesin.
Han avlusunun dört yanına yayılmış ayakkabı işliklerinin yanından geçerken çekiç seslerine zehir gibi bali kokusu karıştı. Ben dışarıdan geçerken bile dayanamıyorsam, o çocuklar nasıl dayanabiliyorlardı o kokuya?
Tak tuk seslerini, kara ve kirli önlükleriyle taburesine tünemiş ayakkabı diken ustaları, kalfaları düşününce bir hoş oldum. Gırgıra, şamataya vursalar da zehir soluyan ciğerleri, sararmış benizleri, bükülmüş belleriyle hızla tüketiyorlardı yaşamlarını.
Meyhanedekiler farklı mıydı sanki?
Bir asma ağcının dalları arasına gizlenmiş ahşap kapısından içeri girerken yeniden heyecanlandım.
Geçmişte gördüğüm tanıdık yüzlerin çoğu oradaydı, ama gülüşler susmuş, sakallar uzamış, masalar yoksullaşmıştı. Sessizliğin inciten çığlıkları atılıyordu her yanda ama kimse rahatsız değildi. Üstelik Mehmet Abi de yoktu tezgahın ardında.
Korkunç bir düşkırıklığıyla geri dönmek istedim, ama geç kalmıştım. Dev cüssesiyle Özer abi ayağa kalkmış masaya gelmemi bekliyordu.
Kırlaşmış sakalları, torbalanmış gözaltları ve damar damar kızarmış yüzüyle zor ayakta duruyordu.
?Hoş geldin Erdal?ım? dedi. Karşısındaki sandalyeyi gösterdi.
Otururken çevreye bakındım. Mehmet Abi yoktu. Kaptan ise müşteri gibi bir köşeye oturmuş şarabını yudumluyordu. Tanıdık yüzlere selam verdim, ama girdiğime gerçekten pişman olmuştum.
?Nasılsın dostum?? dedi.
?İyiyim!? dedim. Sen nasılsın diye sormadım. Gerek de yoktu. Yorgundu. Gözleriyle bile gülemiyordu. Yine de ona gelmişim, onu seçmişim, onunla mutlu olmuşum gibi içeridekilerle aramda sınırlar çiziyordu.
?Yahu Erdal?ım,? dedi. ?Seni gördüğüme sevindim, ama görünce de bom bok oldum be!?
Onun bombokluğunu anlamaya çalışırken kendimden kurtulmanın rahatlığındaydım.
Yaşadıklarıyla düşledikleri arasında yuvarlanıyordu Özer Abi. Yaşamındaki açmazlardan kaçarken buradaydı. Başka sığınakları da yoktu. Çözümsüzlüğünü gördükçe içiyordu. Kendisi gibi içkinin dibini bulmaya çalışan bir kadınla birlikteliğini evlilik gibi yorumluyor, bir hafta aynı yerde yaşasalar bir ayrı ve kavgalı kalıyorlardı. Sabahları baş ağrısı ile kalkıyor, meyhanenin hemen yanındaki kahvede kağıt oynarken, tezgahın üstünde duran rakısından arada bir gidip bir yudum alıyor, akşamları da tamamen meyhaneye postalı seriyordu.
Arada bir gırgır şamata yapsalar da genelde yalnız kalıyordu. En çok o zaman görüyordu çıplaklığını. Yine de pişmanlık bulutlarında ıslanmaktan kaçmıyor, sonuçlarını bilse de ıslanmayı sürdürüyordu.
?Bugün var ya Erdal?ım,? dedi önemli bir şeyi açıklamak ister gibi eğilerek. ?Çok mutluyum, biliyor musun?? Yüzündeki yorgun gülümsemeyi zor taşıyordu. ?Bugün eşimle barıştım. Beni bekliyor evde.?
?Sevindim abi, ? dedim, ama geldiğimde duyduğum pişmanlık sürüyordu. Bu iyi bir gerekçe olabilirdi kalkmak için. ?Öyleyse erkencisin bugün. Gelin hanımı bekletmeyelim!?
Birden toparlandı. Gözleri kısılmış, yüzü gölgelenmiş, kaşları çatılmıştı.
?O kadar da değil!? dedi. ?Baştan kestirip atmışım Erdal?ım. Öyle dır dır edeceksen, nerede kaldın, kiminle içtin lakırdıları yapacaksan, dedim. Öyle dedim. Anında eyvallah, dedim.?
Yeniden geriye yaslandı. Yüzündeki ciddiyet sürüyordu.
?Komutana da bu yakışır,? dedim. ?Var mı öyle ilk günden teslim olmak??
?Yook!? dedi dudaklarını büzerek. Bir süre sustu. ?Gerçi bir yandan da acıyorum. Sofrayı hazırlamıştır şimdi. Mezeleri de dizmiştir masaya.? Çapkınca bir göz kırptı. ?Yatağın da hazır. Bekliyor kadın. Gelmeyince zoruna gidecek tabi.?
?O zaman bekletme abi.?
?Olmaz!? dedi. ?Prensip meselesi.?
Ne diyebilirdim ki? Kurguları, kuruntularıyla bir dünya yaratıyordu kendine ama ne yaşamın umurundaydı kurguları, ne de kuruntuları bir yere taşıyordu kendini.
Yalan söylediğini biliyordum, ama o yalana da ortak olmak zorundaydım. İhtiyacı olduğu kesindi. Bugün de bir sahne kurmuştu kendine ve bana da bir rol vermişti. Çaresiz oynayacaktım.
Az sonra başı göğsüne düştü. Düşlere mi daldı, uyudu mu belli değildi, ama başıyla birlikte bedeni yana kayarken irkiliverdi. Demek uyumuştu. Gözlerini açtı, sağa sola bakındı. Kadehine uzanırken:
?Tuu!? dedi. ?Ben ne boktan adamım be? Başını çevirmeden gür sesiyle bağırdı. ?Kaptan!?
?Emret komutanım,? diyerek geldi Kaptan. Şapkasını çıkarmış, ellerini önüne bağlamış, boynunu da bükmüştü.
?Hadi biz bir eşeklik ettik, unuttuk. Siz ne güne duruyorsunuz lan??
?Emir gelmeyince, komutanım??
?Dalarım lan emrine! Misafirimize rakı getir.?
?Baş üstüne!? diyerek gitti Kaptan. Demek ki oyunculardan biri de oydu. Rolünü oynamış, mutfakta kendini bekleyen Nuri?nin yanına gitmişti. Özer Abi?yi göstererek bir şeyler söylüyordu.
Sıkıldım. Belli ki limiti dolmuştu Özer Abi?nin. Kaptan vermekte tereddüt ediyordu. Kalksam ayıp, kalsam külfet olacaktı. Özer Abi?nin başı yeniden öne düştü. Kaptan?ın getirdiği bir duble rakıyı nasıl içtiğimi bilmiyorum. Biter bitmez sessizce kalktım.
Hesabı ödeyip çıkarken Nuri, koşarak geldi yanıma.
?Kusura bakma abi!? dedi. ?İçecek hali kalmamıştı zaten. Biraz da hesabı kabardı.?
Sesimi çıkarmadan yürüdüm. Müthiş bir isyan duygusu vardı içimde. Kendimi çoktan unutmuştum. Mehmet Abi hala ortalıkta yoktu. Nuri?ye ise bir şeyler demeye değmezdi. Okul önlüğüyle çıkışta meyhaneye gelen, masaları dolaşarak cebine atılan bahşişlerle sevinen, tabakları getiren, bardakları toplayan,; her gelişinde Özer Abi?nin saçlarını kırıştırmasına, kıçına tokat atarak ?N?aber lan kerata!? demesine sesini çıkarmayan, hatta sevinen Nuri, meyhane sahibi olmuş da Özer amcasına tafra atıyordu.
Nuri mi arsızlaşmış, onlar mı eskimişti?
Han kapısından çıkarken geriye döndüm. Ne şarkılar vardı meyhanede ne de türküler. İş çıkışı iki tek atılan, herkesin birbirini tanıdığı, hoşgörünün bütün kusurları bağışladığı, kimliği, kişiliği, makamı, mevkisi ne olursa olsun herkesin eşitlendiği meyhane ortamı tükenmişti içindekilerle birlikte.
Ya ben?
Ne yapacaktım şimdi? Nereye gidecektim?
Yalnızlığın mahpusluğunda ne zaman yargılanmış, kaç ömür hüküm giymiştim? Geçmişin değerlerini özlemek eskimek olabilir miydi? Değer neydi?
Yarından tezi yok bir dilekçe yazmalıydım. Dostlarıma, sevdiklerime, doğaya, yaşama? Borçlu olduğum her şeye.
Mehmet Taşar