Fakir Baykurt’un Önemi

Köy Enstitüleri’nin kurucuları modernite ile yarattıkları kurum arasında ilişki olabileceğini düşünmedi. Çünkü Cumhuriyet’in Batılılaşma ideolojisi moderniteyle iç içe düşünülmeden ortaya atılmıştı; yanında dayanacak başka bir düşünceye gereksinme duymayan, sağlam bir düşünce dizgesiydi ve asıl olarak aydınlanmayla özdeşleşiyordu. Aydınlanmanın gücü hem bütün gereksinimleri karşılıyor, hem de geleceği öylesine güçlü biçimde anlatıyordu ki, modernizm bir kültür tasarımı olarak aydınların gündemine girmiyordu.

Köy Enstitüleri’nin taşıdığı kurumsal eksikler bu kopukluğa da bağlanabilir. Yaratım kaynakları göz önünde tutulduğunda tam yerinde kullanılan köy edebiyatı adıyla bilinen akımın yaratıcısı olan yazarlar da aynı eksikliği yazınsal düzeyde taşıdı. Köy edebiyatının en elle tutulur olduğu dönemlerde bile modernizmi yeterince tanımadığına kuşku yok, ama o günleri ve 1960’ ları yaşayanların hatırlayacağı gibi, Köy Enstitülü yazarların büyük bir coşkuyla bütünleşmeye çalıştığı aydınlanma ile modernizm arasında bir özdeşlik bulunduğu da söylenebilir. Bu akım içindeki yazarlar, aydınlanmayı kendiliğinden bir modernizm olarak yaşamıştır.

Köy edebiyatı akımının en önemli yazarı olan Fakir Baykurt da modernist değildi, ama modernite ile arasındaki güçlü bağlar kurmuş, tam bir aydınlanmacıydı. Yazdıkları zaman zaman tartışılan bir yazar olduğu da düşünülürse, onu anlamak için üç düzeyde birden değerlendirmek gerekir: Köy edebiyatının en önemli yazarı oluşunun yazınsal nedenleri; düşünsel olarak köy edebiyatına kazandırdıkları; köy edebiyatının sonunda tartışmalı bir akım oluşundaki yeri.

1950’lerin hemen başında yüzlerini köye dönen yazarlar, hep söylendiği gibi köye doğalcı gözlerle bakmış, sanki bilinmeyen bir gerçekliği, şaşırıp ona bağlanarak yazmıştı. Oysa aynı sırada yaşayan dönemin yenilikçi yazarları Batı’dan aldıkları etkilerle edebiyatı geleneksel çizgisinden çıkarmaya, yeni biçimler bulmaya çalışıyordu. Bu arayış sürecinin dışında kalan köy edebiyatı yazarları, dolayısıyla romana ya da öyküye yeni biçimler kazandırmaktan çok, yalnızca gerçeği anlatma kaygısıyla yetiniyordu. Buldukları gerçekler daha önce edebiyatta pek konu edilmediği, ayrıca yazdıkları geniş bir çevrede büyük bir ilgiyle de karşılandığı için, bundan ötesini aramaya gerek kalmıyordu.

Fakir Baykurt köy edebiyatının bu başlangıç döneminin ertesinde, daha ilk romanı Yılanların Öcü (1959) ile köyü, orada unutulmuş insanların çaresizliklerini ve ruh dünyalarını çözümleyerek yazmaya başladı. Onun da, bazı çözüm yollarını gösterme kaygısıyla tanık olduğu çatışmaları sert biçimde dile getirme çabası, telaşı vardı elbette ve bu tutum bazen romanlarının ve öykülerinin değerini eksiltebiliyordu.

Öykü anlayışını belirtirken söylediği, “Biz öyküden dönemlerin toplumsal, siyasal yüzünü, yüzün ardındaki devinimli, devinimsiz kişiliği; ruh dediğimiz o karmaşık bileşiği yakalamaya çalışıyoruz,” sözleri açıkça anlatır edebiyattaki amacını. Kendi dışında yaşananlara duyarlı olmakla yetinmeyip onları yazmayı amaçlayan her yazar gibiydi. Bununla birlikte, Fakir Baykurt köy insanlarını ve köyün sert gerçekliğini, karanlık noktalarını sürekli açan ve onlara ışık tutulmasını bekleyen bir dünya olarak yeniden yaratırken, dönemin zorunluluklarına da karşılık veren bir edebiyatın ardına düşmüştü.

1960’ların ertesi, Cumhuriyet tarihinin öncekilerden nitelik olarak farklı ve gözü yukarıda bir dönemiydi. Hayatın bireysel olarak da yaşanabileceğini umursamayan yığınlar aynı zamanda gitgide sertleşen siyasal çalkantılar içinde rol oynamaya başlayınca, Fakir Baykurt gibi yazarlar, bireysel rollerini bütün benlikleriyle bu akımın içinde yer almakta buldular. Yaşananların yazılanlarla kurduğu özdeşliğin nedeni yalnızca budur. Bu özdeşliğin yakalayıp yanına getirdiği edebiyat, varoluş biçimini yazınsal yapı içinde yaratırken edebiyat dışından gelen kaygıları da içselleştirmek zorunda kalıyordu. Fakir Baykurt da kendini edebiyatın bu yanında buldu.

Fakir Baykurt’un kurduğu dil, köy edebiyatı içinde bir yazarın kazandığı özgünlüğü en çok anlatan dildir. Sonunda seksene yakın kitabını kendi yazar kimliği, edebiyat anlayışı ve diliyle özdeşleştirmiş bir yazardır o. Özellikle başlangıçta yerel dil kullanması elbette tartışılması gereken bir seçimdir; şu var ki, o sıralarda pek çoklarınca da yadırganmamış, kişilerin gerçeğe uygun yaratılması için bulunmuş yollardan biri olarak görülmüştür. Oysa yerel dil kullanımı, özellikle bugün okunduğunda daha belirgin biçimde görülür ki, Fakir Baykurt’un öykü ve romanlarını zayıflatan etkenler arasındadır.

Bu arada Fakir Baykurt’un, taşıdığı bütün kaygılara uygun bir anlatım biçimi ve dil kurduğu, yerel dil kullanımının dışında, Türkçeyi en güzel biçimde yazmaya bütün ömrünü adamış bir yazar olduğu da kuşkusuzdur. Onu bu özellikleriyle gördüğümüzde değerini anlamak kolaylaşabilir. Türkçenin güzelliklerini doğrudan söyleyişin yalınlığı içinde bulmaya çalışmış, anlattığı gerçekliğe uygun olarak da kısa tümcelerden oluşan bir dil yaratmıştır. Çok çeşitli kesimlerden ve kişilikte sayısız insanın yer aldığı öykü ve romanlarında kaçınılmaz biçimde geniş yer tutan karşılıklı konuşma, anlatımın iç hareketini hızlandırmış, itici gücünü vermiştir. Yerel dil konuşma tümcelerinde epeycedir, ama bu arada hem yakın tanıklığa dayanan, hem seçilmiş bir yazınsal anlayışı kurmaya çalışan konuşmalardan Fakir Baykurt’un yazınsal özellikleri arasında öncelikle söz edilmelidir.

Çok okunan ve 1970’te yayımlandıktan sonra gençlerin ellerinden düşürmediği Tırpan romanı, çözüm arayışını doğru da olmayan biçimlerde ortaya koyan, ustaca yaratılmış kişileri yanında karton mesajları da olan romanlarına örnek verilse de, Yılanların Öcü’nden Kaplumbağalar’a bir dizi romanı insanı bütün çıplaklığıyla anlatmayı başarmıştır. Tırpan gibi romanlar sonunda taşıdıkları sert ve geçersiz mesajları yüzünden hep aynı yazgıyı paylaşır, ötekilerin yanında zamanla eskiyebilir, ama ötekiler yaşar.

Yılanların Öcü’nde insanın insanla kavgasından sonra Kaplumbağalar’da insanın doğayla kavgası, Fakir Baykurt romanının yücelmesine, niteliğinin yükselmesine yol açmıştır. Köyün düpedüz yabanıl gerçekliği içinde insanın içindeki insancıl özünü ortaya çıkarmayı amaçlayan Kaplumbağalar, bunda başarılı olduğu için o günden bugüne okunan bir roman oldu. Yaşar Kemal Kaplumbağalar’ı “en önemli” Türk romanları arasında sayıp onu dünya edebiyatı ölçeğinde değerlendirirken yüce gönüllülük mü etmektedir, bilmiyorum, ama Fakir Baykurt’un bütün yazarlık serüvenindeki baş tacının Kaplumbağalar olduğu düşüncesini ben de taşıyorum.

Öte yandan, sanılmasın ki Tozak köyü Fakir Baykurt’un imgelemiyle sınırlı bir dünya oluşturmuştur. Şimdiki genç kuşaklara ya da 1960’ların Türkiye’sinin gerçekliğini yaşama şansına sahip olmayanlara ne denli tuhaf gelse de, ülkenin gerçekliğine tam da Tozak köyünde yaşananlardan geçerek gelinmiştir. Fakir Baykurt da ne görmüşse onları anlatmayı yazarlık anlayışı olarak seçmiştir.

Kaplumbağalar, dili ve yarattığı kişileri bakımından da Fakir Baykurt’un ve bu arada köy edebiyatının başyapıtı olarak okunmalıdır. Kişilerinin sahiciliği yanı sıra, konuşma dilleri de kişiliklerini adım adım oluşturan yetkinliktedir. Bazen şunu da belirtmek gerekebilir: Çok sayıda romanı ve öykü kitabı yayımlanmış bir yazarı, öteki bütün kitapları bir yana, Kaplumbağalar gibi bir romanı bile tek başına ölümsüzleştirebilir.

ELEŞTİRİNİN SİS ÇANI
Semih Gümüş
Can Yayınları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir