Okumakla arası hoş olan, hatta bir yandan yazmaya da gönül vermiş, kendi çapında bir şeyler karalamaya çalışan herkesin yolu Montaigne’den geçmiştir desek abartmış olmayız sanırım. Hele ki bir deneme yazarıysanız Montaigne’den el almışsınızdır kuşkusuz. İşte Feridun Andaç da bu türün isim babası Montaigne’den el alanlardan. Montaigne’nin gölgesi her daim Andaç’ın kaleminin ucunda. Ustaya bir saygı duruşu amacı taşıyan “Gölgesi Kalemimin Ucunda Montaigne” adlı kitabında “Herkesin okumalarının ilk sırasına almasını istediğim yaşam ustasıdır Montaigne” diyor Andaç. Bu son kitabıyla Dil Derneği Ömer Asım Aksoy Ödülü’ne layık görülen Andaç ile okuma yazma serüveninde önemli bir yeri olan Montaigne’i konuştuk…
SÖYLEŞİ: Elif Şahin Hamidi
Okuma yolculuğunuzun henüz başlangıcında elinizden tutup, size yol gösteren yazar Montaigne. “Gölgesi Kalemimin Ucunda Montaigne” adlı son deneme kitabınızda “okurken yazmayı öğreten bir yazarla başlayan yolculuğumun izlerini sizlerle paylaşmak” istedim diyorsunuz okura. Bu paylaşma isteğinin gelişiminden, kitabın oluşum sürecinden bahseder misiniz?
Belki de o ilk okuma günlerine dönmek gerekecek. Montaigne ile karşılaşmanın da öncesine. Okuma tutkusunun uç verdiği zamanlar… Eğer karşınızda sizi buna yöneltecek kişiler/modeller/figürler varsa, başlangıçta bir oyun olarak algıladığınız okumayı zamanla tutkuya dönüştürebilirsiniz. Böylesi bir yolculuktu benim okuma yolculuğum. O insanları gördükçe, hayatımda, çevremde onların varlığını hissettikçe okumanın büyüsünü keşfetmiştim. Karşıma çıkan her yazılı metin o büyüyü donatıyor yeniden, biçimliyor, hatta efsunluyordu. Bense bir ayin yaparcasına okuyordum. İlkokul, ortaokul yıllarımda bu büyülü yolun kahramanıydım. Okuduğum her kitap bir şeyler taşıyordu bana. Halamdan dinlediğim masallar, babamın anlattığı halk hikayeleri, aşıklar kahvelerinde dinlediğim Köroğlu destanları, Karacaoğlan, Kerem ile Aslı hikayeleri… Bin Bir Gece Masalları’na kavuşmam… Yazarları keşfetmeye başlamıştım bu sıralarda da… Sait Faik, Halikarnas Balıkçısı, Yaşar Kemal… Gogol, John Steinbeck… Bir tür, ileride edebi akrabalık kuracağım çoğu yazarı keşfetmiştim. Lise yıllarımda Montaigne ile buluşmam beni yazı üzerine düşündürttüğü gibi yazmaya da yöneltmişti. Önceleri öyküler yazıyordum, ama şimdi düşünce yazıları, deyim yerindeyse, denemeler yazmaya yönelmiştim. Ressamla çırağının ilişkisine benzer bir yolculuk başlamıştı aramızda. Öyle ki bütün yazılı sınavlarındaki yanıtlarıma Montaigne’den düşünceler sızmıştı: Edebiyat, felsefe, tarih, ahlak, sosyoloji gibi derslerde kendimi yazarak sınıyor, hata gösteriyordum… İşte tüm bu süreçlerdir beni Montaigne’den koparmayan, ona doğru yolculuğumu besleyen. Zamanla kalkıp onun yaşama yurduna gitmem, ona dair yazamaya başlamam da bu nedenledir. Yani gölgesi hep kalemimim ucundaydı onun. Ben de oturup ona dair yazmaya verdim kendimi. Bu kitap da öylece çıktı ortaya.
Michel de Montaigne, 38 yaşında dünyadan elini eteğini çekerek, Perigord Şatosu’nda var ediyor Denemeler’ini. “Kendine ait bir oda”, bir yazı yurdu kuruyor kendisine. Yazmak sanatı ile uğraşan çoğu insan böyle bir şeyi hayal eder sanırım. Bu kapanış, bu ayin üzerine konuşalım biraz da…
Sanırım bütün yaratıcılar için gölgede bir hayat gerek. Platon’un ‘mağara’ mitine inanırım. Yazar kendi in’ini kuran insandır. Kendi kuyusunu kazan, debisini yaratan… Hatta o kuyuya sürekli suyunu taşıyan. Kimi kez de onun bu yolculuğunu Sisifos’un öyküsüne benzetirim. Doğrudur da, hele çağımızda yazarlar/yaratıcılar yenilgilerinden doğarlar, var olurlar diye düşünürüm. Onların galiplerin yanında yeri yoktur. Geçenlerde bunu dile getiren bir yazı yazmıştım, okurlar “muhalif yazarın tanımı bu mudur sizce?” gibisinden sorular yöneltmişlerdi. Sorgulamak, eleştirmek, itiraz etmek gerçeğe ulaşmanın başlıca yolu… Kabullendiğinizde sinikleşir, sıradanlaşır, hatta sürüleşirsiniz. Montaigne’i bütün görevlerine yüz çevirip ayin odasına kapatan düşünce de budur biraz. Kapandığınızda yaratabilirsiniz. Hz. Muhammed’in mağara kapanmasında bu tür bir mitik görünüm vardır, ama özünde yaratmak için çekilmiştir oraya. Yaratıcılığın özü sizi oraya çağırır. Montaigne’e dönecek olursak, denemelerin iki kitabını yazdıktan sonra şatosundan ayrılır; gitmek zamanı gelmiştir. Kabuk değiştirmek, yenilenmek, soluk almak, yeni yerler görmek/tanımak/anlamak düşünmek ister… Uzun bir yolculuğa çıkar… Döndüğünde de üçüncü kitabını yazacaktır… Kapanmak ve gitmek yazarın tek yoludur diye düşünürüm. İnsana/topluma, hayatın gerçekliğine o kıyılardan bakar, oralardan yolculuklara çıkar, gerçekliğin dilini kurabilirsiniz ancak. Bu kendini soyutlama değildir; düşüncesinin ondan istediği soyutlama eylemine hizmet eder böylesi bir yaşamı seçerek ya da siz boyun eğerek deyin isterseniz buna.
Bordeaux’a gidişiniz üzerine neler paylaşabilirsiniz? Büyük ustanın yaşama yurdunu, Perigord Şatosu’nu, yazı kulesini/yazı sığınağını görmek… Nasıl bir duyguydu?
Evet, o şatoyu görmek Montaigne’nin yazı yurdunda gezinmek için gittim Bordeaux’ya. Dokundum her bir şeyine. Adımladığı merdivenlere, seyre çıktığı pencerelere, sığındığı ayin odasına, uyuyup seviştiği yatağa, gözlerini soldurduğu masasına, giydiği elbiselerine, elinden bırakmadığı kalemlerine, sayfaları yıpranmış kitaplarına… Onu yeniden yeniden okumak, ona dair yazmak duygumu körükledi şatoda geçirdiğim saatler ve Bordeaux günlerim…
Şair dostunuz Aytekin Karaçoban’dan da bahsetmek gerekiyor sanırım. Onunla mektuplaşmalarınız da yer alıyor kitapta. Ve Bordeaux’da yol alırken Karaçoban’ın anlattıkları da Montaigne’e bir adım daha yaklaştırıyor sizi…
İlk gençlik dönemimizde edebiyatı solurduk onunla… Bugün halen sürdürürüz o heyecanı. Dostumun Fransa serüveni, gidip Bordeaux’ya yerleşmesi yılları buldu. Artık o kentlidir o, bir bakıma da Montaigne’nin yeni hemşerisi, yani yerdeşidir. Şairdir, çevirmendir Aytekin. Yeni yaşama yurdunda gene edebiyatla yol alır… Onunla Montaigne’e gitmek, hatta ondan dinlemek ona dair söylenenleri ilgimi çekmiştir hep. Ama onun serüvenini de getirip Montaigne’le buluşturarak bir anlatı yazmak düşüncesini de gene bana Aytekin’in yaşama biçimi vermişti. Bu kitapta sözünü ettiğim anlatının oluşması da o süreçte gerçekleşti.
Sürgün, göçmen bir figür olarak dostumun gerçeğinde Montaigne’le buluşan eski bir okurunun kenti anlamak/tanımak yolculuğu biraz da bu. Bir yanıyla kentinde Montaigne’i didikleyerek okurken, ötede de sürgün bir şairin dünyasına dönmek… Montaigne’nin yaratıcılar üzerindeki etkisi bugün bile sürüyor anlayacağınız. Bu yanıyla onu salt aydınlamanın düşünürü değil, yazınsal geleneğin de en önemli anlatıcısı olarak görürüm. Özellikle yaşadığı kenti gördükten, onun yurdunu tanıdıktan sonra bu düşüncem daha da pekişti. Unutmayalım, iki dönem de kentinin belediye başkanlığını yapmış biridir Montaigne. Bugün bile böylesi pek enderdir!
“İyi okur’un okuma yolu Montaigne’den geçer, geçmelidir de. (…) Herkesin okumalarının ilk sırasına almasını istediğim yaşam ustasıdır Montaigne. Onunla yolculuğum yazı ömrümü, düşünce ve yaşam yolumu biçimlemiştir desem, abartı gelmemeli bu” diyorsunuz kitapta. Denemenin okullarda bir ders olarak yer almasının çok yararlı olacağını belirtiyorsunuz. Keşke mümkün olabilse bu. Genç okurlar ve yazarlar için deneme okumanın, yazmaya çabalamanın önemi ve faydasından bahseder misiniz?
Montaigne akılcılığın ışığını taşır. Üç ciltlik denemelerinde, bugünlerde okurumuza ulaşan Yol Günlüğü’nde en çok gözlediğimizin aydınlanmacı bakışı kadar çağının kavrama/tanıma/yansıtma bilincidir de. Bu üç kavram bile öğrenmenin temel anahtarı değil midir? Safsatalar öğretmek yerine Montaigne’le öğrenmeyi öğretmek/düşünmeyi öğretmek neden olmasın. Yanına İbn Arabi’yi de koyabilirsiniz… Deneme öğretici bir yazınsal türdür. Yazmayı olduğu kadar düşünmeyi de öğretir. Deneme yazabilen her türde yazabilir. Edebi bellek oluşturmada deneme okumanın açabileceği kapılar yadsınamaz. Ayrıca bilim alanındaki gelişmelerde deneme yazarak/okuyarak varılabilecek yollar yığınla. Özcesi denemeyi salt bir yazın türü olarak da görmemek gerek. Düşünme yordamını taşıyan bir alan… Evet, kendi içinde türsel çeşitliliği olan bu konuda da düşün yaşamımızın azımsanmayacak bir birikim taşıdığını düşünürüm. Cumhuriyet Aydınlanması bu birikimi bugün var etmiştir. Ataç’tan Emin Özdemir’e, Sabahattin Eyuboğlu’dan Ahmet Cemal’e, Melih Cevdet Anday’dan Uğur Kökden’e değin karşımızda duran birikim bunu anlatıyor biraz da.
Camus, Sartre ve daha başka büyük yazarlardan da söz ediyorsunuz kitapta. Ve çok önemli bir noktaya parmak basıyorsunuz: Türk okuruna henüz bir Camus külliyatı sunulmadı. Sartre, Balzac, Flaubert külliyatımız da yok. Bu noktada yayınevlerine, çevirmenlere büyük bir sorumluluk düşüyor, değil mi?
Yayıncılığımız henüz kendi Rönesans’ını yaratamadı. Bunun düşünce iklimi, eğitim düzeyimizle ilgisi olduğunu düşünürüm. Şu küreselleşme çağında tüketime endeksli bireyi var etme savaşımı birçok değeri yitirmemize neden olduğu gibi aydınlanmanın önemli değerlerini tanımaya da kapılarımızı kapatmamızı sağlıyor ne yazık ki. Gelişmenin göstergesi yüksek binalar, içlerini donattığımız AVM’ler değildir. Sokakları, mahalleleri tüketerek sözüm ona dikey uygarlık yaratmak neyi var ediyor? İletişimsizliği, değersizliği, kültürsüzlüğü, insansızlığı, yabancılaşmayı, aidiyetsizliği… Hatta vicdansızlığı… Yayıncılık da vicdan duygusuyla yapılabilecek bir uğraştır. Andre Gide, “yazarlar toplumun vicdanıdır” der ve ekler: “kamu işi yapan herkes öyledir”. Sanırım toplumumuz ve yayıncılığımız giderek bunu yitiriyor. Oysa buna en çok ihtiyacımızın olduğu dönemleri yaşıyoruz. Kendi yayıncılık deneyimimden de biliyorum; iyi şeyin önünde engeller çoktur bu ülkede, ama yılmayan insanlar da çok. Yani bu karda boranda çalışıp iyi şeyler yapanlar da… Evet, az olan iyidir değerlidir. Oysa çoğalsın istiyoruz. İnsan özgürlüğünü, düşünce ve yaşama özgürlüğünü bu kültürel dokuyu kurarak var edebilirsiniz ancak; yoksa her şeyi dinle yorumlayan bir anlayışı körükleyerek, bunun kurumlarını var ederek değil. Akıl çağından bilgi çağına geçeli çok oldu. Ama biz bunun altyapısını oluşturacak kültürel kurumları oluşturmak zorundayız. İşte yayıncılık da bu anlamda çok ciddi bir iştir, imlediğim vicdan duygusuyla yapılabilecek bir iş, uğraş… Ama bunu görmeden bilmeden yapanların o yazarları bilmesi, bir araya getirmesi çok zor elbette.
“Deneme Zamanı” serisinin ilk kitabıydı Montaigne. Diğer iki kitapta Elias Canetti ve Italo Calvino’nun izini süreceksiniz. Bu kitaplarla ilgili çalışmalarınız ne durumda? Yine yollar, yolculuklar vardır sanırım…
Her iki kitap bitmiş durumda. Son bir kez Torino’ya ve Rusçuk’a gideceğim. Birtakım yan okumalar da var sırada. Masanızdan kopamadığınız sürece bir kitap sizde bitmez. Çünkü düşünce üretiminizi duygu dilinizle biçimlendirirseniz gitmeyi de seçersiniz sürekli. Bu üçleme biraz da gitmenin kitabıdır. Bir yazara, bir yere, bir düşünceye, bir kültüre, bir duyguya, hatta bir dile gitmenin kitabı… Bunların ardından Mustafa Kemal ve Nazım Hikmet üzerine böylesi bir kitap yazmayı tasarlıyorum. Gene giderek kurulabilecek kitaplar olacak… Zamanın ruhunu anlatarak/anlayarak o insanların gerçekliğine dönmek yolculuğu…
NOT: Bu söyleşi Ekim 2012’de Aydınlık Gazetesi Kitap Eki’nde yayınlanmıştır.