Hak ve Adalet Arayışı 1 – Nejdet Evren

Salt doğada kendi yasaları içerisinde adalet yoktur.
Fizyolojik/biyolojik/kimyasal/astronomik süreçler, etkilenmeler, değişim, dönüşüm ve dengeler ile dengesizlikler vardır. Nasıl ki doğanın kaotik yapılarını kendi yasalarına karşı bir adalet ölçeğinde değerlendiremiyorsak demek ki, adalet denilen olgu toplumsal/tarihsel/ sosyolojik bir içeriğe ve ölçüye sahip bir yargı/ölçme/değerlendirmedir.

Adalet ve adaletsizlik tanım olarak yek diğerini içinde barındırırlar. Bir olguya adaletsiz diyebiliyorsak kullandığımız ölçü ne olursa olsun adaletli olduğunu bildiğimiz ki aynı ölçüler içerisinde bir durum/olgu var demektir.

Adalet soyut bir kavram gibi görünse de temelinde kendisini yaratan etkilerden ayrı değerlendirilemez. Değişen ilişki kalıplarına göre etkileşim içerisinde olan toplumsal yapılar tüm canlılar arasında süregelen ve tüm çıkar çatışmalarında yine tüm canlılar için ve canlının yaşadığı doğal yapıyı da içine alacak şekilde zarar veren unsurları ayıklayıp yararlı birer yapı/yasa haline dönüştürdüklerinde adaletsizlik denen mefhum kendiliğinden yok olacaktır.

Vicdan ve adalet kavramları aslında soyut kavramlardır. Ne vicdanı ne de adaleti kişi/zaman/yer ölçeklerinde sabitlemek olanaklı değildir. Böyle olunca da adaleti arama ve bulma çabaları da zorlaşmaktadır. Sorun aslında üretimin paylaşılması gibi hakların paylaşımında yatar. Adalet, özgürlük, eşitlik arayışlarını sürükleyen türün insan türü olması bir ip-ucu vermektedir aslında; çün ki, tümünü yok den tür yine insan türüdür. Bundan şu sonuç çıkar; insan toplulukları tarihin her yaşadıkları zaman diliminde bir takım çıkarlarına uygun toplumsal/ekonomik/politik yasaklamalar ve özgürlükleri tanıma suretiyle adalet/özgürlük/eşitlik kavramlarını kendilerince doldurmaya çalışmışlardır. Mutlak olmadığına göre ne ilahi ne de mutlak adaletten söz edilemez. O zaman ne vicdanın tanımladığı yer/zaman/kişiye göre değişen adalet ne de yasalar önünde eşitler ve eşit olmayanlar arasındaki adaletten söz edilemeyecektir. Adalet duygusu/inancı/beklentisi tam bu noktada haklar ve özgürlükler konusunda tartışmasız/ön-koşulsuz bir eşitlik anlayışının varlığına gereksinim duyar. Eşitliğin, adaletin ilk basamağı olduğunu söylemek mümkündür. Bu şu demektir; yer-yüzündeki tüm insanlar koşulsuz eşit hak ve özgürlüklere sahiptirler. Bunu tanımlamak işin belki de en kolayıdır. Mesele bunu yaratmakta; her kişiyi koşulsuz özgür ve eşit hakların öznesi olmasının koşullarını/olanaklarını yaratmaktır. Son açılımdan hemen şunu belirtmek gerekir ki adalet bu yönü ile tüm insanlar için yaşamsal/düşünsel/sosyal/ekonomik/politik eşitliğin sağlanması için gösterilecek insancıl çabaların tümüdür!?

Kesinlikle, doğal hukuk tanımlaması lineralizmin – ki, ekonomik liberalizm- politik bir gizleyeni, örtüleyeni olmuştur. Zira hem ekonomik hem de politik liberalizm reel karşılık bulmadığı halde varmış gibi gösterilirler ve inandırıcı olduklarından topluma mal olur. Hukuk bir üst yapı olarak sınıf çelişkisinin kalktığı gün – bir ütopya olarak her zaman mümkün- yeni bir anlam kazanacaktır; bir hedef olmaktan çıkıp canlı hayatın tüm dokularında yaşanan bir gerçeğe dönüşecektir. Söylendiği gibi başka bir dünya mümkün…

Hak, karşılıklı bir edimi gerektiren bir olgudur. Onun/hakkın var olduğu yerde karşı bir edim/yükümlülük kaçınılmazdır. Hak, hakkaniyet, haksızlık, keyfiyet at-başı giderler; ancak hiç biri tek başına “hak” denilen şeyi açıklayamaz. Yaşamak, beden bütünlüğünü korumak, beslenmek, barınmak gibi en temel haklardan söz edilir ve fakat buna dair sözü olanların her nedense bunları ihlal etmekte tereddüt etmediği görülür; demek ki, hak kavramı/olgusu bir fenomen olmaktan öte çıkarlar üzerine inşa edilmiş bir tabudur. Gücü elinde bulunduran istediği sonucu elde edebilir, bu, onu haklı kılmaz. Hak, canlılar arasında maddi olgulardan doğan bilincin ortaklaştığı/benimsediği bir değerdir. Bunu yaparken bilinçli canlı bir diğerinde korumaya çalıştığı şeyi –yaşama hakkı gibi- aslında kendisi için bir korumayı sağlamaktadır; bu nedenle, hakkın temelinde bireyin kendini var etme yönelimine bağlı egosu vardır, bu edim egoist bir edim olsa da yek diğerine de aynı olanağı sağladığından egoist olmaktan çıkar ki, bu nedenle “hak” olgusu üzerinde geniş bir ortaklaşma/konsensüs mevcuttur. Hak, mutlak olmadığı gibi mükemmel sayılanın bir tanımı da değildir, zira, mükemmelin teşkili kendinin parçalanmasından başka bir şey değildir. Hak insana dairdir, insana ait değildir ve bunu/hakkı yaratan insan onun bir öznesi iken diğer canlılar kategori olarak özneleşmezler, onlar sadece sahip olanlardır. Canlının yaşama hakkı denilen o kutsal hakkı kim kime neden bahşetmiş olabilir ki? İnsan ve canlı doğurur/çoğalır ancak bahşetmez; hiç kimse yek diğerine hak bahşedemez. Çünkü hak denilen şey temelinde bir kazanım/bir yer edinmedir, zira, kazanılmış hak kavramı da buradan doğar.

Her hak, bir yükümlülük ile birlikte var olur; “hak”ın olduğu her yerde bir yükümlülük kaçınılmaz olarak ortaya çıkar. “Hak” denilen olgu bir bahşedilmişlik durumu asla değildir; o, bir diğerine göre kazanılmış bir mevzi, bir durumdur; doğal/evrensel haklar olsun, kazanılmış haklar olsun hepsinin özünde canlı ve bunun bir uzantısı olan insanın bir diğer insan ya da canlıya göre bir diğer insan ya da canlının karşılıklı konumlarının belirlenmesi vardır. Örneğin, yaşama hakkından söz edildiğinde bu sözün muğlaklığı et-obur canlı için farklı, ot-obur bir canlı için farklı bir içeriğe/anlama sahip olacaktır. Bu muğlaklık hak tanımını yapan insanın egosundan kaynaklanmaktadır. Temelde sosyal paylaşım ve tüketime sahip olan toplulukların varlıklarını sürdürebilmeleri için kendi için istediğini, kendine layık gördüğünü bir diğeri için de istemek ve layık görmek zorunda kalması hem gerekli ve hem de kaçınılmazdır. E.Canetti’nin ilk yasa olarak tanımladığı “paylaşım yasası” olmasaydı, bu yasayı insan toplulukları ve diğer canlı toplulukları gerçekleştirmeseydi ne insan ne de “hak” denilen mevhum hiçbir zaman gün yüzüne çıkmayacaktı. Denek ki, “hak” denilen olgu ile insanlaşma arasında doğrudan bir etkileşim, ilişki ve bağ bulunmaktadır. Hak denilen olguyu kavramlaştıran insan, yine buna bir dayanak bulmak zorundadır. Hak denilen mevhumun özünde insan ve onun geçmişi ile “ kendini yaratması” yatar ve bir kere başlayan bu süreç insanla at-başı gider; alet ile yaratırken insan ürettiğini paylaşmak bunun sosyal temellerini örgütlemek gereksinimini duyar ve bu gereksinim sonucunda hak denilen olgu ile yüzleşerek onu ileriye doğru taşır.

Hak, temelde bir sahipliği içinde barındırır; ancak bu sahiplik insanın/canlının hak denilen şey ile ilişkilendirilmesidir ve bu nedenle mülkiyet gibi el-değiştirebilen bir meta olmaktan öteye geçer; bu nedenle mülkiyet hakkı aslında bir türevdir, hak değildir, bir nesneye/eşyaya/toprağa sahip olmak bir hak değildir; öyle olsaydı, onu elde etmenin yöntemi anlamsız kalırdı. Fiziki zor ile rızaya dayalı elde etmenin farkı açıktır; ancak, rıza denilen şeyin kendisi ne kadar özgürdür ki buna ayrı bir anlam katabilsin? “Meşru” denilen şey yer ve zamana göre fiziki zorun rızaya dayandığını gösteren sosyal yasalardan başka nedir ki?

Aydınlanma, rasyonel olma, aklın efendi sayılmasına dayanan rasyonalizm hak denilen mefhumu doğallaştırdı, oysa hak denilen mevhum sosyal, ekonomik, tarihsel bir içeriğe sahipti….Komünal toplumda tanımlanan hak ile kapitalist toplumda tanımlanan hak kavram ve içeriğinin farklı olması bu nedenledir….İnsanın özne olarak merkeze konulması bir açıdan anlaşılabilir bir durumdur ve fakat onun üstün olduğunu ileri sürmek bu denli anlaşılır değildir, gök tanrılar yerine yer tanrıları yaratarak hak olanı tanımlamak insanın özgür köleliğini benimsemektir, rasyonalizmin yarattığı özgür sanılan köle bireylerden başka bir şey değildir, hak denilen olgu rasyonalizmi aşar..

hak mevhumunu yaratan insandır ve haksızlık olgusu üzerinden kendini tanımlamak gereğini duyumsar…Artık ürün olmasa hak kavramlaşabilir miydi, sanmıyorum…hak denilen mevhum artık ürünle ilişkili ve sömürü ile….
Maddi bir ölçüyle ele alındığında ‘hak’ artık özünden kopartılmış bir çıkara alet edilmiş demektir…Çünkü ‘hak’ madde ile ölçülemez….

Önce, her şeyin paylaşıldığı bir ortamda birinin kalkıp bu paydan daha fazlasını istemesi, yeri geldiğinde kandırarak, güç kullanarak bu isteğini gerçekleştirmesi ile gün yüzüne çıkan haksızlık olmasaydı hak denilen olgunun bir anlamı olmayacaktı….

Nejdet Evren
Zamansız

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir