Burjuva Sultan
Abdülhamid Yıldız’a yerleştiğinde otuz beş yaşındadır. Tahta çıktığında hemen hiç kimsenin tanımadığı ve kaygıyla karışık bir merakla hakkında sorular sorulan veliahd şehzade değildir artık. iktidarda geçen birkaç ayın ardından bir kişilik ortaya çıkmış, bir şahsiyet belirmiştir. Neredeyse tamamen saraya kapanmasına karşın, birçok ziyaretçi kabul etmekte ve pek çok kişiyle birlikte mesai yapmaktadır. Gerçi sultanın portresinde hala karanlıkta kalan noktalar mevcuttur, ama şahsiyetinin ana hatlarının daha iyi saptanmasını sağlayan tanıklıklar da yok değildir.
Boyu ortanın biraz altında kalan sultan, zayıf denecek kadar ince ve hafifçe kamburdur. Çelimsiz denebilecek bir vücudun üstünde kocaman bir kafası vardır. Geniş alnının altında birleşen kalın kaşları, gözlerinin üstünde çok belirgin iki yay çizer. Karikatüristler, kemerli ve çok çıkıntılı bumuna bayılacaktır. Kısa, siyah sakalı boyalı ve çok bakımlıdır. Cildi saydam denecek derecede beyaz, gözleri ise siyahtır, göz çukurlarına gömülmüş gibidirler. Yumuşaklıkla sertliğin, iyi niyetle soğukluğun sırayla birbirini izlediği delici, keskin bakışları vardır. Sesi şaşırtıcıdır. Tizdir ve çın çın öter; konukları için okşayıcı olmayı bilen bu sesi hizmetindekiler biraz daha farklı duyarlar: efendinin keskin, buyurgan, neredeyse bir çığlığı andıran, hiç itiraz kabul etmeyen sesi.
Tanıklıkların hepsi ya da hemen hepsi bir noktada uzlaşır: Sultan, hastalıklı korkuların pençesindedir. Kuşkusuz Abdülaziz’in hallinden ve intiharından, Hüseyin Avni cinayetinden sonra, Murad’ın hastalığının ardından tahta çıkışına, daha sonra da Ali Suavi darbesi gibi bazı dramatik olaylara bağlı bir durumdur bu. Aslında Abdülhamid çok çeşitli korkular yaşamaktadır. Örneğin kalabalık korkusu yüzünden, İstanbul’ u halkın ortasında atla geçmek zorunda kalmamak için, Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın 19 Mart 1877’deki açılışını Ayasofya’da değil de Dolmabahçe’de yapar. Anarşistlerin Amerika ve Avrupa’ da devlet reislerine ve hükümdarlara saldırdıkları bir çağda, sürekli suikast korkusuyla yaşar. Ama asıl panik ölçüsünde korktuğu şey, bir komplo, özellikle de Murad’ı yeniden tahta çıkarmayı amaçlayacak bir komplodur; sultan tam bir “Murad psikozu”na yakalanmıştır. Çevresi tarafından da sürdürülen, doğurulan, hatta körüklenen bu korkular en sonunda saplantı halini almış ve sultanı sarayına kapanmaya itmiştir. Orada çok bol ve son derece gereksiz emniyet tedbirleriyle çevrili bir halde yaşar. Bu ruh haline, yakın çevresine karşı duyduğu aşırı kuşku eşlik eder. Sultan hiç kimseye güvenmez, bu nedenle her şeyi kendi eline alıp iktidarın ezici sorumluluklarının büyük bölümünü sırtlanır.
Sultanın yakınına gelen herkesi etkileyen iki özelliği daha vardır. Birincisi, herkesin ağız birliği edercesine mucizevi diye nitelediği belleğidir. Birinci Dünya Savaşı boyunca Beylerbeyi’ne kapatılan Abdülhamid, kırk yıl önce yapılan Avrupa seyahatini hekimi Atıf Bey’in önünde en ufak ayrıntılarına varınca ya dek hatırlayacaktır. Abdülhamid’de olağanüstü bir çehre belleği de vardır. Çarpıcı kültür eksikliğini kapatan canlı zekasını da herkes kabul eder. Blowitz, “üstün bir akıl” der. Vambery, sultanın “göz kamaştırıcı zihinsel yetenekleri” nden,” olağanüstü zihinsel vasıflan”ndan söz eder; ama ona göre, Harem’deki kapalı eğitim ve korkular, kuşkular bu yeteneklerin harcanmasına yol açmıştır. Bismarck da onu Avrupa’nın en kurnaz diplomatı olarak görür. Almanya sefiri Hatzfeld de Abdülhamid’in zekasından etkilenmiş, ama “kendine yeterince güvenmediği” kanısına varmıştır. Kitabi, öğrenilmiş, ezberlenmiş hiçbir yanı olmayan bu zeka insanlarla, olgularla, durumlarla ilişki içinde gelişip şekillenmiştir. Erken ortaya çıkmış kendi aklıyla düşünme yeteneğinin, çok canlı bir merakın, sıradışı bir gözlemciliğin ürünüdür, dolayısıyla her türlü dogmatizmden uzak, en çeşitli durumlara ve alanlara uyum sağlamaya hazır, çok esnek bir zihinsel vasıf, bir idrak yeteneği söz konusudur.
Abdülhamid, sarayda huzuruna kabul ettiği ilk yabancı ziyaretçiler üzerinde olumlu bir izlenim bırakır. Tersane Konferansı’nda katiplik görevini üstlenen Kont de Moüy, onunla karşılaşan ilk Avrupalı diplomatlardandır; hakkında olumlu bir portre çizer; onun “nazik ve yumuşak bir hükümdar”, “iyilik yapmak isteyen bir akla sahip”, “Avrupa uygarlığının dostu”, “yüce ve içten bir ruh” olduğu kanısına varır. Ziyaretçilerine ihtiyatlı, utangaç, mütevazı birisi olarak görünür.
Vambery’nin dediği gibi, Abdülhamid “birinci sınıf bir büyüleyici kişilik”, benzersiz bir baştan çıkarıcıdır. Sarayda öğrendiği görgü kurallarını, o adabı özellikle Avrupalı ziyaretçilerine karşı sergilemeyi çok iyi bilir. iltifat etme, karşısındakini pohpohlama sanatında ustadır, hassasiyet gösterebilir, karşısındakine dikkat ettiğini belirten jestler yapar -konuğunun sigarasını kendi eliyle yakmak veya onu kapıya kadar geçirmek gibi. Ona karşı önyargılar besleyenler, hatta kanlı bıçaklı düşmanları bile sonunda bu çekiciliğe kapılırlar; gösterdiği cana yakınlıkla, verdiği vaatlerle sonunda onları da kendi yanına çekmeyi başarır. Karşısındakini cezbetmek için, haklarıda dışarıda oluşturulan imajla -zaman zaman “Yıldız canavarı” diye anılır- kendisinin yansıtmaktan hoşlandığı sade, nazik ve yumuşak adam imajı arasındaki farktan yararlanmayı iyi bilir. Muhataplarının kendilerini güven içinde hissetmelerini de sağlar; böylece onlar ellerini çabucak açarken, kendisi kozlarını asla göstermez. Yeni Osmanlılar’ın önderlerinden, büyük hürriyetçi şahsiyet Namık Kemal, 1876’daki ilk karşılaşmalarında sultan ona Memalik-i Osmani’yi yenilemek için el ele verip çalışmayı teklif ettiğinde büyük bir coşkuya kapılır. Bu coşkusu, birkaç ay sonra sürgüne gönderilinceye dek sürecektir. Yaklaşık on beş yıl sonra, Jön Türk döneminin aydınlarından Mizancı Murad’la da aynı senaryo yinelenecektir.1895 Ermeni krizinin en sıcak günlerinde Abdülhamid onu huzuruna kabul edip pohpohlar, tam aradığı adam olduğunu söyler. Murad bu iltifatlar karşısında adeta erir, görüşmeden tamamen kazanılmış bir halde ve sarhoş gibi çıkar; hatta şöyle haykırır: “Hünkarımız bir melek!” Böylece yaptığı siyasi tahlil de doğrulanmıştır: Padişah iyidir; kötü olan onun çevresidir. Ömrü boyunca kendini hiç o kadar mutlu hissetmediğini hatıratında itiraf eder. Sultanın devlet işleri, krizden çıkış yolları konusunda kendisine danışmaya devam edeceğini, ona önemli bir nazırlık, hatta belki de sadrazamlık vereceğini hayal etmiştir. Oysa bu görüşmenin üzerinden bir ay bile geçmeden Murad’ın önünde Avrupa’ya kaçıp, sürgündeki muhalif Jön Türklere katılmaktan başka bir seçenek kalmaz!
Abdülhamid’in yalanına giren herkes onun hayat çerçevesinin, davranışlarının, giyim kuşamının sadeliğinden çok etkilenir. Charles de Moüy salonların ne denli sade, sultanın çalışma odasının her türlü yararsız lüksten nasıl arınmış olduğunu anlatır: “İnsan kendini, aşırı istekleri olmayan, Avrupa üslubuyla Doğu üslubunu zarif bir ölçüyle meczetmiş zengin bir paşanın evine girmiş gibi hisseder. “
Davranışlarının, gündelik hayat çerçevesinin sadeliği; giyim kuşamının sadeliği. Sultan genellikle önden düğmeli basit, siyah bir redingot ve seleflerinin taktığı tuğu da olmayan sıradan bir fes giyer. Meclis’in açılış töreni gibi önemli vesilelerde veya her yıl iki kez yinelenen bayram alaylarında, yani Dolmabahçe’nin büyük Muayede Salonu’nda yapılan tebrik ve biat merasimlerinde onun yalın ve resmi giyinişi askeri, mülki ve dini ricalin şatafatlı görünümleriyle, süslü püslü giysileriyle, parlak apoletli, madalyalada kaplı üniformalarıyla tam bir tezat içindedir. Abdülhamid’e göre, paşaların “sadeliğe gayret etmemeleri üzücüdür”; oysa onun kanısınca insanlar” diğerlerinden bilgileri ve hakseverlikleriyle teferrüt ediyorlar [ayrılıyorlar].” Giyside sadeliği, yemekte kanaatkarlığı va’zeder. “Bu hususta ben iyi bir numune olmaya çalışıyorum”, der. Gündelik hayatta sevdiği ve benimsediği bu sadeliğin dışında, Abdülhamid gerektiğinde konuklarının gözlerini kamaştırmayı ve Osmanlı hanedanıyla devletinin zenginliğini gözler önüne sermeyi de bilir. O zaman konuklarını büyük bir debdebeyle karşılar. Ama bu olağandışı durumlar haricinde, kendisi hakkında sade, mütevazı, ihtiyatlı bir adam imajı uyanmasına önem verir, çünkü bu imaj eski parlaklığına yeniden kavuşturmak istediği halifelik işlevine uygundur.
Aslında inançlı bir Müslüman olarak da bu tavrı benimsemektedir; dini vecibeleri hiç aksatmadan yerine getirir, özellikle de hiçbir namazı kaçırmaz. Hem Şaziliyye hem de Kadiriyye tarikatına intisab etmiştir. Şeyh Zafir Madani ve Şeyh Ebulhüda gibi dini şahsiyetlere çevresinde seçkin yerler verir. Diğer yandan tutuculukları nedeniyle eleştirdiği -orduda yeni bir başlığın kabul edilmesine karşı çıkan şeyhülislama “budala” der- Osmanlı ulemasını her zaman takdir etmese ve hatta onlardan kuşkulansa da, saygıda kusur etmez. Yani insan ve sultan-halife olarak tüm davranışları dindarlık terazisine vurulmuştur. Ama onda bağnazlıktan iz yoktur. Farklı tavırlara hoşgörülü davranmayı bilir. Kendi sarayında -oysa halifenin konutudur burası-mabeyn ki tiplerinin Ramazan’da oruç tutmamalarına hiç aldırmaz; içlerinden birinin tanıklığına göre, İslam’ın bu kutsal ayında çalışma odalarında hiç çekinmeden su ve tütün içilir, yemek sinileri herkesin gözü önünde güpegündüz dolaşır. Sultan için önemli olan zevahirin kurtarılmasıdır. Emrinde çalışan Müslümanlardan tek istediği, halkın içinde dini vecibelere uyulmasıdır, başka bir şey değil. Özellikle de Müslüman ülkelere gönderdiği resmi heyetlerin, halifenin hizmetinde çalışanlar -ve bizzat halife-hakkında saygıdeğer bir izlenim uyandırmasına önem verir.
Abdülhamid düzenli bir hayat sürdürür. Günleri hep çok doludur ve hemen hemen tamamen çalışmaya hasredilmiştir; mesaisi kimi zaman gece geç vakitlere kadar bitmez. Sabah erkenden, namaz kılıp basit ve hafif bir kahvaltı ettikten sonra, devlet işleriyle ilgilenmeye başlar. Sadrazamın raporunu inceler, atamalara ve terfilere karar verir, Heyet-i Vükela raporlarına bakar; sonra vilayetlerden ve özel komisyonlardan gelen raporları okur ve Hazine-i Hassa işlerine bakar; daha sonra diplomatik sorunlarla uğraşıp yabancı ülkelerdeki çeşitli görevlilerden gelen telgrafları elden geçirir. Sonra sıra ziyaretlere gelir; sultan gelenleri çoğunlukla şahsen kabul etmez, mabeynciler, mabeyn başkatibi ve ikinci katibi aracılığıyla ziyaretler kendisine iletilir. Öğlen hafif bir yemekle yetinir; sadece bir börek ve bir kap pilav ona yeter. Tek kötü alışkanlığı gün boyu elinden düşürmediği sigara ve kahvedir -zaman zaman içtiği küçük bir kadeh konyak dışında. Sultan akşamüstü hafiyelerinin raporlarını inceler, sonra kendisiyle görüşmek isteyenleri kabul eder. Bu hatırı sayılır mesai zaman zaman bahçede yapılan bir gezinti, en sevdiği hayvanları ziyaret veya kadınlarından birinin dairesinde geçirilen bir saatle bölünebilir.
Abdülhamid’in yedi eşi olmuştur -padişahların çoğu Kuran’da meşru olarak izin verilen dört eşten fazla kadın almışlardır; kendilerini şeriattan üstün kabul etmenin bir biçimidir bu. İlkiyle henüz veliahd şehzade iken 1863’de, sonuncusuyla 1886’da nikahlanmıştır. Ayrıca altı ikbali olduğu bilinmektedir. Toplam on üç kızı-altısı küçük yaşta ölmüştür-ve sekiz oğlu olmuştur. Hatıratında, “aile hayatımda kalbimin yumuşak olduğunu, sevgiye muhtaç olduğunu gösterir” der. Buna karşılık bazı gözlemciler asla bir aile hayatı sürmediğini, haftalar, kimi zaman aylar boyunca şehzadeleri görmeden durabildiğini ileri sürerler. Her ne olursa olsun Dolmabahçe’de çıkan bir yangında, yedi yaşındayken kazayla ölen büyük kızı Ulviye’nin vefatı onu çok’sarsmıştır; aynı şekilde 1898’de yedi aylıkken difteriden ölen bir başka kızı Hatice’ye de çok üzülmüş ve onun anısına Şişli’deki “Etfal-i Hamidiye Vakıf Çocuk Hastanesi”ni yaptırmıştır.
Ömrünün son yirmi yılında, son eşi Müşfika ile değişik bir ilişkisi olacaktır. Bir anlamda onunla birlikte bir “karı-koca hayatı” sürecek, Müşfika saray teamüllerinin aksine hep onun yanında bulunacaktır. Hatta kocasının peşinden sürgüne de gidecek, önce Selanik’te, sonra İstanbul’ da Beylerbeyi Sarayı’nda hep Abdülhamid’in yanında kalacak ve bu koşullarda tek eş statüsünü edinecektir. Hep yalnız yeme alışkanlığına sahip olan sultanın sofraya onunla birlikte oturmaya başlaması da, bu yeni yakınlığın kanıtıdır. Sanki Sultan Abdülhamid, Müşfika ile birlikte, burjuva bir çift oluşturmuştur. Her halükarda, kızının, Ayşe Osmanoğlu’nun hatıraları okunduğunda bu izlenim uyanmakta, yazar ebeveynlerini çocuklarının ortasında burjuva tarzı bir hayat süren bir çift gibi sunmaktadır. Abdülhamid de hatıratında Osmanlılardaki çokeşliliğin aşırılıklarını eleştirir ve “erkeğin hayatında( … ) kadının bir hayat arkadaşı olduğu” fikrini savunurken, aklında bu eşi [Müşfika] vardır kuşkusuz.
Sonunda zamanının hemen hemen tamamını işgal etmeye başlayacak iş ve “aile hayatı” dışında, Abdülhamid boş vakitlerini Yıldız Sarayı’nın bahçesinde geçirir; yaptırıp düzenlettirdiği gölde kürek çekmekten başlanır; kimi zaman da hayvanat bahçesini dolaşır ve kuşhaneye toplanmış nadir kuş cinslerini seyreder. Tabii marangozhanesine kapanıp, en gözde hobisi olan ahşap oymacılığı ve ince marangozlukla oyalanmadığı zamanlarda … (insanın aklına XVI. Louis’nin çilingirlik merakı geliyor}. Müzik konusuna gelince, Abdülhamid Batı müziği dinlemeyi tercih eder, ama “zihnimi yoran musıkiyi değil, dinlendirici musıkiyi tercih ediyorum” der. En sevdiği besteci Verdi’ dir. Tiyatrosunda operetler oynatır, kentte temsil veren tiyatro kumpanyalarını saraya da davet eder. Sinematografla hemen ilgilenir; Lumiere kardeşlerin icadından sadece bir yıl sonra bir Fransız bu aleti Yıldız Sarayı’na getirir.
Sultan akşamları uyumadan önce kendisine kitap okunmasından başlanır. Çoğunlukla mabeyincilerden birinin anında tercüme ederek okuduğu bir Fransızca kitap seçilir -sultan için böyle tercümanlık yapmak da, saray kariyerine başlamanın yollarından biri olabilir pekala… Sultan en çok son moda romanları sever; o sırada Fransa’da da yok satan bu “burjuva” romanları, tefrika-romanlar Xavier de Montepin, Fortune de Boisgobey, Michel zevaco-Pardayyanlar dizisinin meşhur yazarı-gibi o sırada çok tutulan yazarlar tarafından kaleme alınmaktadır. Kanunlara itaati, hiyerarşiye saygıyı, düzen ve tasarruf zevkini, çalışma aşkını, basit duygulan öne çıkaran ve dolayısıyla sultanın kendi fikirlerini aksettiren konformist, burjuva, muhafazakar bir edebiyattır bu. Kendini korkutmaktan da hoşlanan ürkek bir adam olan Abdülhamid, polisiye romanlara da bayılır. Maurice Leblanc, Gaston Leroux ve Conan Doyle’un son çıkan eserlerini getirttirip okutur -Doyle’u yüksek bir nişanla ödüllendirecektir. Gece bastırıp da sarayın koridorlarında gölgeler dolaşmaya başlayınca, Rouletabille, Arsen Lüpen ve Şerlok Holmes’un serüvenlerini tüyleri ürpererek dinler.
Sultanın tavır ve davranışlarının hepsi, hayat tarzı, basitliği, giyim kuşamının sadeliği, edebi ve müzikal zevkleri, rahat mobilyalara duyduğu eğilim, tasarruf kaygısı, hatta pintiliği-gençliğindeki Pinti Hamid olarak kalmıştır-, bunların yanı sıra çaba harcamayı ve çalışmayı va’zeden orta kararcı ahlak anlayışı, hep burjuva zihniyeti kokmaktadır! Yıldız Sarayı’ndaki Abdülhamid, Versailles Sarayı’nın debdebesi ve har vurup harman savuran müsrifliği içinde yaşayan XIV. Louis’den çok, Tuileries Sarayı’ndaki Louis-Philippe’i çağrıştınr. Vambery’nin dediği gibi bir “burjuva kral” olmasa bile, en azından bir “burjuva sultan”, modern yaşamın en son rahatlıklarından ve konforundan da mahrum kalmak istemeyen, tam kendi çağına ait bir monarktır.
Sultanın burjuvalaşması, Batılı kültürel modellerin imparatorluğa ne ölçüde sızdığının göstergesidir. Örf, davranış ve hayat tarzları, giyim kuşam, mimari düzlemlerinde saray, uzun süre Osmanlılar için bir model oluşturmuş, ama tüm 19. yüzyıl boyunca bu taklitçilik görüngüsü silinip gitmiştir. Yüzyıl sonuna gelindiğinde saray, Avrupa’da olduğu gibi, İstanbul’ da ve imparatorluğun diğer büyük kentlerinde öne çıkan eğilim ve modaları takip etmektedir. Başkente uğrayan toplulukların sergiledikleri tiyatro oyunları sarayda da oynanmakta, Batı modası önce Galata ve Pera’da boy gösterdikten sonra saraya girmektedir. Artık zevkin ve modanın esin kaynağı saray değildir. Abdülhamid’in saltanatı da bu noktadaki eğilimi tersine çevirmek bir yana, ona iyice ivme kazandırır. Abdülhamid, Yıldız’a kapana kapana, padişahlık kurumunun çevresini etkileme şansını sıfıra indirir. 19. yüzyıl sonunda İstanbul yalıları Côte d’Azur villalarına benzer ve orta sınıflar Avrupalılaşmış bir semt olan Galata’ daki “akaret” evlerine yerleşirler.
Sultan Abdülhamid
François Georgeon
Çeviren: Ali Berktay
homer Kitabevi