?İnceldiğinde, çeşitli sebeplerle delindiği de olur uykunun. Ne bileyim, bazen zihnimizdeki sivri uçlu bir hatıra deler onu; bazen henüz hazmedemediğimiz bir sözün acısı, bazen kolu bacağı aklımızın dışında kalan bir düşünce yahut bir duygu, bazen de etrafımızda olup biten, bizim fark edemediğimiz meçhul bir şey deler. İşte o vakit delinen yerden içerisi görünmez ama dışarısı görünür. Hakikat oradan gerçekte olduğu gibi görünmez tabii; uykunun sisi yüzünden, kendisinin biraz berisinde yahut gerisinde görünür.?
Sise benzemeyen tuhaf bir sisin içindeydi şehir. On dokuzuncu katın hizasında ben gerçeğim diyen bir güvercin kanat çırpıyordu. Binnaz Hanım’ın tombul elleri vardı. Ucu bucağı görünmeyen bir boşluğa düştü Ziya. Hışır hışır öten naylon şeritler. Te ilerde Suriye! Kaldır başını! Huoop! Yüzü çilli bir çocukluk. Efil efil tüten bir pişmanlık. Hiç işte, hiç bir şey olmadı. “Şikâyetçi misin” “Değilim Komutanım”. Kolonya, limontuzu ve su. Bakma öyle karanlıkta Mensur. Aynalı kahve. Güzel Nefise. Kim o uzaktaki adam? Tufana emanet bir dünya.Her kötülük, bir iyiliğin içine akıyor işte.
Heba, göz gözü görmez insafsızlığın, doğruya benzemeye muvaffak olan yalanın, utanmazlığın, linçin, kıstırılmışlığın romanı. Edebiyatın kirişlerini çatlatan büyük bir yazardan yalnızlığın, pişmanlığın, askerliğin, heder olmuş bir ömrün romanı. İpek kadar yumuşak ve ipek kadar sağlam.
Sadık okurları için yeni keşifler sunacak, yeni tanışanları sadık okurlara dönüştürecek bir Hasan Ali Toptaş romanı…
Kitaptan Bir Bölüm
Ziya gönülsüz adımlarla asfaltın karşına geçip usulca yaklaştı.
Elindeki çantayı yere bırak, dedi asker buz gibi bir sesle; fermuarını da aç!
Söyleneni yaptı Ziya.
Burası beş yıldızlı otel sanki amına koyayım, dedi asker gözlerini çantaya dikerek, neyiniz varsa sırtlanıp geliyorsunuz!
Ziya neye uğradığını şaşırmıştı.
Asker elindeki tüfeğin namlusunu uzatıp çantanın içindeki çamaşırları şöyle bir karıştırdı önce. Gayriihtiyari Ziya da eğildi o sırada, külotların, atletlerin ve çorapların namluyla dürtülüp çantanın bir köşesinden bir köşesine aktarılışına baktı.
Bu ne lan, dedi asker namlunun ucuyla çantanın dibinde duran siyah bir poşeti peş peşe dürterek.
Onun içinde saçlarım var, diye cevap verdi Ziya.
Demek öyle, dedi asker alaycı bir sesle; nerede kestirdin saçlarını?
Diyarbakır?da.
Sonra da atmaya kıyamadın ve berberden alıp bu poşete koydun öyle mi?
Ziya cevap vermedi.
Sana sordum lan, diye gürledi asker; başçavuşun beygiri osurmuyor burada!
Evet, atmaya kıyamadım, dedi Ziya.
Evet, atmaya kıyamadım komutanım diyeceksin!
Evet, atmaya kıyamadım komutanım.
Hah, şimdi al o saçları, git şu yolun karşısındaki çöp bidonuna at bakalım!
Ziya poşeti alıp hızlı adımlarla çöpe attı geldi.
Asker tüfeğini çapraz tutmuş, heybetli bir duruşla onu bekliyordu.
Şimdi de çantanı alıp geç bakalım içeri, dedi tokat gibi şaklayan kalın bir sesle.
Ziya çantasını hiç almak istemedi o sırada, tam tersine, tekmeyi vurduğu gibi onu çok uzaklara, ulaşılamayacak bir yere savurmayı düşündü ama bunu yapamadı tabii; çaresiz, yavaşça eğilip aldı ve ağaçların gerisinden yükselen gri binalara doğru yürümeye başladı.
Yür-rüüü Allah?ın kuşu, anca gidersin, diye bağırdı asker onun arkasından.
Ziya, bir an için başını çevirip baktı. Uzakta kalmasına rağmen, söylediği cümleyle birlikte nizamiyedeki askerin heybeti birdenbire artmıştı sanki; artık nöbet kulübesinin önündeki beton yükseltinin üstünde değil, düpedüz kendi heybetinin içinde geziniyordu.
Binaların yanına varıncaya kadar o gün bu, yür-rüüü Allah?ın kuşu cümlesi acıtıcı bir şekilde defalarca yankılandı Ziya?nın içinde. Sonra ellerinde renk renk çantalarla sol taraftaki büyük binanın önünde bekleyen gençleri gördü Ziya, geniş ve kumlu bir alandan geçerek gitti, onların arasına karıştı. Aslında karışmadı da, kenarda durmasına rağmen kalabalık onu sessizce içine aldı sanki. Yüzlerce kişiden oluşan ve tıpkı şaşkın bir serçe sürüsüne benzeyen bu kalabalıkla birlikte böylece Ziya da orada elinde çanta, tedirgin bir ruhla beklemeye başladı. Herkes birbirine hangi şehirden geldiğini soruyor, aynı şehirden gelenler onar on beşer kişilik gruplar oluşturuyor, sonra da bunlar kendi aralarında habire konuşuyorlardı o sırada. Çıkardıkları uğultu da gitgide genişleyerek, ortalığı kasıp kavuran güneşin altında bir yükselip bir alçalıyordu. Derken götten bacaklı, şişmanca bir çavuş çıktı büyük binanın kapısından, sükseli bir yürüyüşle sallana sallana gelip karşılarında durdu ve gözlerini göğe doğru dikerek, kalabalığın uğultusu kesilsin diye birkaç dakika hiç kımıldamadan öylece bekledi. Oradakiler onun bu duruşunu okuyamadılar tabii, alabildiğine lakayt bir şekilde birbirleriyle konuşmaya devam ettiler. İşte o vakit ağzıyla birlikte gözlerinden de fışkırıyormuş gibi görünen kalın bir sesle, kesin lan, karılar hamamına çevirdiniz burayı, kesin, diye bağırdı çavuş.
Kalabalık sustu.
Başı sonu belli olmayan kısa ve soğuk cümlelerle onlara ne yapmaları ve nasıl davranmaları gerektiğini anlattı sonra bu çavuş. Ardından da saatine bakıp bir dakika süre vererek, boy farkını dikkate almadan, derhâl ikişerli sıra olmalarını emretti. Herkes ne yapacağını şaşırdı bu emri duyunca, sağa sola koşanların, put gibi duranların ve götün götün giderken bir başkasına toslayanların yanı sıra neredeyse kavga edercesine kolundan kanadından tutup birbirini çekiştirenler bile oldu. Çavuş gözlerini kırpmadan, sert bir ifadeyle hep kolundaki saate baktı bunlar olup biterken. Bir dakikalık süre dolunca da kalabalığı peşine takarak binaya girdi ve iki yanında çift kanatlı gri kapılar bulunan kasvetli bir koridor boyunca, adeta arkasından gelenlere az sonra dünyayı bağışlayacakmış gibi yine sükseli bir şekilde yürümeye başladı. Onu takip edenler artık yüksek sesle konuşmaktan çekiniyor, bu yüzden de başlarını sağa sola çevirerek kendi aralarında fısıldaşıyorlardı sadece. Fısıltılar ayak sesleriyle birleşip haliyle tuhaf bir uğultuya dönüşüyor, koridora sıkışan bu uğultu da gerçekte olduğundan daha kalın ve daha şiddetli görünüyordu. İşte kapılardan biri açılıverdi o sırada, dışarıya düğmeleri çözülmüş iriyarı bir çavuş çıktı ve çıkar çıkmaz da kalabalığın içine dalıp Allah yarattı demeden, inanılmaz bir öfkeyle önüne geleni tekmelemeye başladı.
Bir yandan da kaşlarını çatmış, burası ahır mı lan şerefsizler, niye gürültü yapıyorsunuz ha, burası ahır mı diye avaz avaz bağırıyordu bu çavuş. Patırtıyı kütürtüyü duyunca öndeki çavuş da geri döndü tabii, parmak uçlarında yükselip havaya doğru sıçrayarak, ulaşabildiği birkaç kişiyi de o tokatladı. Öyle ki, o kargaşada kendi içlerine göçük bir halde, suspus yürüyenler bile nasibini aldı bu tokatlardan. Henüz kapıdan girmemiş olanlar, aniden başlayıp aniden biten bu bağrışıp çağrışmanın ne olduğunu anlayamadılar tabii; omuzların gerisinden başlarını uzatarak sadece baktılar.
Bu olup bitenler karşısında, dayak yemeyenler bile öfkelendi ama daha ilk günden başımıza iş açmayalım diye kimse sesini çıkarmadı o sırada. Ziya da çıkarmadı, mosmor bir suratla depoya girdi, sırası gelince verilen giysileri kucağına aldı ve üçüncü kattaki koğuşa giderek çarçabuk giyindi. Üstünden çıkardıklarını da çantada getirdiği o tertemiz çamaşırlarla birlikte beyaz bir torbaya koyarak, babasına postalanmak üzere koğuş kapısında bekleyenlere teslim etti. Sonra hızlı adımlarla merdivene doğru yürüdü Ziya, ayağını tam da basamağa atacakken sol taraftaki aynada kendisini gördü ve çok şaşırdı. Aynanın içinden dışarıya, kepi kulaklarına kadar inen palyaço kılıklı bambaşka biri bakıyordu çünkü. Üstelik çuvala benzeyen pantolonu, kocaman postalları ve şaşkın suratıyla bu palyaçonun hali o sırada insana ağlanacak kadar komik görünüyordu. Bu nedenle, Ziya daha fazla bakamadı ona. Bakamayınca da hemen beton basamaklara doğru atılarak adeta uçarcasına aşağıya indi.
Hasan Ali Toptaş ile “Heba” üzerine söyleşi – Burcu Aktaş
Hasan Ali Toptaş: ?Heba?ya başlarken, öteki romanlarımın hepsinden farklı olsun istedim. Her açıdan farklı. Derinlik nasıl yüzeye çekilebilir, yüzeye nasıl saklanabilir diye kendi kendime sorup durduğum bir meselem vardı.?
Suç, masumiyet, minnet, merhamet… Bunların hepsini ve dahasını içeren insanlık durumu üzerine olduğunu söyleyebilir miyiz Heba?nın?
Evet, aynen öyle, Heba bu eksen üzerine inşa edilmiş bir roman. Aynı zamanda çeşitli insanlık hallerini, gitgide kaybolan kimi davranış şekillerini, unutulmaya yüz tutmuş kimi kelimeleri ve söz kalıplarını da dokusunda taşıyan bir roman. Fakat ben bunları söylerken duraksadım şimdi. Daha doğrusu, romanın sesini perdelemekten korktum. Biliyorsunuz, herhangi bir roman karşısında en perişan okur o romanın yazarıdır. Roman için birçok kurgu tasarlamış ve bazılarını denedikten sonra bunlardan birinde karar kılmıştır çünkü, onu yazarken de birçok sayfayı atmış yahut değiştirmiştir. Yapmaya çalıştığı bazı şeyleri yapamamıştır ama yaptığını sanıyordur ayrıca. Bazı şeyleri de yapmıştır ama bunun farkında değildir. Dolayısıyla, zihni çıfıt çarşısı gibidir ve romanda yaptıklarını, yapmayı düşünüp de vazgeçtikleriyle birlikte hatırlamaktadır. Bu sebeple, yazarın kendi romanı hakkında söylediklerine pek kulak asmamalı aslında; roman ne diyorsa ona bakmalı. Velhasıl, yeryüzünde Hasan Ali Toptaş?ın okuru olmaktan mahrum olan tek kişi var, o da benim.
Sınır Bölümü?ndeki askerlik öyküsü, askerliği anlatmanın çok çok ötesine geçerek varoluşu sorgulamaya dek gidiyor bana göre… Nasıl oluşturdunuz bu bölümü?
O bölümü bu kadar uzun düşünmemiştim, yazarken hesabın dışına taştı, neredeyse romanın merkezine dönüştü ve kanaatimce iyi de oldu. Suriye sınırında yaşanan o hayatı, o bitleri, silah seslerini, at kişnemelerini, kepleri ve poşularıyla yere yığılıp kalan insanları yazmadan edemezdim zaten; Sınır Bölümü?ne başladığımda, karakolların siluetiyle mevzi çukurlarının karanlığından bakan o korku dolu yüzler kalemimin ufkunda çoktan belirmişti. Selçuklu Osman?ı, Acıpayamlı Hayati?yi, Kepuçuran?ı, kerpiç evlere hapsolmuş köylüleri, Mensur?u ve karanlıkta yankılanıp duran hooop seslerini yazmasam olmazdı.
Gerçeklik duygusunun okura verdiği kuvvetle bunu soruyorum: Heba diğer romanlarınızdan farklı, yanılıyor muyum?
Heba?ya başlarken, doğal olarak, öteki romanlarımın hepsinden farklı olsun istedim. Her açıdan farklı. Bunun yanı sıra, derinlik nasıl yüzeye çekilebilir, yüzeye nasıl saklanabilir diye kendi kendime sorup durduğum bir meselem vardı. Galiba onu bu romanda yapabildim. Kim bilir, belki de yapamadım. Heba öteki romanlarımdan epeyce farklı bu yüzden, ses tonu da farklı, kelime varlığı da.
?İnsan içindeki canavarı öldürürse çöle dönüşür? diyor Hulki Dede. Bu cümle üzerinden iyiye-iyiliğe, kötüye-kötülüğe nasıl bakıyorsunuz?
İyi tamamen iyi, kötü de tamamen kötü değildir hiç kuşkusuz. Yazarken iyinin içindeki kötüyle kötünün içindeki iyiyi görmeye çalıştım. Her şeyden evvel de iyiyi ve kötüyü var eden şartları. Mesela, kuşun sapanla vurulduğu sahnede, kötü olan iyiliktir. Tebdil gezen Haraptarlı Nafi olarak görebileceğimiz Hulki Dede?nin sözünü ettiği ?canavarın?, bir yanıyla da nefsi karşıladığını düşünebiliriz sanıyorum. Bu açıdan bakıldığında Hulki Dede?nin söylediği bu cümle dinlerle de örtüşür. Bildiğim kadarıyla, dinler, insana nefsini kökünden kurut, onu öldür, yok et, demezler; törpüle derler, aşama aşama temizle, terbiye et derler. Hatta, nefsinize zulmetmeyin derler. İnsanın içindeki o canavar bir yanıyla bir çeşit imtihansa bir yanıyla da bir çeşit enerji kaynağıdır çünkü; elimizin kolumuzun hareketinde, dizlerimizin dermanında, bakışlarımızın ferinde ondan bir şeyler vardır.
?İnsanoğlu dişlerini kendi benzerinde biler? mi neticede peki?
Evet, ben de Hulki Dede gibi düşünüyorum; insan dişlerini kendi benzerinde biliyor. Bugüne kadar ben bunun hep böyle olduğunu gördüm. Eşyanın tabiatına da uygundur bu, herkes kendi benzerini hırpalar durur ve bundan müthiş bir zevk alır. Kendi benzerinde kendini mi hırpalar, kendinin geçmişteki yahut gelecekteki halini mi bilmiyorum.
İlk iki kitabını kendi basan, onları arabanın bagajında eve getirip çekyatın altına koyan ve bu iki kitaptan sonra yazmaktan vazgeçen ama bunu uygulayamayan biri olarak bugünkü yayın dünyasına bakınca ne hissediyorsunuz?
İlk kitabım yirmi altı yıl önce yayımlanmıştı. Şimdiki gençler kitaplarını yayımlatmakta yirmi altı yıl öncesine göre daha şanslılar. Yayınevlerinin sayısı arttı çünkü, sektör genişledi. Gerçi bu genişlemenin bazı olumsuz sonuçları da oldu, değerlendirme ölçütleri gevşedi, kılı kırk yaran tavır unutulur gibi oldu ama bunlar doğal şeyler, zamanla her şey rayına oturacaktır. Yine de bugün, benim yirmi altı yıl önce yaptığım gibi, kendi paralarıyla kendi kitaplarını yayımlayan gençler de var tabii.
Yazarken titizlendiğinizi ve yeniden yeniden yazdığınızı biliyorum. Yazının bu ?hastalıklı? ya da ?sancılı? mı demeliyiz bilemiyorum, durumu neyle eşdeğer?
Bu hastalıklı durumun birçok nedeni var kanımca. Evvela, ben yazdıklarıma zor inanan biriyim; olmadı, olmadı, daha iyi olabilir deyip duruyorum. Tekrar tekrar yazmak kendimi inandırmanın bir yolu olabilir. Bununla birlikte, cümle yazmak beste yapmaktır diye düşündüğüm için, zaman zaman seslere takılıp kalıyorum. Bir cümlenin etrafında günlerce dönüp durduğum oluyor. Bu hastalık (ben de böyle adlandırıyorum), zamanla ilerliyor üstelik. Mesela, Heba?da peş peşe kapalı yahut açık heceyle biten cümleler nadiren vardır. Temel ses, bir açık bir kapalı diye gider. Bazen, acaba kendime eziyet etmekten zevk mi alıyorum diye de düşünüyorum. Muhtemeldir, olabilir hakikaten. Bilmediğim daha başka nedenler de olabilir. Fakat şu kadarını gayet iyi biliyorum; ben başladığım bir metni hem bitirmek istiyor hem de bitirmekten fena halde korkuyorum. Kelimelerin arasında olmak bana iyi geliyor çünkü. Kendimi orada güvende hissediyorum, orada olduğum sürece bana hiçbir şey dokunamazmış gibi geliyor. Kelimelerin dışına çıktığımda üşüyorum.
?Dünyaya hâlâ o çocuğun gözleriyle bakıyorum?
Belki de yazdığımız her cümle gidip çocukluğumuzda düğümleniyor, demiştiniz bir söyleşinizde. Heba?daki çocukları ve çocukluğu düşününce… Hasan Ali Toptaş metinlerinde ?çocuk?un özel bir yeri var bana göre…
Uykuların Doğusu yayımlandığında, karşılaştığım birkaç kişi, çocukları çok acımasız anlattığımı, onları kötü gösterdiğimi söylemişti. İyi yahut kötü göstermek gibi bir amacım yoktu oysa; sadece anlatmıştım çocukları. Düşüncesizce hareket ettikleri için, farkında bile varmadan birer zalim olabileceklerini anlatmıştım. Saflığın şiddetini? Çocukluk bambaşka bir şey, hiç kuşkusuz insanın altın çağı. Delilik de öyle. Bana göre, hakikat dediğimiz şeye en yakın olanlar çocuklar ve deliler. Onların dışında kalanlar hakikatin fersah fersah uzağında, hakikatin ışığını hakikat sanarak dönüp duruyorlar. Dünya çocuklarla delilerin, başka bir deyişle ne yaptığını bilmeyenlerin yüzü suyu hürmetine dönüyor bence. Onlar olmasa, aklın rüzgârı dünyayı döndürmeye yetmez. Ayrıca, yazmak, bilgi dediğimiz netameli dağların tepesine çıkıp oradan dünyaya ve hayata bir çocuğun yahut bir delinin gözleriyle bakmaktan başka nedir ki?
Çocukluğunuzdan kalan bir fotoğrafınız var. Bir elinizde gazoz, diğerinde Kemalettin Tuğcu?nun Köyünü Unutan Adam kitabı… Bu fotoğrafa kitaplarınızı okuduktan sonra bakmak ilginç bir deneyim oluyor. Gerçek ve rüyayı iç içe geçiriyor benim için. Sonra kitaplarınızdaki taşrayı düşünüyor insan… Siz ne düşünüyorsunuz, o fotoğraf sizi ne kadar anlatıyor ya da ona bugün baktığınızda ne hissediyorsunuz?
Sözünü ettiğiniz fotoğraf benim çok sevdiğim bir fotoğraftır. Çocukluğumun özeti gibidir adeta. Beni ne kadar anlatıyor? Tamamen beni anlatıyor aslında; kasaba meydanında, elinde Kemalettin Tuğcu?nun kitabıyla gezen bir çocuk. Ben dünyaya hâlâ o çocuğun gözleriyle bakıyorum. Fotoğrafın çekildiği yer, Kayıp Hayaller Kitabı?ndaki Sinemacı Şerif?in salonunun önü; arkadaki ahşap tırabzanlar, halkevi diye bilinen o salonun tırabzanları. Ben birkaç yıl önce fark ettim; fotoğrafta kitabı tutarken parmağımın birini ayraç niyetine sayfaların arasına sokmuşum. Demek ki fotoğraf çekilmeden önce kitabı okuyormuşum. Kasaba meydanında, sinema salonunun önünde. Bu hoşuma gidiyor. Fakat o fotoğrafın olduğu yerde şimdi bir banka binası var; işte o hoşuma gitmiyor.
Söyleşinin Kaynağı: 05.04.2013 , http://kitap.radikal.com.tr
Kitabın Künyesi
Heba
Hasan Ali Toptaş
İletişim Yayınevi / Çağdaş Türkçe Edebiyat Dizisi
Nisan 2013, 1.basım
308 sayfa