“İd”, “Ego”nun Kabul Ettiğinden Daha Fazlasını Bilir Mi ? Duygusal ve Bilişsel Sinirbilim Arasındaki Arayüz Üzerine Nöropsikoanalitik ve İlkel Bilinç Perspektifleri

Mark Solms  ve Jaak Panksepp tarafından yazılan bu makale önemli bir tartışma açıyor. Aşağıda bu makalenin Freud’a ne kattığını ve teorisini nasıl bilimsel temellere oturttuğunu tartışıyor.

Bu Makale Freud’a Ne Ekliyor?

Mark Solms ve Jaak Panksepp’in “Id, Ego’nun Kabul Ettiğinden Daha Fazlasını Bilir” makalesi, Freud’un psikanalitik teorisine nörobilimsel kanıtlarla önemli ve devrim niteliğinde eklemeler yapıyor. Freud’un dehası, kendi döneminin sınırlı nörolojik bilgisine rağmen zihnin işleyişine dair inanılmaz içgörüler sunmasıydı. Bu makale ise, günümüz nörobiliminin ışığında, Freud’un teorilerini hem doğruluyor hem de derinleştirerek ona yeni bir boyut katıyor.


1. Bilincin Kökenini “Korteksten” “Beyin Sapına” Taşıyor: İd’in Bilinçli Doğası

Freud, bilincin beynin en üst katmanı olan kortekste yerleştiğini varsayıyordu, çünkü o dönemdeki bilimsel bilgi bunu işaret ediyordu. Ancak Solms ve Panksepp’in makalesi, modern nörobilimsel bulgularla bu görüşü kökten değiştiriyor. Onlar, bilincin temelinin kortekste değil, beynin daha derin ve evrimsel olarak daha eski olan subkortikal yapılarında, yani beyin sapında olduğunu gösteriyor.

Bu, Freud’un “İd” kavramına yeni bir anlam katıyor. Freud’un İd’i, dürtüsel ve bilinçdışı olarak tanımlanırken, bu makale İd’in aslında kendi içinde bilinçli olduğunu iddia ediyor. “Ham” duygusal deneyimler (açlık, korku, öfke, arayış gibi) ve içsel bedensel durumlar, bilişsel farkındalık oluşmadan çok önce, yani korteks devreye girmeden önce, subkortikal düzeyde hissedilir. Örneğin, hidranensefali gibi korteksi olmayan bebeklerin bile temel duyguları deneyimleyebilmesi, duygusal bilincin korteksten bağımsız olduğunu kanıtlıyor.

Freud’a eklenen budur: Bilincin varoluş nedeni olarak gördüğü “etki” (duygu), sandığından çok daha derin ve temel bir seviyede, doğrudan beyin sapından kaynaklanıyor. İd, sadece dürtülerin kaynağı değil, aynı zamanda bilincin en ilkel ve temel formunun ta kendisidir.


2. Ego’nun İşlevini Yeniden Tanımlıyor: Bilinci “Etiketleme” ve “Stabilize Etme”

Makale, Ego’nun rolünü, İd’den gelen bu ham duygusal bilinci işleyen ve onu algılanabilir, düşünülebilir “nesnelere” dönüştüren bir mekanizma olarak yeniden konumlandırıyor. Ego, bu birincil duygusal deneyimleri ikincil (öğrenilmiş) ve üçüncül (bilişsel/düşünsel) süreçlere çevirerek, dünyaya anlam katmamızı ve onunla etkileşime geçmemizi sağlıyor.

Freud’a eklenen budur: Ego, bilinci “üreten” değil, bilinci “düzenleyen” ve “stabilize eden” bir sistemdir.Bilinçli algılar ve düşünceler (yani Ego’nun alanı), aslında İd’den gelen temel duygusal enerjiyle beslenen ve şekillenen yapılardır. Korteks, bu akışkan, dalga benzeri bilinç durumlarını “zihinsel katılara” (nesnel temsiller) dönüştürerek üzerine düşünülmesini ve çalışılmasını sağlar.


3. Bilinçdışının Daha Nüanslı Anlayışı: “Bastırma” ve “Otomatizm”

Freud, bilinçdışını bastırılmış materyal ve otomatikleşmiş süreçler olarak ayırmıştı. Bu makale, bu ayrımı nörobiyolojik mekanizmalarla daha net bir zemine oturtuyor.

  • Bastırma: Makale, bastırmanın, “yansıtıcı farkındalığın” (otonoetik deneyim) belirli bilişsel süreçlerden geri çekilmesini içerdiğini öne sürüyor. Yani bastırılmış materyal hala aktiftir ve duygusal sıkıntı yaratır, ancak “Ego” onu bilinçli olarak tanımaktan veya üzerinde düşünmekten kaçınır. Bu, bilinçdışının dinamik bir şekilde nasıl çalıştığına dair daha somut bir açıklama sunar.
  • Otomatizm: Öğrenilmiş davranışlar ve zihinsel algoritmalar otomatikleştiğinde, bilişsel enerji tasarrufu sağlanır ve tahmin hatası (sürpriz) azalır. Bu, “Nirvana ilkesi” olarak adlandırılan, beynin en az enerjiyle çalışma ve mümkün olduğunca öngörülebilir olma arzusunu yansıtır. Otomatizmin bu biyolojik hedefi, Freud’un “zevk ilkesi” ve “gerçeklik ilkesi” arasındaki ilişkiyi nörobilimsel bir temele oturtur.

Freud’a eklenen budur: Bilinçdışı süreçlerin nöral temelleri daha net anlaşılıyor. Özellikle bastırmanın, kortikal düzeydeki yansıtıcı farkındalığın, derinlerdeki duygusal çekirdekten gelen materyalden nasıl geri çekildiği açıklanıyor.


4. Nöro-Psiko-Evrimsel Bakış Açısı ve Klinik Uygulamalara Etkisi

Makale, zihnin evrimini katmanlı bir süreç olarak ele alarak, duygusal bilincin (anoetik) bilişsel bilinçten (noetik ve otonoetik) önce evrimleştiğini öne sürüyor. Bu, Freud’un zihinsel aparatın filogenetik kökenlerine dair sezgilerini doğrular nitelikte.

Freud’a eklenen budur: Bu evrimsel perspektif, psikanalitik tedaviye ve psikiyatriye yönelik yaklaşımlara yeni bir kapı açıyor. Eğer bilincin temelinde duygusal bir çekirdek varsa, terapinin odağı sadece bilişsel içgörü değil, aynı zamanda bu temel duygusal durumların deneyimlenmesi ve düzenlenmesi olmalıdır. Makale, bilişsel sinirbilimin “nevrotik” olduğunu ve duygusal deneyimi bastırdığını mizahi bir dille ifade ederek, psikiyatri ve psikoterapinin duygusal zihne daha fazla odaklanması gerektiğini vurguluyor. Psikoz ve nevroz arasındaki farkı, “tahmin hatası” ve “bastırma” mekanizmaları üzerinden açıklayarak, terapötik hedeflere dair daha net bir çerçeve sunuyor.


Sonuç olarak, Solms ve Panksepp’in makalesi, Freud’un insan zihnine dair devasa içgörülerini modern nörobilimin kanıtlarıyla güçlendiriyor ve derinleştiriyor. Bu, sadece Freud’un haklılığını göstermekle kalmıyor, aynı zamanda psikanalizin geleceğini nörobilimle entegre ederek, zihnin karmaşıklığını anlama ve ruhsal acıyı hafifletme yolunda yeni bir ufuk açıyor. Freud’un “beynin kabul ettiğinden daha fazlasını bildiği” ifadesi, bu makaleyle birlikte çok daha zengin ve somut bir anlama kavuşuyor.

Kaynak : https://www.mdpi.com/2076-3425/2/2/147