Hele hücreye kapatılıp da, düşünme rahatlığına erince. Bildiğin tek şey var: İdam, ölüm.
Ama biliyor musun, pek de korkunç gelmiyor bu sana.
Umut mu? Umut her zaman var. Umutsuzluk diye bir şey yok. En azından “Kaçabilirim, kurtulabilirim belki” diye düşünüyorsun.
Ama bir şey söyleyim mi, çıkarılacak bir affı düşünmüyorsun. O yok işte.
Ve bir devrimcinin, idama nasıl gideceğini, bir mitinge, bir eyleme gider gibi gideceğini karşı devrimcilere ve herkese göstermek gerektiğini düşünüyorsun. İnan, bunda hiç bir çekincem yok.
O sahneyi çok iyi somutladım.
Asılma günü gelip çatınca, o sevdiğim giysilerimi giyeceğim. Postallarımı, parkamı.
Beyaz ölüm gömleğini giydirmek isteyecekler, giymeyeceğim. Kesin direneceğim ve giymeyeceğim.
Öyle her zamanki gibi, eyleme gidiş tavrımla gideceğim darağacına.
Yok, tıraş falan da olmayacağım.
Önce gidip orada oturacak, bir sigara yakacağım.
Sonra demli güzel bir çay içeceğim.
Ha, bak, Rodrigo’nun o ünlü gitar konçertosunu dinlemek isterim orada. Bak bunu çok isterim. Sanırım, asılacak bir insanın son isteklerini geri çevirmezler. Bunları isteyeceğim.
Bir de avukatlarımın asılma sırasında orada bulunma hakları var. Onların orada olmalarını isteyeceğim. Bunu kesin isteyeceğim. Gelecekler. Gelmeleri gerek. Orada bulunmaları gerek. Olaya tanıklık etmeleri için bu kaçınılmaz bir şey. Bu işler olup biterken, bizim ölümümüze tanıklar gerek. Çünkü bizden sonrakilere umut verecek bu sahne. Asılışımız gürültüye gelmemeli. İpe nasıl gittiğimizi gelecek kuşaklara anlatacak doğru dürüst, güvenilir görgü tanıkları bulunmalı orada.
Bir devrimcinin ölümü bile, gündelik olağan eyleminden, olağan mücadelesinden soyutlanamaz.
Bir de kendim çıkıp urganı kendim geçireceğim boynuma. Bunu çok istiyorum. Cellat falan sokmayacağım yanıma. İğrenç bir şey.
Ve dönüp orada beni asan heriflere, asılmamı seyreden heriflere, diyeceğim ki:
“Burada ölen yalnızca bedenimdir; ki zaten ölümlüydü, ölecekti. Ama düşüncemi öl-düremeyeceksiniz. Düşüncem yaşayacak,” diyeceğim.
Sonra avukatlarıma döneceğim.
“Sizler de, bizler için gelecek kuşaklara tanıklık edin,” diyeceğim. “Bir devrimci ölüme böyle gider işte. Bayram yerine gider gibi.” Ve şunu da söyleyeceğim:
“Herhangi bir trafik kazasında ölmekten falan da güzeldir bu bizim ölümümüz. Hele böyle olursa.?
Bak sana bir şey söyleyeyim, şimdi şurada gördüğün şu arkadaşların hiç birisinde, inan ki, benim sana anlattığım düşüncelerden farklı bir düşünce yoktur. Biliyorum, hepsi de benim gibi gidecekler ölüme. Bunu çok iyi biliyorum. İşte en iyi örnek, Yusuf. Vurulup da kendine ilk geldiği anda söylediklerini bilirsin:
“Kahrolsun Amerikan emperyalizmi. Biz, Amerikan emperyalizmine karşı dövüştük. Yaşasın bağımsızlık savaşı. Yaptıklarımdan da çok memnunum.?
Böyle demişti Yusuf.
Bu böyle olmalıdır.
Ve soracaklar bana. O zaman vasiyetim şu olacak:
“Cesedim yakılsın,” diyeceğim.
Cesedim yakılsın, küllerim de belirsiz bir yere savrulsun.
Böylece hem benim isteğimin dışında imam, mezar, dua gibi şeyler olmayacak, hem de asıl, düşüncenin önemli olduğunu kanıtlamış olacağım. Aslolan düşüncedir, önemli olan düşüncedir. Bağımsızlık mücadelesi nasıl olsa sürecek. Bitmeyecek.
Ölüm karşısında bütün bu yürekliliği, sana dünya görüşün veriyor. Marksist-Leninist oluşun. Kazancakis’in o romanını bilirsin: “Günaha Son Çağrı”. O kitabın son bölümünde bu duyguyu ne güzel anlatır Kazancakis. Mücadeleyi bırakmamanın o büyük sevincini ne güzel anlatır. İşte o sevinci duyuyorsun. Devrim, öyle bir sarıyor ki insanı, seni bir yerde insanlıktan çıkarıp, insanüstü bir yaratık durumuna getiriyor. Bu da var.
***
Bak dostum, şu gördüğün arkadaşların hepsi de idam edilecek belki. Hepsi de idamla yargılanıyor, biliyorsun. Bu koğuştakilerin yaş ortalaması 21 falan. Gencecik çocuklar. Görüyorsun şarkı söylüyorlar. Korkuları yok. İnançları var. İnanmış adam güçlüdür, korkmaz.
Bir araştırsan, şaşarsın: Hepsi de okudukları okulların en başarılı öğrencileridir. Sınıflarının ya birincisi, ya ikincisidirler. Bak şu şimdi önümüzden geçen Semih var ya (Semih Orcan), fakülteyi onunculukla falan kazanmış. Bu arkadaşların çoğu lisede iftihara falan geçmiş. Rastlantı değil bu. Hani bu işe girişmeseler, bu düzene karşı çıkma-salardı, inan ki bu düzenin en sivri noktalarına hızla tırmanıp yükseliverirdi hepsi de… öylesine pırıl pırıl zekâları var.
Ama bak şarkılar söyleyerek idama karşı savunma hazırlıyorlar. Sen de gördün, sen de okudun savunmaların bir kısmını; ipin ucundayken bile kimse kendini savunmuyor, kimse kendi başını kurtarmaya çalışmıyor.
Devrimci tavrı budur.
Sanki savunma değil de, Türkiye’nin sorunlarını inceleyen bir kitap yazıyor gibiler. Amaçları yanılmamak, sorunlara gerçekçi açıdan yaklaşmak, gerçekçi, somut çözüm yolları getirmek.
On dokuz yaşında insanlar var aralarında.
***
Öyle sanıyorum ki, ölüm karşısında duyulan duygular, bütün devrimcilerde vardır.
***
Ama bak mahpushane kötü. Bir devrimciye en çok koyan, eylemin dışında kalmaktır. Korkunç bir şey bu.
***
Ölüm, hiç de ürkütücü değil.
Ölümle burun buruna gelmedikçe, yani ölüm, karşında somutlaşmadıkça, ölüme pek aldırmıyorsun. Hem de hiç aldırmıyorsun. Takmıyorsun ölümü.
Ama ölümle karşı karşıya kalınca, o zaman. İşte o zaman, garip bir hüzün başlıyor. Böyle bir duyguyla ilk ne zaman karşılaştım, biliyor musun? Garip, hüzün yüklü bir korkuydu. Yusuf vurulunca yaşadım bu karmaşık duyguyu. Gerçi daha önce de buna benzer bir duyguya kapılmıştım. Ama daha değişikti o. İlk kez ölüm korkusunu, 1966 yılında ölümle karşı karşıya kaldığımda yaşamıştım.
***
Pusudayken müthiş bir rahatlık var. Kesin bu böyle.
Ama ölüme karşı da buruk bir hüzün var.
***
Sinan’ın ölümünde, burada, arka hücrelerdeydim. Ne gazete, ne radyo, hiç bir şey vermiyorlardı. Sinan?ın ölümünü ancak 15-20 gün sonra öğrenebildim. Mücadeledeyken, kavganın içindeyken, savaşırken, arkadaşının vuruluşu, ölüşü çok koymuyor insana; ama eylemin dışındayken, devrimci bir arkadaşın ölümü çok korkunç oluyor.
Sinan’ın ölümünü duyunca içim kinle doldu, kapkara kinle doldum. Demir parmaklıklara sarıldım. Parmaklıkları yarıp fırlamak isteği vardı içimde, önlenemez bir istek. Ama ağlamıyor insan. Hiç ağlamadım ben Sinan’ın ölümüne. Ağlayamıyorsun.
***
Çocukluğum: Bahçeli bir evimiz vardı. Çiçekler doluydu bahçemizde. Onların, o çiçeklerin arasında koşup oynayışım.
Sonra gözümün önünden gelip geçen şeyler arasında ansızın, bir sevgili. Çok buruk bir duygu bu. Kızın gülüşü, oturuşu, düşünüşü.
Kesin ve çok net görüntüler bunlar. Değişik durumlarda ve öylesine canlı ki. Dipdiri. Karşımda sanki. Renkli bir film gibi. Sen o durumdayken, o anda, onun evinde oluşu, sıcacık bir odada oluşu, belki de neşeli oluşu, gülüyor oluşu…
Bütün bu anımsanan şeylere, kişilere karşı, bütün yaşayanlara karşı o anda içinde küçücük bir kıskançlık duygusu.
Ve birden, ansızın çok gülünç, matrak bir şey de geliveriyor aklıma, gülüyorum.
Daha bir sürü görüntü.
Üniversite günleri.
Beyazıt alanı.
Beyazıt?ın ara sokakları.
Polisle çatışmalar.
Öbür arkadaşlar.
Hani gazetelerde sosyete haberleri, dedikoduları çıkar ya, onlar geliyor aklıma, o dedikodulardaki kişiler.
İşte o zaman ölmemek, yaşamak ve savaşmak isteği. Mücadele etmek isteği. Bunlar yeniden kabarıyor, büyüyor içimde. Savaşmak, mücadele etmek isteği. (Erdal Öz- Deniz Gezmiş Anlatıyor, Cem Yayınları, 197
Deniz Gezmiş in son mektubu / 6 Mayıs 1972
Baba,
Mektup elinize geçmiş olduğu zaman aranızdan ayrılmış bulunuyorum. Ben ne kadar üzülmeyin dersem yine de üzüleceğinizi biliyorum. Fakat bu durumu metanetle karşılamanı istiyorum, insanlar doğar, büyür, yaşar ölürler, önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı süre içinde fazla şeyler yapabilmektir. Bu nedenle ben erken gitmeyi normal karşılıyorum. Ve kaldı ki benden evvel giden arkadaşlarım hiçbir zaman ölüm karşısında tereddüt etmemişlerdir. Benim de düşmeyeceğimden şüphen olmasın, oğlun, ölüm karşısında aciz ve çaresiz kalmış değildir, o bu yola bilerek girdi ve sonunda da bu olduğunu biliyordu. Seninle düşüncelerimiz ayrı ama beni anlayacağını tahmin ediyorum. Sadece senin değil, Türkiye’de yaşayan Kürt ve Türk halklarının da anlayacağına inanıyorum. Cenazem için avukatlarıma gerekli talimatı verdim. Ayrıca savcıya da bildireceğim.
Ankara’da 1969’da ölen arkadaşım Taylan Özgür’ün yanına gömülmek istiyorum. Onun için cenazemi İstanbul’a götürmeye kalkışma, annemi teselli etmek sana düşüyor, kitaplarımı küçük kardeşime bırakıyorum. Kendisine özellikle tembih et. Onun bilim adamı olmasını istiyorum, bilimle uğraşsın ve unutmasın ki bilimle uğraşmak da bir yerde insanlığa hizmettir, son anda yaptıklarımdan en ufak bir pişmanlık duymadığımı belirtir seni, annemi, abimi, kardeşimi devrimciliğimin olanca ateşi ile kucaklarım.
Oğlun Deniz Gezmiş
Merkez Cezaevi
***
Yusuf Arslan’ın Son Mektubu
«Sevgili Babacığım,
3/5/1972 ANKARA
Bu mektubu aldığın zaman, ben ebediyyen bu dünyadan göç etmiş olacağım. Ne kadar sarsılacağını tahmin ediyorum. Bir buçuk seneden beri, benim yüzümden nasıl üzüntü içinde olduğunuz malûm.. Bu son olayı da, metanetle karşılamanızı, sadece diliyebiliyorum.
Babacığım, bu olayda da, Annemin ve Yücel?in, senin tesellilerine ve desteklerine ihtiyaçları çok. Bunun için, ne kadar metin olursan, hem senin sağlığın için, hem de onlar için o kadar iyi olur. Elbette ki, yıllarca emek verip yetiştirdiğin bir oğulun, bir günde öldürülmesi, kolay göğüslenecek bir olay değildir. Fakat, siz, benim ne için, kimlere karşı mücadele verdiğimi biliyorsunuz. Ben, bu açıdan rahat ve vicdan huzuru içinde gidiyorum. Sizlerin de, bu bakımdan rahat ve huzur içinde olduğunuzu ve olacağınızı biliyorum.
Babacığım, Annemin ve Yücel’in senin desteğine muhtaç olduğunu, yukarıda söylemiştim. Onları rahat ettirmek için, bütün gücünü kullanacağından zaten eminim. Babacığım, burada şunu ilâve edeyim ki, Yücel’in hastalığından kendimi sorumlu hissediyorum. Yücel için herşeyinizi ortaya koyacağınız konusunda da, kuşkum yok.
Ablamlar için söyliyeceğim: Fazla üzülmesinler. Olayın sarsıntıları geçtikten sonra, normal hayatlarını devam ettirsinler.
Mehtap’a ne diyeyim? Benim için her zaman, bol bol öpün.
Babacığım, cezaevinde kalan arkadaşları ara sıra yoklarsan, hallerini hatırlarını sorarsan, çok memnun olurum. Her birisi oğlun sayılır. Dışarıda, bizler için uğraşan dostlarımı ve dostlarını hiçbir zaman unutmıyacağını biliyorum.
Mektubum burada biterken, Sizi, Annemi, Yücel’i, Ablamı, Aziz Ağabeyi, Mehtap’ı hasretle kucaklarım, Babacığım..
Sağlıkla kalın?
Hoşça kalın?
Yusuf Arslan
Not: Akrabalara da bir mektup yazdım. Fakat belki, vermiyebilirler»
***
Hüseyin İnan’ın Son Mektubu
«Babama, Anneme, Kardeşlerime ve Yakın Akrabalarıma,
Söyliyecek fazla söz bulamıyorum. Bir insanın, sonunda karşılaşacağı tabii sonuç, bildiğiniz sebeplerden dolayı, erken karşıma çıktı?
Üzüntü ve acınızı tahmin ediyorum. İleride, durumumu daha iyi anlıyacağmız inancındayım.
Metin olunuz. Üzüntü ve acılarınızı unutmaya çalışınız.
Bütün varlığımla hepinize kucak dolusu selâmlar, sevgiler.
Yapılacak çok şey var. Fakat, hem mümkün değil, hem de sırası değil.
Candan selâmlar
Hüseyin İnan»