İstanbul’dan İstanbul’a – Zafer Köse

Karanlık bir tiyatro sahnesi düşünün. Sadece küçük bir bölümü, güçlü spot ışığıyla aydınlatılmış. Bir süre sonra ışık sönüyor, o bölüm de kararıyor. O sırada sahnenin bir başka yeri spotla aydınlanıyor. Orası da kararırken, başka bir bölüm spot altında kalıyor. Böyle devam ediyor. Her aydınlanan noktada kısa görüntüler izleniyor. Mekânlar değişiyor. Zaman da değişiyor. Zaman dizinsel değil sahnedeki olaylar.

“Bir Yahudi Ailesi” romanındaki anlatım genelde böyle bir izlenim bırakıyor. Farklı yerlerde, farklı zamanlarda yaşanan olaylar peş peşe sayfalara düştükçe, boşluklar dolarak roman ilerliyor. Sayfalar çevrildikçe görüntüler bütünleşiyor. Zaman dizinsel olarak anlatılan bölümlerde bile, arada birçok atlanmış yer var. Fazlalıklar atılmış. Sadece anlatmaya değecek görüntüler üzerine düşüyor, spot ışığı.

DAĞINIK BÜTÜNLÜK

İstanbul’da, sekiz çocuklu bir Yahudi ailesinin son üyesi olarak, 1898’de doğan Rebecca, 25 yaşına kadar Türkiye’de yaşıyor. 1923 yılında Paris’e yerleşiyor. Aile üyeleri çeşitli şehirlere, farklı ülkelere dağılmıştır. Venezüella’ya, Fransa’ya, Cezayir’e, Almanya’ya, ABD’ye, Mısır’a savrulan hayatlar, aralarındaki bağlantıyı hiç kesmiyorlar. Hem dağılan, hem de birbirinden kopmayan bir ailenin romanı, bu.

Olaylar Rebecca’nın ağzından anlatılıyor. Aslında Rebecca, kendini, yaşadıklarını anlatıyor. Fakat diğer aile üyelerinin ve akrabaların ağırlığı hayatında ne kadar çoktur!

Babalarının ölümünden sonra ailenin en büyük üyesi olan ağabeyi Vitali, onu Venezüella’ya götürüyor. Orada, Maurice ile evlenip yıllarca yaşayacaktır. Bu, ikinci evliliği. Bambaşka bir kültürde, şaşırtıcı bir doğa ve yabancı ilişkiler içinde buluyor kendini, Venezüella’da.

Maurice, ülkedeki muhalif mücadelede ön saflarda yer alıyor. Oysa Rebecca, kendini vatanında hissetmiyor. Aslında Maurice de, kendisi gibi bir Yahudi, aslen Venezüellalı değil.

Kocasının bazen tutuklanması, daha çok da kaçak olarak yaşaması, bu nedenle uzunca süren ayrılıkların hayatlarının bir parçası haline gelmesi gibi nedenlerin de etkisiyle, ilişkileri yıllarca canlı kalıyor. Ama aşırı canlı bir ilişki onlarınki. Kavgaları şiddetli, korkunç tutkulu bir evlilik! Maurice’in “Bazı günler seni öldürmek geliyor içimden” (s.121) demesi bile, yadırgatıcı gelmiyor okura. Normal ilişkileri bitirebilecek sözler ve tavırlar, onların evliliğini yaşatıyor.

İÇ İÇE VE MESAFELİ

Ölümün ve yaşamın, direnişin ve bıkkınlığın, özel ilişkilerin ve toplumsal gelişmelerin, sevdaların ve savaşların iç içe geçtiği bir roman bu.

İkiz çocuklarından kız olanı, 1939 sonbaharında, yakalandığı hastalıktan kurtulamıyor. “Sarah ölmüştü, Hitler Avrupa’yı fethediyordu.” (s.105).

Rebecca adında bir insanın yaşadıkları, bir ailenin ve gurbetteki Yahudilerin hikâyesine dönüşüyor. Hatta zor bir dönemdeki insanlığın hikâyesi… Dünyada kaynayan milliyetçilik, çıldıran Yahudi düşmanlığı, aile bağları, ölümler, evlilikler, toplama kampları, varolma mücadelesi, ruhsal sorunlar…

Bütün bunları yaşıyor Rebecca. Bütün bunlar onun içinde yaşıyor. Fakat kendi dışındaki bir konu gibi anlatıyor. Sözlerine duygu yüklemeye çalışmıyor. Şaşırtıcı bir uzaklıktan aktarıyor hikâyesini. Büyük acılar yaşayan, umarsız dertleri olan insanlar gibi, hayatı fırtınalı, anlatımı sakindir.

İçine girince altından kalkılamayacak acılara karşı, insan organizmasının geliştirdiği bir tür savunma mekanizmasıdır, herhalde bu. Kişi bazen kendisini dışardan izler gibi algılar. “Çevremdeki hareketi, gürültüyü duyuyordum, ama sanki orada değil gibiydim.” (s.160). Yaşadıkları kendisini o kadar yakından ilgilendirmiyormuş gibi… Hiç de dramatik bir anlatım değil.

Anlatının bu kadar mesafeli olmasını sağlayan en önemli unsur, galiba, anı şeklinde olması. Yıllar sonrasından anlatılıyor, her şey olup bittikten sonra. Yaşanırken duyulan heyecanla değil, hatırlanırken oluşan soğukkanlılıkla. Sonunu bilen ve bunu hissettiren biri tarafından anlatılıyor olması, son bölümlerde ağır bir hüzün yaratıyor. İyi sonuçlanmayacağını bildiğiniz bir mücadeledeki insanların heyecanını, umutlarını izler gibi okuyorsunuz: saygıyla ve hüzünle.

“Ölümün ne kadar uzun bir süreç olduğunu düşünüyordum. Artık onu sevmekten vazgeçtiğimizde bile, yaşamın bedenimize yapışıp kaldığını.” (s.286)

Ve yıllar sonra, İstanbul’a dönmeye karar veriyor, Rebecca.

Zafer Köse
zaferxkose@gmail.com

2006, Vatan Kitap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir