Jean-Paul Sartre: Herkes bayrak assın denmişti, asmadılar. Savaş, umursamazlık, bunaltı içinde bitti.

jean-paul-sartreSAVAŞIN SONU
Herkes bayrak assın denmişti, asmadılar. Savaş, umursamazlık, bunaltı İçinde bitti.
Günlük yaşantıda hiçbir şey değişmemişti. Radyonun ağız kalabalığı, gazetelerin şişman puntoları bizi inandırmıyorlardı bir türlü. Barışın düpedüz gerçekleştiğine inanmak için bir mucize, göklerden bir belirti bekler gibiydik. Sıkıntılı bir yaz ikindisinde cılız bir top öksürüyordu. İnsanlar köprülerden, yollardan ölü bakışlarla, durmadan yenilenen açlıklarıyla, kaygılarıyla geçiyorlardı.

Aç karnına nasıl sevinirdi insan, bu savaş bitti diye, bu bitmek nedir bilmeyen savaş, topraklarımızı altüst ettikten sonra cehennem olup giden, uzağımızda bir yerlerde biten bu savaş. Ne soyut bir bitiş: Japonya’da karışıklıklar bekleniyor, Japon ordusu Mançurya’da karşı saldırıya geçiyor. İmparator ve komutanları yakında öç alacaklarını söylüyorlar. Çinliler İç savaşın kıyısın- dalar. Bütün bunların arkasında, genç ve dev gibi güçler şaşkın şaşkın bakışıyor, bir tören soğukluğu içinde, kapışmadan önce birbirinin dirseklerini, omuzlarını okşayıveren güreşçiler gibi karşıdan karşıya boy ölçüşüyorlar. Bu arada birkaç adam masa başında savaşın bittiğine karar vermiştir. Bir tanesi bunu bildiriyor, elinde bir kâğıt, mikrofon önünde konuşuyor .Ona inanamıyorduk, çünkü on yıldır elinde bir kâğıt, mikrofona ilerleyen nice insanın sözlerine inanmamayı öğrenmiştik. Yalan söylüyor diye düşünmekten korkma değil bu. İnsan diyor ki, sadece bütün bu savaş ve barış hikâyesi bir başka gerçek düzeyinde olup bitiyor: Bir tarihsel sözler gerçeği bu, silahlı yürüyüşlerin, anma törenlerinin gerçeği. Herkes birbirine barış bu muymuş diye belli belirsiz bir umut kırıklığıyla bakıyor.
Bu, barış değil. Barış bir başlangıçtır, bizse bir can çekişme içinde yaşıyoruz. Uzun zaman savaşla barışın, akla kara, soğukla sıcak gibi apayrı şeyler olduğunu sanmıştık. Hiç de öyle değilmiş. Bugün biliyoruz artık bunu. 34 ve 39 arasında öğrendik ki, barış bitmeden savaş patlayabilir. Silahlı tarafsızlığın, araya girmenin, savaşa karşı savaşçılığın o câ- nım inceliklerine, karnımız toktu çoktan. Çağımızda barıştan savaşa basamak basamak gidilir. En iyimser bir görüşle bile, barışa da ancak basamak basamak gitmek gerekecek. Bugün 20 Ağustos 1945 günü, ıssız ve aç Paris’te savaş bitti, barış başlamadı.

Barış bize bir dönüş gibi görünüyordu, 1918, 1925 yıllarının o çılgın havasına dönüş, Fransa’nın bolluk, büyüklük günlerine dönüş. Savaş sırasında, insanlar gençlik yıllarında barışı beklerler hep. Gençlik ve barış birbirine karışır düşüncelerinde. Oysa, hep bir başka çeşit barış gelir. Son kasırgaların ötesinde belirir gibi olan barış koskoca bir dünya barışıdır, içinde Fransa’nın ufacık bir yer tutacağı bir dünya barışı. Geçen gün öksüren küçük top Fransa’nın, Avrupa’nın perdeden silinmeye başladığını bildiriyordu. Dünyanın öbür ucunda, bir yerde verilen kararla utanç ve acılarımızın bittiğini öğreniyorduk. Mersi demekten başka yapılacak şey yoktu. Fransa’yı, yeni sınırları göz önünde tutularak yeniden kuracağız demekti bu. Japonların teslim bayrağını çektikleri anda, elli yıldır bize Fransa’nın gerçek önemini gizleyen hayal perdesi yırtılıyordu.

Biz, nedense- barışı hep olağan bir durum ve evrenin özü, savaşı ise yüzeyde ve geçici bir kargaşalık diye bilirdik. Bugün, yanıldığımızı anlıyoruz. Savaşın bitmesi sadece bu savaşın bitmesiymiş. Gelecek, işin içinde değil. Artık savaşların biteceğine inanmıyoruz. Giderek, silah gürültülerine öylesine alıştık, yaralarımız ye açlığımızla öylesine uyuştuk ki, bunu dilemek bile zor geliyor. Yarın biri bize yeni bir çatışma olduğunu söylerse, omuzlarımızı silkip, «olacağı buydu» deriz. En iyilerimizde bile içten içe bir savaşı kabul etme eğilimi seziyorum. İnsan halinin trajik yanını kabullenmeye benzer bîr şey. Barışçılıkta, ne de olsa günün birinde sabır ve temiz yürekle göğü yere indirebilmek umudu vardı. Barışçılar inanıyorlardı ki, bu dünyada her şeyin her zaman kötü olmaması insanın doğuştan hakkıdır. Bugün tanıdığım aklı başında ve kendi halinde gençlerden birçoğu kendilerinde hiçbir hak görmüyorlar, umutlanmak hakkım bile. Zorbalıktan nefret ediyorlar ama, onsuz bir dünya olabileceğine inanmayı göze alacak kadar iyimser ve ilgili değiller. Öylelerini gördüm ki, çürüğe çıkmak korkusuyla sağlık kurulunda hastalıklarını söylemek istemiyorlar: «Bugün iyi değilim ama gelecek muayenede düzelirim,» diyorlardı. Onun için geçenkinden çok daha amansız olan bu savaş daha kötü anılar bırakmışa benziyor. Belki de, uzun zaman bu savaşın ilkinden daha az saçma olduğunu düşündük de ondan. Alman emperyalizmine karşı savaşmak, işgal ordusuna karşı koymak saçma görünmüyordu bize. Bugün yalnız farkına varıyoruz ki, Mussolini, Hitler, Hirohito birer kralcıktı sadece. Demokrasilerin üzerine saldıran bu yağmacılar ve kan dökücüler, aslında hiç de güçlü değildiler. Kralcıklar öldü ve gözden düştüler, gerçek derebeylikleri, Almanya, İtalya, Japonya yıkıldı, onlarla dünya basitleşti, yalnız iki dev kaldı ayakta, birbirlerine bakan iki dev.

Bu savaş gerçek yüzünü göstermeden biraz zaman geçecek. Son anlarında insanın ne kadar cılız olduğunu gösterdi bize. Onun için bitmesi hoşumuza gidiyor ama, bu türlü bitmesi değil. Birçok Avrupalı Japonya’ya girilmesini, bombalar altında ezilmesini istemişlerdi. Ama, bir anda yüz bin insanı öldürecek olan o küçücük bomba bizi sorumluluklarımızla karşı karşıya getirdi. Gelecek savaşta dünyamız havaya uçabilir. Bu saçma bitiş bizi on bin yıldan beri düşündüren sorunları toptan ve her zaman için durdurabilir. Bu olursa, hiç kimse, insanın ırk kinlerini aşıp aşmadığını, sınıf çekişmelerine bir çözüm bulup bulmadığını bilmeyecektir hiçbir zaman. Bunu düşününce, her şey boş geliyor insana. Oysa, insanın er geç kendi ölümünü kendi elinde tutacak hale gelmesini beklemek gerekti. Bugüne kadar nereden geldiği bilinmeyen bir yaşam sürüp gidiyordu. Kendini toptan öldürme olanakları olmadığı için, kendi ölümünü reddetme yetkisi de yoktu. Savaşlar yaşayanların sık yığınları içinde çabucak dolan küçük oyuklar kazıyordu. Kalabalığın içinde her insan sığınaktaydı. Onu, tufan öncesi hiçlikten ataları, gelecek zamandaki hiçlikten de torunları koruyordu, hep zamanın ortasındaydı, uçlarda yaşamıyordu hiçbir zaman. İşte birden bin yıl öncesine döndük ve her sabah son günün arefesinde olacağından, öyle bir günün arefesinde ki, o gelince namusumuzun, cesaretimizin, iyi niyetimizin kimse için bir anlamı kalmayacak, hepsi kötülükle, kötü niyetle, korkuyla yan yana, hiçbir şeyin hiçbir şeyden ayrılmadığı bir yokluğa gidecek.

Tanrı öldü demişlerdi, şimdi de insanın ölümünü haber veriyorlar. Bundan böyle özgürlüğüm daha pürüzsüz. Bugün yapacağım işi ne Tanrı bilecek, ne insan çağlar boyunca. Yaşadığım günde ve sonsuzluk içinde kendi kendimin tanığı kendim olmak zorundayım. Ahlaklı olursam, kendim istediğim için olacağım, bu yıpranmış dünyada ve bütün insanlık bundan böyle yaşayacaksa, doğduğu için değil, yaşamaya karar verdiği için yaşayacak. İnsan türü diye bir şey yok artık. Atom bombasının bekçisi olan topluluk doğa düzeninin üstünde bulunuyor, çünkü o, yaşamasından ve ölümünden sorumludur. Her gün, her dakika yaşamayı kendi istemesi gerekir. Bugün bir karabasan gibi duyduğumuz işte budur. Hayır, diyeceksiniz, yaşamımız sadece bir delinin keyfine bağlı kalacak. Hiç de öyle değil. Atom bombası rastgele bir delinin eline geçemez. Bu delinin bir Hitler olması gerekir ve birincisinden olduğu gi- vi, bu yeni Führer’den de hepimiz sorumlu oluruz. Böylece bir savaş bittiği günde bir devir kapandı ve bugün her birimizde insanlık kendi ölüm olanağını görüyor, yaşamını, ölümünü üstüne alıyor. Bu barışların en çetinini korumaktan vaz mı geçmeli, artık barışa inanmıyoruz diye, memleketimiz birçok güçlerini yitirdi diye, dünyanın kendini yok etme olasılığı bütün yapacaklarımızı boşa çakarabilir diye? Tam tersine, çocukluğundan beri Fransız uyruğuna geçmiş bir Rus kızı, zafer günü şöyle deyip ağlıyordu: «Küçük bir memleket bu bizimki, küçük bir memleket. Zaferi gerçekten kazanan büyük bir memleketim olmasını isterdim.» Bu genç kızın duygularını anlıyorum ama, beğenmiyorum. Gerçi, doğuşundan Rus olduğu için, belki de ilk vatanını özlüyordu bunu söylerken. Ama, biz ki, Fransa’da doğmuşuz, biz ne diyeceğiz? Fransa vatanımızdır demek yetmez. Hele hiç de açık değil bu söz, üstelik. Fransa bizim somut durumumuz, yazgımız, varımız yoğumuzdur. İnsan kişiliğinin gelişmesi yine de ve her zamankinden çok ulus çerçevesi içinde oluyor. Bir zamanların düşü olan enternasyonalizm birkaç Troçkistin umudundan başka bir şey değil artık. Ne yapabiliriz öyleyse? Fransız topluluğunu yok saymak, kendi kendimizi yok saymak olur. Yaşamdan, dostlarımızdan kendimizden yana oynuyorsak, Fransa’dan yana oynuyoruz demektir, onu bu çetin ve güçlü dünyaya, bu ölüm tehlikesi içindeki insanlığa katma yollarım aramayı üstümüze almış oluyoruz. Günün birinde paramparça olacaksa bile, dünyadan yana da olmalıyız. Tanrı öldü, değişmez kutsal haklar öldü ve gömüldü. Savaş öldü, onunla birlikte cılız yüreklere verdiği kaçamak ve yan çizme olanakları da ortadan kalktı, savaşın yüreklerde beslediği haklı ve rahat barış umutları da öldü. T. Bernard kendisini yakalamaya geldikleri zaman: «Bugüne dek korku içinde yaşıyordum. Bundan sonra umut içinde yaşıyacağım» demişti. Japonya’nın teslim olduğu gün, biz bunun tam tersini söyleyebilirdik. Bundan sonra, artık gazetelerden her sabah küçük büyük bir Alman bozgunu haberini alıp rahat edemeyeceğiz. Gazeteler bundan böyle Almanya’da savaşçı ruhun yeniden doğduğu, Çin’de iç savaşın başladığı, üçlerin, dörtlerin, beşlerin anlaşma zorluklarıyla karşılaştıkları haberlerini verecekler .Ama yine de yaşamaktan yana olmak gerek. Savaş, ölürken insanı anadan doğma çıplak, umutsuz, kendi güçleriyle kalmış, artık yalnız kendine güvenebileceğini anlamış olarak bıraktı. Geçen günkü törensel ve öksürüklü top sesinin bize verdiği tek iyi haber buydu.

JEAN-PAUL SARTRE

DENEMELER (CAĞIMIZIN GERÇEKLERİ)
Türkçesi: Sabahattin EYUBOGLU, Vedat GÜNYOL
Say Yayınları

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here