Kapitalizmin Duygusal ve İdeolojik Kıyımları
Duyguların Tutsak Edilişi
Kapitalizm, insan ruhunun en saf damarlarından biri olan duyguları bir üretim bandına çevirir. Martha Nussbaum’un “duygusal akıl” kavramı, duyguların yalnızca içsel tepkiler olmadığını, aynı zamanda ahlaki yargılarımızın ve toplumsal bağlarımızın temelini oluşturduğunu savunur. Ancak kapitalizm, bu duygusal aklı bir meta haline getirir. Reklamlar, tüketim kültürü ve sosyal medyanın algoritmik döngüleri, insanın sevgi, korku, özlem gibi en ham duygularını yakalar ve bunları birer pazarlama aracına dönüştürür. Örneğin, bir tatil reklamı yalnızca bir destinasyonu satmaz; yalnızlık korkusunu, aileyle geçirilen zamanın nostaljisini ya da statü arzusunu hedefler. Bu süreçte duygusal akıl, bireyin özgürce anlam arayışından koparılıp bir tüketim döngüsüne hapsedilir. İnsan, kendi duygularını bile özgürce deneyimleyemez hale gelir; çünkü her duygu, bir ürünle eşleştirilmiştir. Bu, bireyin iç dünyasını bir tür duygusal sömürgeye çevirir; kapitalizm, insanın kendi hislerini anlamasını değil, hislerini tüketmesini ister.
İdeolojinin Görünmez Eli
Slavoj Žižek’in “ideolojik fantazma” kavramı, kapitalizmin ahlaki çerçeveyi nasıl çarpıttığını anlamak için güçlü bir mercek sunar. Žižek’e göre ideoloji, yalnızca bir fikir sistemi değil, aynı zamanda gerçekliği algılama biçimimizi şekillendiren bir yanılsamadır. Kapitalizm, bu yanılsamayı Aristotelesçi ahlakın temel taşlarını manipüle ederek inşa eder. Aristoteles’in erdem etiği, insanın “iyi yaşam” arayışını erdemlerin dengeli pratiğiyle bağlar; ancak kapitalizm, bu erdemi bireysel başarı ve maddi kazançla özdeşleştirir. Özgürlük, piyasada seçim yapma yeteneğine indirgenir; mutluluk, bir malvarlığı biriktirme yarışına dönüşür. Žižek’in işaret ettiği fantazma burada devreye girer: Kapitalizm, bireye “özgür” olduğunu hissettirirken, aslında onun arzularını ve ahlaki pusulasını sistemin ihtiyaçlarına göre yeniden programlar. Bu, bir tür bilinçsel köleliktir; birey, kendi ahlaki ideallerinin kapitalizmin bir tuzağı olduğunu fark etmez, çünkü ideoloji, bu idealleri onun kendi arzuları gibi sunar.
Toplumun Yeniden Kodlanması
Kapitalizmin duygusal ve ahlaki sömürüsü, toplumsal dokuyu da yeniden şekillendirir. İnsanlar arasındaki ilişkiler, birer ekonomik işlem gibi değerlendirilmeye başlanır. Sosyal bağlar, karşılıklı fayda ilkesine göre ölçülür; dostluklar, iş ağlarına, aşk, bir tür maliyet-fayda analizine dönüşür. Bu süreç, bireylerin birbirine duyduğu güveni aşındırır ve toplumu atomize edilmiş bireylerden oluşan bir yığına indirger. Kapitalizm, dayanışma yerine rekabeti, empati yerine bireysel çıkarları yüceltir. Nussbaum’un duygusal aklının toplumsal boyutu, yani ortak bir insanlık bilinci, bu rekabetçi mantık altında ezilir. İnsanlar, birbiriyle duygusal bağ kurmak yerine, birbiriyle rekabet eden tüketiciler haline gelir. Bu, sadece bireysel değil, kolektif bir yabancılaşmadır; toplum, kendi insanlığını unutur ve bir piyasa makinesine dönüşür.
Tarihsel Bir Kapan
Kapitalizmin bu sömürü biçimi, tarihsel bir bağlama da oturur. Sanayi Devrimi’nden bu yana, üretim araçlarının gelişimi, insanın doğayla ve kendi emeğiyle ilişkisini dönüştürmüştür. Ancak bu dönüşüm, aynı zamanda insanın kendi duygusal ve ahlaki varlığıyla ilişkisini de koparmıştır. Kapitalizm, tarihsel olarak, bireyi kendi emeğinin ürününden yabancılaştırmakla yetinmemiş, aynı zamanda onun duygularını ve ahlaki ideallerini de yabancılaştırmıştır. Marx’ın “yabancılaşma” kavramı burada Žižek’in ideolojik fantazmasıyla kesişir: Kapitalizm, bireyin kendi emeğini, duygularını ve ahlakını birer meta olarak algılamasına yol açar. Bu, tarihsel bir kapanın parçasıdır; insan, kendi yarattığı sistemin kölesi olur. Aristoteles’in “iyi yaşam” ideali, bu bağlamda bir nostaljiye dönüşür; modern insan, bu ideale ulaşmak için değil, kapitalizmin ona sunduğu sahte vaatler peşinde koşar.
Simgelerin Dili ve Yanılsama
Kapitalizm, duygusal aklı ve ahlaki idealleri manipüle ederken, dil ve simgeler üzerinden de işler. Reklam sloganları, markalar ve popüler kültür, bireyin anlam arayışını yönlendiren birer simgesel ağ oluşturur. Örneğin, bir spor ayakkabı yalnızca bir ürün değildir; özgürlük, başarı ve bireysellik vaat eden bir simgedir. Žižek’in ideolojik fantazması, bu simgelerin gücünde yatar: Onlar, bireyin gerçek arzularını değil, sistemin arzularını yansıtır. Dil, bu noktada bir manipülasyon aracı olur; “özgürlük” kelimesi, piyasanın sunduğu seçeneklerle eşanlamlı hale gelir. Bu dilbilimsel dönüşüm, bireyin kendi ahlaki ve duygusal dünyasını anlamasını zorlaştırır; çünkü dil, artık hakikati değil, ideolojiyi ifade eder. Nussbaum’un duygusal aklı, bu dilin altında ezilir; çünkü birey, kendi duygularını ifade edecek özgün bir dile sahip olmaktan mahrum bırakılır.
İnsanlığın Çatışan Doğası
Antropolojik bir açıdan bakıldığında, kapitalizmin bu sömürüsü, insanın temel çatışmalarını açığa vurur. İnsan, hem bireysel hem de toplumsal bir varlıktır; hem özgürlük arar hem de aidiyet. Kapitalizm, bu ikiliği ustalıkla kullanır. Bireysellik ve özgürlük vaat ederken, bireyi toplumsallıktan koparır; aidiyet arayışını ise markalar, tüketim toplulukları ya da sanal ağlarla sahte bir şekilde tatmin eder. Bu, insanın kendi doğasına yabancılaşmasıdır. Aristoteles’in erdem etiği, insanın bu ikiliği dengelemesini önerirken, kapitalizm bu dengeyi bozar ve bireyi yalnızca bir tüketici olarak tanımlar. Žižek’in fantazması, bu antropolojik yarılmayı derinleştirir; birey, kendi insanlığını değil, sistemin ona biçtiği rolü yaşamaya mahkum edilir.
Çöldeki Vaha Arayışı
Kapitalizmin bu duygusal ve ahlaki sömürüsüne karşı ne yapılabilir? Nussbaum’un duygusal akıl kavramı, bir çıkış noktası sunar: Duygularımızı yeniden sahiplenmek, onların kapitalist manipülasyondan kurtarılmasını gerektirir. Bu, bireyin kendi hislerini ve ahlaki pusulasını yeniden inşa etmesi anlamına gelir. Žižek ise daha radikal bir öneri sunar: İdeolojik fantazmayı teşhir etmek, onun sahte vaatlerini reddetmek. Ancak bu, kolay bir görev değildir; çünkü kapitalizm, insanın kendi arzularını bile sistemin bir parçası haline getirmiştir. Yine de, bu mücadele, insanın kendi insanlığına sahip çıkması için bir umut taşır. Soru şu: İnsan, kendi duygularını ve ahlakını kapitalizmin elinden geri alabilir mi, yoksa bu, çöldeki bir vaha arayışı mıdır?


