Karıncaların Günbatımı, Ermenice romanın 20. yüzyıldaki zirvelerinden biri. Biberyan, başyapıtı olarak kabul edilen bu romanında, bir aile ekseninde Türkiyeli Ermenilerin 1940’lı ve 50’li yıllardaki yaşamından bir kesit sunuyor. “Varlık Vergisi” uygulaması altında ezilen, varını yoğunu kaybeden bir baba, bu güç koşulları onun yüzüne vuran aile bireyleri ve üç buçuk yıllık zorlu Nafıa askerliği günlerinden sonra geri döndüğünde hiçbir şeyi bıraktığı gibi bulamayan oğul Baret.
Yazar, Baret karakterinde, bir delikanlının hızla değişen toplumsal koşullara uyum mücadelesini ve bireysel çatışmalarını çarpıcı, yalın bir dille sunarken ülkedeki siyasi gelişmelerin azınlıkları nasıl etkilediğini farklı roman karakterlerinin ağzından bire bir ortaya koyuyor.
Yalnızlar ve Meteliksiz Âşıklar romanlarıyla büyük beğeni kazanan Zaven Biberyan, Karıncaların Günbatımı’nda, Felaket’in şekillendirdiği ruhların akıp giden hayata bağlanmakta yaşadığı zorlukları, ailenin dönüp dolaşıp fertlerini ve kendini yok eden karanlık yanını, on yılda bir büyük bir siyasi sarsıntıyla kesintiyle uğrayan güvenlik duygusunun insanlar üzerinde yarattığı tahribatı adeta bir tragedya canlılığıyla anlatıyor. Gözden geçirilmiş ve eksiksiz metniyle yayımladığımız Karıncaların Günbatımı, Türkiye edebiyatının da en önemli romanlarından biri olmaya aday. Kitap, daha önce Babam Aşkale’ye Gitmedi adıyla yayımlanmıştı.
ARKA KAPAK
Belki sorun tam da buradaydı, çok rahattılar ve bu kadar rahatlığa alışık değillerdi, bir felaketin yakınlığı daima günlerini kemiriyordu. Kazanıyorlardı, yiyorlardı, içiyorlardı, eğleniyorlardı ama sanki batan bir gemideymişler gibi bir acelecilik vardı bu yaşayışta. Her an bir şey bekliyorlardı. Bir karışıklık. Ve şimdi on sene öncesine göre daha çok korkuyorlardı. Çünkü hallerinden memnundular ve bir şeyin değişmesini istemiyorlardı.
“Alıştık Arus Hanım… Felaket…”
Felaket olmadan rahat değillerdi. Hayatlarının bir unsuru eksikti. Bir şey bekliyorlardı. Çünkü sonsuza dek felaketsiz, tekdüze bir hayatı hayal edemiyorlardı. On sene çoktu.
Yazar: Behçet Çelik
Başlık: Başlık Bahariye’den Aşağı İnmek
Yayın. Gazete Kadıköy
Tarih: 09.01.2020
“Bahariye’den aşağı inilir mi! İndik işte! Bu gidişle daha nerelere ineceğiz?”
Geçtiğimiz yıl tam metni Türkçede ilk kez yayımlanan ve yıl içinde okuduğum kitaplar arasında en iyisi olduğunu düşündüğüm Zaven Biberyan’ın “Karıncaların Günbatımı” romanından bu alıntı. Romanın başkahramanının annesi yoksul düştüklerini, artık Moda-Mühürdar hattındaki evlerindeki statülerinde olmadıklarını ifade eder bu sözüyle. 1945’lerde Bahariye Caddesinin bir sınır olduğu anlaşılıyor; aşağısıyla yukarısının, hayli yoksul hayatlarla varlıklı hayatların sınırı. Bugünden baktığımızda pek aşina gelmeyecek bir durum.
Kuşkusuz bir romanı bu gibi bilgiler edinmek için okumayız, hatta herhangi bir bilgi edinmek için de okumayız; ama bu okurken bir dolu şey öğrenmeyeceğimiz anlamına gelmez. En başta bir başkasının yerine geçer, dünyaya oradan bakarak bir şeyler öğreniriz – sadece gördüklerini değil, başka bir insanın içinden bakmayı da. James Wood’un, kurmacayla hayat arasındaki bağı araştırdığı Hayatın En Yakın Benzeri’nin girişinde G. Eliot’tan yaptığı alıntı bunun altını çizer: “Sanat, hayatın en yakın benzeridir; insanın hayat deneyimini yelpazesinin genişlemesine, kişinin öteki insan hemcinsleriyle, kendi payına düşen ilişkiler dışında başka ilişkiler kurmasına katkıda bulunur.”
“Karıncaların Günbatımı”nda karşımıza çıkan 1945’ler Kadıköy’ü değilse de, “en yakın benzer”lerinden biridir, diyebiliriz. Bu dünyadan çocukluğu Moda-Mühürdar arasında geçmiş, 1941’de Nafıa askeri olarak 3,5 yıl askerlik yapmış, babası Varlık Vergisi çıkınca Aşkale’de yol işçisi olarak çalışmamak için varını yoğunu satıp vergi borcunun tamamını ödediği için yoksullaşmış Baret Tarhanyan isminde biri geçmedi. Ne ki 2. Dünya Savaşı sırasında Hicri Takvimle 1312 ve 1332 arasında doğmuş gayrimüslim erkekler Nafıa Vekâleti (Bayındırlık Bakanlığı) nezdinde istihdam edilmek için 3-4 yıllığına askere alındı ve peşinden gayrimüslimlere çok ağır bir Varlık Vergisi uygulandı.
“Hayatın en yakın benzeri” tespiti her edebi yapıt için geçerli değildir, ama Biberyan’ın romanı bunun izlerinin sürülebileceği metinlerden. Tarih kitaplarının bize sunmadığı bir şey var romanda: Baret’in, o yıllarda yaşamış bir Ermeni gencinin deneyimini bize açıyor. Mekânların romandaki yeri de hayli önemli. Wood’un vurguladığı gibi, bu “kurmacada [da] dış gözlemlerin çoğu aynı anda iç gözlem.” Romandaki mekânlar, Kadıköy, Büyükada, Fenerbahçe, Beyoğlu Baret’in gözünden aktarılırken onun ruh haline dair bir şeyler de beliriyor zihnimizde. Çocukluğunun geçtiği yeri anlatışında çocukluk dünyasındaki bütünlük sezilir mesela: “Sokaktan denize inersin. Karşında deniz, gökyüzü ile birleşir. O yoldan inerken gökyüzüne gittiğini zannedersin.” Mühürdar’dan denize doğru inen, yazarın çok haklı olarak Gökyüzü Yolu dediği yer burası. Askerden geldiğindeki ruh hali de mekândan sezilir: “Kuşdili’ne yaklaştıkça, sokaklar ve evler değiştikçe yabancılık duygusu artıyor, şekil değiştiriyordu. İlk görüşte hissettiği sıkıntıyı şimdi anlamaktaydı.” Büyük bir hayal kırıklığıdır dönüşü. Ayrıldığı eve dönmemiştir, ama esas olarak yeni evde (yeni sosyal statülerinde) aile içi ilişkiler de darmadağındır. 3,5 yılın gerilimini atmayı umarken daha da gerilir. Öte yandan iç dünyasındaki karmaşa toplumun geçmişinden ve şimdisinden yalıtık değildir, Baret farkına varamasa da. Yaşadıkları, tanık oldukları, dinledikleri bitmemiş bir geçmiş zamanın, yaşanamayan şimdiki zaman ve geleceğin belirsizliğiyle nasıl üst üste bindiğini fark etmemizi sağlar. Özellikle geçmişteki felaketin ağırlığının.
1965’te TİP’ten İstanbul Belediye Meclis üyeliğine seçilen ve belediye başkan yardımcılığı da yapan Biberyan’ın romanı Baret’in iç dünyasının başarıyla aktarıldığı bir roman olmanın yanında, köy romanlarının revaçta olduğu sıralarda yazılmış bir şehir romanı. Şehrin havasını solur, ruhunu hissederiz okurken; salt tasvirler değil bunu sağlayan, olay örgüsü de toplumsal dokuya, hatta “kutsal” aileye kadar sinmiş rekabeti, iktidar hırsını, mülkiyet düşkünlüğünü ve üzerlerindeki sessizlik örtüsünü açığa çıkarıyor.
Yazar: Özge Leyla İspir
Başlık: Analar ve oğullar
Yayın: Agos Kirk
Tarih 15.04.2019
Zaven Biberyan devletle, toplumla, aileyle ve insanla derdi olan eşsiz bir yazardır. Fakat esas derdinin ve hedefinin ‘anne’ olduğunu ve bu annenin de romanlarında param parça ettiği toplumun temeli olduğunu söylemek yanlış sayılmaz. Gayrimüslimleri yok etme planının parçası olan Varlık Vergisi ve Nafıa dönemlerinin etkisini anlatan ‘Karıncaların Günbatımı’, Nafıa’dan dönen Baret’in evin kapısını çalmasıyla başlar. Karşı penceredeki komşuları görebilen Arus, pencereden aşağı baktığında oğlu Baret’i tanımaz ve görmez. Aynı sahne seneler sonra Baret’in ikinci kez eve dönüşünde tekrar yaşanır. Arus bu kez tam karşısında duran oğlunu yine görmez. Oğullarını görmeyen, dinlemeyen, onları ezen ve yok sayan sevgisiz anneler, Zaven Biberyan’ın kutsallıklarını yıkıp cinayet faili olarak faş ettiği öznelerdir.
‘Meteliksiz Aşıklar’da babaya yönelik öfke biraz daha baskın gibi görünse de o romanın gizli iktidarı, daha üst sınıftan gelip orta sınıf ahlakını üreteni, Sur’u o ‘işçi kızdan’ ayırmak için Kevork’u Sur’a karşı kışkırtmakta tereddüt etmeyeni anne Meline’dir. Biberyan, ‘Meteliksiz Aşıklar’ın sonunda baba-oğul yüzleşmesini, Kevork gibi davranan ve onu temsil eden Laz ile Sur’un karşılaşmasına gizleyerek babalara karşı meramını da saklamaz. Freud ne düşünürdü bilinmez ama ortodoks psikanalizi sarsan ve ödipal karmaşanın ve insandaki yıkıcılığın temeline anneyi koyan kuramcı Melanie Klein, coğrafyanın en büyük yazarlarından biri olan Zaven Biberyan’ı okumaktan büyük keyif duyardı. Dolayısıyla, Marc Nichanian’ın ‘Meteliksiz Aşıklar’ın sonundaki bu psikanalitik baba-oğul barışmasını sadece bir Laz ve bir Ermeni arasında vuku bulan komünist ve ütopik bir kucaklaşma olarak yorumlaması eksik bir yorumlama sayılabilir. Çünkü bilfiil sosyalist mücadelede yer alan Zaven Biberyan’ın romanlarında sınıf savaşı ve Ermeni halkına uygulanan şiddet bizzat evin içinde, ailede zuhur eder. Romanlardaki patronlar, muktedirler, Lazlar ve Türkler, bazen baba gibi görünse de annelerdir. Bu yüzden ‘Yalnızlar’ın Müslüman annesi Mübeccel ile üç Hristiyan anne, Yeranik, Meline ve Arus arasında fark bulmak nerdeyse imkânsızdır. Çünkü etnik kökleri ve dinleri fark etmeksizin anneler tek bir şeyi temsil ederler; iktidarı.
Baret’in farkı
Yeranik, Meline ve Arus, hâkimiyetlerinin bekası için evlatlarını kendilerine muhtaç bırakırlar. Horlarlar, aşağılarlar, bağımsızlaşıp hâkimiyet alanlarından çıkmalarını ve özgürleşmelerini istemezler. Sembolik ve fiziksel hiçbir şiddetten kaçınmadıkları çocuklarının, ‘dayak yediği halde sahibinin ayakları dibinde yatan it gibi itaatkâr’ olmasını beklerler. Soykırım ve devamında süregelen Varlık Vergisi- Aşkale- Nafıa gibi uygulamalarla sistematik biçimde yok edilen kadim bir halkın hayatta kalan kızlarını ve oğullarını, devletleşerek sistematik bir biçimde sindirmeye çalışan da yine annelerdir. Zaven Biberyan’ın put yıkıcılığı ve devrimciliği romanlarında da ortaya çıkar. Hayatı boyunca bir Ermeni olarak Türk devletine, bir sosyalist olarak hem topluma hem patronlara karşı mücadele veren Biberyan, dokunulmaz ve kutsal aileyi yerle yeksan ederek bir ahlak sistemini de ortaya serer. Ahlakçılık, anne babaya itaat etmeyi ve onları sorgulamamayı öğrenerek başlar ve bu, bir değerler ve kodlar sistemini oluşturur. Ebeveynleri sorgulamayan ve onlara itaat eden ahlakçı kodlar, aynı zincirin halkası olarak sınıfı, toplumu, patronu, tarihi ve de devleti sorgulamaz ve aklamaya başlar; tıpkı anne babayı akladığı gibi. Biberyan bizlere bir ahlak ve değerler sisteminin, bir sınıf sisteminin, orta sınıf ahlakçılığının ve dahi faşizmin nasıl ilk olarak ailede ve anneler tarafından üretildiğini faş eder. Bu sistemin patronu -babaların ortaklığıyla- anneler; ezilenleri ise dayak yemiş, azarlanmış, yoksullaştırılarak öz değerlerini yitirmiş ve eve bağımlı kılınmış Ermeni evlatlardır. ‘Karıncaların Günbatımı’nda Baret, diğer romanlardaki oğullara göre biraz daha farklıdır.
Devlet dayağı: Nafıa
Baret Tarhanyan, annesinden azar ve dayak yiyerek büyümüş ve devlet dayağı olan Nafıa’yla evden zorla koparılmış bir çocuktur. Ev ataletse evden kopmayı seçmek harekettir. Nafıa’dan döndükten sonra tüm özgüvensizliğine ve değersizliğine rağmen hareketi seçecek ve evden kopup yeniden gitmeyi göze alacaktır. Romanın başında annesinin tam tersi hislerle yaklaştığı babasını, daha sonra annesi ve ablası ile suç ortağı olup öldürecektir. Çünkü babası yoksulluklarının ve maruz kaldıkları şiddetin sorumlusudur. Onları yoksullaştırıp yerle yeksan eden Türkiye Cumhuriyeti Devleti değil de babasının sorumsuzluğu ve bencilliğidir; en azından Arus’a göre böyledir. ‘Meteliksiz Aşıklar’da Kevork’un temsil ettiği ‘inkâr’ı, bu romanda Arus devralacak ve ürettiği inkâr söylemiyle failleri aklayacak, madunları failleştirecek ve çocuklarını Diran’a karşı kışkırtıp kendisiyle suç ortağı yapacaktır. Tıpkı Arus gibi Baret’in Nafıa’yla ilgili konuşmasına asla fırsat vermeyen ve Nafıa’yı yok sayan dayısı Suren, anneyle aynı şeyi temsil eder: inkârı, zorbalığı, orta sınıfı ve insanların üstüne basarak yükselmeyi; yani ‘Türk’ü. Baba Diran ve amca Dırtad ise tam tersidir. Onlar Türkiye Cumhuriyeti ve Türkiye Müslüman toplumu tarafından perişan edilmiş, onurları kırılmış, inkârcılar tarafından durumlarının sorumlusu ilan edilmiş, karıncalaşamamış ve bu yüzden tahtakurularına yem olmuş ‘haybehasıl’ Ermenilerdir. Arus’un büyük suç ortağı Hilda, annesinden tiksinen ama ondan kopamayan bağımlı evlattır. Sonunda komşuların çocuklarını annelerinden koparmaya çalışarak kendi yapamadığı şeye; annesinden kurtulmaya çalışır ama başaramaz. Köklerini reddeden Baret’in annesiyle ilişkisi ise ‘hem sahip olma hem tahrip etme arzusu’ ile başka kadınlarda tekrarlanır. Annesine olan tiksintisini Ermeni kadınları tarif edişine yansıtan ve kadınlarla ilişkilenmeyen Krikor; annesine olan hıncını kendisinden yaşça büyük ve daha güçlü olan Nora’ya yansıtan cinsellikten muaf Sur; ve üçlemenin sonunda evden kopan, cinselliğe adım atan ve ‘anne’yi öldüren Baret. Cinsel bağ kurduğu Lula’yı, gayri tesadüfî bir biçimde anne olmak üzereyken intihara teşvik ederek tekâmülüne karanlığını da dâhil eden, sonsuz yolculuğunda bir kahraman olan Baret. 1
Beden unutmaz
Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür fakat beden unutmaz, her şeyi hatırlar. Toplumunda ve ülkesinde maruz kaldıklarını sindiremeyen ve belki de bu yüzden uzun seneler mide sorunları ile savaşan Zaven Biberyan bunu herkesten iyi biliyor olmalıydı ki ‘Karıncaların Günbatımı’nda bedenleri ayrı bir unsur olarak konuşturmuştur. Diran’ın kalbi, karıncalarla ve tahtakurularıyla savaşamayacak kadar zayıftır. Dırtad’ın bedeni bulunmamayı ve kaybolmayı isteyecektir. Yaşamdan çok korkan ve yaşama bir türlü adım atamayan Lula, karnında yeni bir hayat başladığında Baret vesilesiyle kendisini öldürecektir. Hem kökleriyle ve belleğiyle, hem de suçluluk duygusuyla bağını kesmeye çalışan Baret, babası gibi kendisini alkolle uyutacaktır. Arus’un bedeni, belki de ona unuttuklarını hatırlatmak için dilsiz ve yemeksiz kalacaktır.
Ağaç ve tahta
‘Yalnızlar’ ve ‘Meteliksiz Aşıklar’da içinde yaşanılan evler, ‘Karıncaların Günbatımı’nda artık birer ev değildir. Sokaklar ve tahtadan evler çökmek üzeredir. Ağaç yaşamı, toprağı, kök salmayı ve belleği anlatırken tahta tam aksini simgeler. O artık başka formlara bürünmek için köklerinden koparılmış ölü ağaçtır; ne kökü ne belleği vardır. Romandaki bütün evler ve mekânlar tahtadan oluşurlar ve yaşanılan mekânlar olmaktan çok yaşamsızlığı çağrıştırırlar. Nafıa’dayken karda ve fırtınada bile çatısız uyuyan Baret, bu evlerin çatısı altında güvende değil tekinsiz hisseder. Çünkü çatılar tahta birer tabut kapağıdır artık. Ormanın içine gizlenmiş Büyükada’daki mezar ev -ki o da artık tahta yığınıdır- Tarhanyanlar’ın hem toprağını hem de belleğini simgeler. Müslüman köylüler tarafından duvarları sökülecek, üzerine gecekondu inşa edilecek ve ailenin hem kökleri hem de belleği silinerek işgal edilecektir. Baret, amcasının ısrarına rağmen bu evle ilişkilenmeyi de reddedecektir; tıpkı romanın bitiminde toprağa bakmayı reddettiği gibi.
Pek çok mitolojik öge ve gönderme de barındıran ve Biberyan’ın şaheseri olan ‘Karıncaların Günbatımı, hem bir çöküş hem de bir tekâmül romanıdır. Biberyan devamlılık arz eden üç romanın sonuncusunda ilk defa yuvadan kopup hareket etmeyi seçen, büyüyen ve tekâmül eden bir kahraman yaratmış ve onun dışında kalan her şeyi; anneyi, aileyi, toplumu ve ülkeyi ölüme mahkûm etmiştir. Belki de 1915’in metaforu olan bir kıyamet sahnesinde (çünkü 1915 toplumsal çöküşün, kıyametin ve felaketlerin başlangıcıdır) yine tahta bir yelkenli suyun üstünde kaybolurken, bize de Zaven Biberyan’ın eşsiz yazarlığını, zorlu yaşamını ve çöküşümüzü düşünmek kalır.
1 – Joseph Campbell, Kahramanın Sonsuz Yolculuğu kitabında kahraman arketipini derinlemesine analiz eder ve en kaba özetiyle kahramanın anneden ve yuvadan kopmuş, kendi yolculuğuna çıkmış ve kendi karanlığıyla yüzleşmiş kişi olduğunu söyler.
Yazar: Rober Koptaş
Başlık: Biberyan’a bir yer lütfen
Yayın: K24
Tarih 21.02.2019
Zaven Biberyan’a memleket romanı ve edebiyatı içinde bir yer açmalıyız. Şahsi kanaatim, bunun zirvelerde bir yerde olması gerektiği yönünde, en, en büyüklerin yanında
“Dürüstçe itiraf etmem gerekirse, Ermenice yazdığım için pişmanım.”
Zaven Biberyan, 3 Aralık 1962
Dostu Hrant Paluyan’a mektubundan
I
Zaven Biberyan’ın 1998’de Babam Aşkale’ye Gitmedi adıyla Türkçeye çevrilen romanı bir felaketi anlatıyordu. Hikâyenin odağında, İkinci Dünya Savaşı yıllarında memleketin gayrimüslimlerini maddi-manevi yıkıma uğratan Varlık Vergisi uygulaması başladığında, Aşkale’de kurulan çalışma kampına gönderildiği takdirde yaşayabileceği muhtemel bir kötü sondan kaçınmak için varını yoğunu satarak vergiyi ödeyen bir baba ve bu ani yoksullaşmanın getirdiği mevki kaybı nedeniyle paramparça olan bir aile vardı. Zulüm, çaresizlik, korku, öfke, yaşama tutunma, tutundum sanırken her şeyin ellerden kayıp gitmesi, dağılma, yere çakılma, oradan geri dönme umudu ve bir daha, bir daha parçalanma. Burada felaket Varlık Vergisi, felaketin içinden geçense Tarhanyan ailesi ve metin boyunca yaşadıklarını ânı ânına takip ettiğimiz oğulları Baret’ti. Roman, büyüktü, etkileyiciydi, has edebiyattı ve yazarının başyapıtı olarak kabul ediliyordu. Ancak dar bir okur grubu tarafından çok beğenilse ve büyük takdirle karşılansa da geniş bir kitleye ulaşmadı, hakkında çokça yazı çıkmadı, etraflıca tartışılmadı. Bugünse, Ermenice ilk tefrika edilişinin üzerinden tam 49, kitap olarak basılmasının üzerinden 35, Türkçeye ilk çevrilmesinin üzerinden 21 yıl geçtikten sonra yapılan yeni baskıda, romanın özgün Ermenice adı olan Karıncaların Günbatımı’nın itibarı iade edildi ve daha önce çevrilmemiş/varlığı fark edilmemiş bazı irili ufaklı pasajlar da metne eklendi. Bu yeni kitap, romanı, Zaven Biberyan’ı ve eserini, küçük harfli felaketleri ve büyük harfli Felaket’i, bunların doğasını ve insan üzerindeki etkilerini yeniden düşünmek için çok daha elverişli yollar seriyor önümüze. Hele bugün bütün bu meseleler hakkında 1998’dekine göre daha çok şey bildiğimiz hesaba katılırsa. Bu yolların belki de en ilginci ise, romanın Türkçe çevirisinin 21 yıl boyunca bir türlü doğru isim ve tam metinle yayımlanamaması hikâyesi ve daha çarpıcı olan da, bu hikâyenin romanın anlatmayı murat ettiği “şey”i doğrulayan, eninde sonunda Felaket’in kendisiyle ilişkili bir yönünün olması. Anlatacağım.
Karıncaların Günbatımı, İstanbullu tahsilli bir Ermeni genç olan Baret’in, gayrimüslimlere mahsus zorunlu 3,5 yıllık Nafıa askerliğinden döndüğü gün başlar. Üç buçuk yıl boyunca Anadolu’nun dört bir yanında taş kıran, yol yapan, doğanın ortasında çadırlarda kalıp sıtmayla, böceklerle, doğayla, çavuşların kötü muamelesiyle, sıla özlemiyle baş etmeye çalışan Baret’in eve dönüşünün bir vuslat sıcaklığı barındıracağını zannederiz, ancak aksine, buz gibi bir manzara çıkar karşımıza. Kapıyı çalan Baret, annesi Arus’u pencerede görür. Anne ise oğlunu tanımaz. İkisinin çoktan birbirinden koptuğunu hissettirir bu ilk sahne. Arus nihayet Baret’i tanıyıp koşa koşa merdivenlerden iner, kapıya varır, oğluna sarılmak ister, ancak aldığı cevap Baret’in kendi etrafına roman boyunca öreceği duvarın ilk tuğlasıdır:
“Dokunma, pislik içindeyim,” (…) “Bitliyim, dokunma.”
Baret ve Arus, anne ve oğul arasında roman boyunca açılacak ve neredeyse tek bir an bile kapanmayacak mesafe, sırf bu ikiliye mahsus değildir. Ana oğul, baba oğul, baba kız, karı koca, abla kardeş… Hepsinin arasında giderek uçurumlaşan boşluklar her birini yalnız, tehditkâr, giderek tekinsizleşen, anakaraya varışın neredeyse imkânsız olduğu birer adaya çevirecektir. Hiç de tesadüf sayılmayacak bir şekilde, Baret’in amcası Dırtad da zaten yıllardır adaya, Büyükada’ya, ailenin artık bir harabe hâlini almış konağına sığınmış, çilekeş keşişler gibi dünyadan elini eteğini çekmiştir. Savaş zamanı vurgunculukla, sonrasında ticarî oyunlarla devrinin adamı olmayı beceren, sürekli zenginleşip yükselen akrabaları Suren dışında ailede kimse için çıkış yok gibidir.
Baret hayalini kurduğu yuvaya kavuşacaktır kavuşmasına ama ortada ne eski anlamıyla yuva vardır ne de yuvanın sakinleri eskisi gibidir. Her şeye karşı ağır bir yabancılaşma yaşar. Neredeyse felçli gibidir; oradadır, vardır, nefes almakta, bir yerlere gidip gelmektedir, ancak sanki kendini akıntıya bırakmıştır – ne yapacağını, ne istediğini, ne hissettiğini bilemez, iradesini yitirmiştir âdeta. Dahası, salt bir alıcıya, kaydediciye dönüşmüş gibidir. Kendi sesi yoktur, pürdikkat izler, dinler, yorumlar fakat harekete geçmez, geçemez. Etrafındakilere karşı kendi fikrini, hâlini, ruhunu ortaya koymaz, koyamaz. Sadece kaydettiklerini bir kara delikmişçesine yutar ve yuttuklarını hiçbir şekilde sindirmeden, sindiremeden, kimi tepkileriyle kusar. Bu meyanda hayat ve İstanbul da onu kusmaktadır.
Biberyan evin içini ve aileyi daima bir cehennem olarak tasvir etti. Diğer romanları Yalnızlar ve Meteliksiz Âşıklar’da da, daha sonra gelen Karıncaların Günbatımı’nda da aile, bütün fertlerinin mutsuzluğuna sebep olan, ama özellikle gençlerin yüreklerini daha en körpe çağlarında tüketen, onları dışa vurulamayan bir öfkeyle kör eden bir gayya kuyusudur. Burada, Biberyan’ın en iyi bildiği İstanbullu üst-orta sınıf Ermeni ailesinin ruhu kemiren riyakârlığının, fesatlığının, hesapçılığının lime lime edildiğini görürüz. Batı sanatından iyi tanıdığımız bir tahlili andırır bu işlem bir yönüyle: Burjuva ailesinin kirinin pasının, kötülüğünün ifşası. İstanbullu Ermenilerin burjuva/msı kesimi için aile, sınıf atlama veya refahı güvence altına alma temelinde yükselen sessiz ve geleneksel bir sözleşmenin sonucudur ve onların, sevginin hiç rol oynamadığı veya en azından köksüzlüğü nedeniyle bir sonraki kuşağa kadar taşınamadığı evlilikleri, neredeyse kaçınılmaz olarak, eşlerin birbirinden nefret ettiği, ancak maddi konfor alanlarından çıkmanın riskleri nedeniyle bozulması bir türlü düşünülmeyen zoraki birlikteliklere dönüşür. Biberyan kendisi de bu sınıfa aittir, o yüzden bu çevreyi çok içeriden bilir, ancak o sessiz sözleşmeyi bozup önce yazar, sonra komünist olmuş, bu yüzden de hayatı boyunca sınıfsal dışlanmaya, derkenarda kalmaya, güvencesizliğe mahkûm edilmiştir. Bu ailelerin çocuklarına hane içinde aktarılansa sevgisizlik, ebeveynler arası güç mücadelesinin itiş kakışı, yalan dolan ve bunun sonucu olarak da büyük bir hayal kırıklığı, anne-babaya yönelik öfke ve kin, isyan, inkâr veya apati hâlleridir. Biberyan, türlü şekillerde, edebiyatımızda örneklerini çok nadiren görebildiğimiz bir maharetle, iç sesler veya diyaloglarla, özellikle karşılıklı tartışma ve kavga sahneleriyle, kişisel patlama sekanslarıyla, histeri krizleriyle ve müthiş bir doğallıkla anlatmayı başardığı bu minik evrenle, kentli, orta ve üst sınıf ailenin ipliğini pazara çıkarır.
Bu analiz yanlış olmasa da eksiktir. Eksiktir, çünkü Biberyan’ın anlattığı, yaşadığı memleketin ferahfeza sahibi olan ve bu sahiplikten daha fazlasını da isteyen bildik tatminsiz burjuva ailesinden farklıdır. Onlar bir azınlık grubunun, dışlanmış, iç-düşman ilan edilmiş, lanetlenmiş bir grubun temsilcileridir. Yani sınıflarının temel ihtiyacına özgü bir güvenlik alanını yaratmaya ve onu korumaya ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar, esasen toplumun en güvencesiz kesimidirler. Değerlerinin, birikimlerinin, kendilerine dair algılarının hepsi çürük bir zemin üzerindedir ve birilerinin iki dudağı arasındaki kaderleri, can ve mal güvenlikleri, bir yanılgıdan ibarettir. Üstelik her ne kadar unutmaya çalışsalar da, bu durumun daima farkındadırlar ve bu iç bilgi her hâllerine etki, günlük hayatlarının her ânına ise sirayet eder. Geçmişte kim bilir ailelerinden kimleri, neleri, nasıl, hangi koşullarda kaybetmiş, buna karşılık bir şekilde hayatta kalabilmiş, daha doğrusu öz memleketlerinde yaşama hakları, sadık vatandaşlar olmaları kaydıyla kendilerine bahşedilmiş, ve belki de en fenası, sürekli olarak yeni belaları beklemekle hayatları karabasana çevrilmiş Ermeni ailesidir karşımızdaki. Bu bekleme hâli ise Felaket’in devam ettiğini, hiç bitmediğini söyler Biberyan’ın eserlerinde bize. Felaket, onun hiç anmadığı S’li kelimenin kendisi değildir, onunla sınırlı hiç değildir; süresiz, sürekli, sonsuzdur. Üstelik Biberyan bütün bunları ortaya koyarken karakterlerine, etnik ya da dinî kimlikleri ve mağduriyetleri nedeniyle kurban muamelesi yapmaz, onlara acımaz ya da acındırmak için ajitasyon yapmaz, olanca soğukkanlılığıyla ruhlarının, bu arada kendi ruhunun da, derinlerine inmeye çalışır. Böylece okur da onun karakterlerini olabilecek en çıplak hâlleriyle görüp tanıyabilir.
Şüphesiz derin travmalar yaşamış bir ailedir Karıncalar’ın Tarhanyanları. Hiçbir şey olmadıysa, Varlık Vergisi nedeniyle neleri var neleri yoksa satmak zorunda kalmış, sınıfsal konumlarını, toplum içindeki mevkilerini kaybetmiş, bir daha da bellerini doğrultamamışlardır. Artık Gökyüzü Yolu’ndan masmavi denizi ve göğü keyifle izledikleri Mühürdar’da değil, güçbela başlarını sokabildikleri, her tarafı dökülen bir evde, sokakları çamurlu Kuşdili’nde oturmaktadırlar. Travmanın kaynağı dışarısıdır. Resmîsi ve siviliyle her türlü tehdit ve tehlike hemen eşiğin ötesindedir. Türkiye, İstanbul, yaşadıkları ülke, doğup yetiştikleri, memleket bildikleri yer, onlar için her an bir cehenneme dönüşme potansiyelini taşıdığını göstermiş, içinde bir türlü huzur bulamadıkları bir kafes hâlini almıştır. Ancak travmanın kaynağıyla, dışarıyla hesaplaşmak söz konusu dahi değildir. Hesaplaşmak öyle dehşetli, öyle korkutucu bir ihtimaldir ki, tahayyül dahi edilemez. Değil mi ki yaşama hakkı kendilerine âlîcenaplıkla lütfedilmiştir, susup akıllı uslu oturmaları gerekir. Çalışıp didinip o sahte güvenlik duygusunu sürekli olarak hissetmek için çaba göstermeleri gerekir. Dışarıya karşı nazik, sadık, anlayışlı, becerikli, itaatkâr olmaları gerekir. İyi komşular olmaları gerekir. Karıncalar gibi yeniden ve yeniden hayatı inşa etmeleri gerekir. Gerekir de gerekir.
O hâlde travmanın acısı, irini, zehri nereye akıtılacaktır? Bütün bu keder, bütün bu eziklik nasıl dışa vurulacaktır? Dışarıya yönelemeyen en yakındakine döner hâliyle. Önce eşe, kadınınki adama, adamınki kadına; sonra biraz büyüyüp ergenliğe varınca, dili sivrileşmeye başlayınca da çocuğa elbette.
Böylece, dış dünyada gerçek savaş bitip yeni ufuklar fırsatları değerlendirmeyi bilenlerin önünde çarşaf gibi açılırken, artık kimileri için bizatihi ev bir savaş alanına dönüşür. İş bilmez baba, karısı ve kızı tarafından reddedilir. İktidarsızdır artık. Dışarıda herkes işine bakmakta, devranını döndürmektedir ama onun devri geçmiştir, eski çarşı adamı itibarı tedavülden kalkalı çok olmuştur. Zamanın ruhunu kavrayanlar yükselmekte, mevki sahibi olmakta, para kazanmakta, hayatlarını yaşamakta, cemaat işlerinde önemli roller almaktadır. Baret annesinin ve ablasının babasına cephe aldığını şaşkınlıkla fark eder. Eve güç bela alınan şekerin, kahvenin dahi saklandığı eloğludur, yabancıdır artık baba. Hastalığına bile inanılmaz, oysa bir süre sonra tam da o inanılmayan hastalık nedeniyle ölecektir; zaten Aşkale’ye de kötüleşen sağlığı nedeniyle çalışma kampının şartlarına dayanamayacağı korkusuyla gitmemiş, bu tercihi nedeniyle de ailenin geleceğini düşünmeyen “bencil” bir baba olmakla suçlanmıştır. Baret evin içindeki düşmanca rüzgârlara kendini tamamen kaptırmasa da, babasına karşı kurulan cephede bir tür suç ortağına dönüşmektedir giderek. Babasının ölümüyle iyice suskunlaşır. Suçlulukla dolar ama bu ölümün asıl müsebbibi olarak annesini ve ablasını görür, onlara öfkelenir. Öfkesiyle ne yapacağını bilemez, çareyi kalıp mücadele etmekte, koşulları değiştirmeye çalışmakta değil, gitmekte bulur. Evden de, kariyer umuduyla bir heves girdiği ancak yükselebilmek için ruhunu satması gerektiğini kısa sürede anladığı işten de kaçar. Serbest düşüşle yitip gitmeye doğru yol alacağı arka sokaklarda bir dekadansa gömülür. Geride kalan anne ve kızsa, hasımsız yapamayacak ve bu kez birbirlerini yemeye başlayacak, birbirlerinin düşmanlığından aldıkları enerjiyle kendilerini de yok edecek girdaba doğru dörtnala savrulacaklardır.
Biberyan’ın daima erkek olan ana karakterleri, bunlara kahraman demek pek mümkün değildir, kadınlara çoğu zaman düşmanca davranırlar. Bastırılmış cinsel arzuları zaman zaman zembereğinden boşalır, ancak cinselliği duyguların ifadesi ve bir bırakış olarak değil, karşı cinsle aralarındaki sınırları daha net görmek ve zihinlerinde kurdukları hiyerarşiyi berkitmek ihtiyacıyla yaşarlar. Bu tahsilli adamlar muhakkak kendilerinden daha alt sınıftan ve daha cahil bir kadınla birlikte olurlar. Toplumsal statü ve eğitim bakımından denk olabilecekleri kadınlarla birlikte olmak onlar için ancak bir hayaldir ve huzursuzluk kaynağıdır; öylelerinin yanında lâl olur, çocuklaşırlar. Kadın onlar için ya karşısında ezildikleri ya da kendileri bazı kadınlar karşısında ezildikleri için ezmeleri gereken bir ezeli düşmandır.
Öfkelerini travmanın dıştaki kaynağına yöneltemeyen bu edilgen bireyler hane içinde birbirlerini hırsla yok etmeye yönelirken, bu oyunda yer almak istemez görünen erkek evlat, hanenin dışında ezebileceği ilk kadını bulur bulmaz, ondan karşı cinse, annesine, ablasına ve aslında her şeye ve herkese duyduğu nefretin acısını çıkarmaya koyulur. Alt sınıftan, içlerinde masum olanı her şeye rağmen korumakta olan bu genç kadınlar, Karıncaların Günbatımı’nın cahil, saf ve temiz Lula’sı gibi, Biberyan’ın çizdiği nadir olumlu kadın karakterlerdir. Ancak yazarın bu karakterlere yaklaşımının erkek egemen bakış açısıyla bir idealleştirme ve nesneleştirme olduğu, bu genç kadın karakterler misal biraz yaş alsa, evlense, çocuk yapsa, idealin kolayca çökeceği; dolayısıyla Lula’nın Baret’in öfke ve kinle dolu olduğu annesi Arus’la kolayca yer değiştirebileceği sezilebilir.
Lula’nın kendisine beslediği içten beğeniye ve hayranlığa, onun hislerine hiç önem vermeyen, sevmek kabiliyetine sahip olmayan Baret, kendisinden hamile kalan ve bu istenmeyen gebelikten kurtulmak için düşük yapmaya çalışan genç kadının bu sebepten öldüğünü öğrendiğinde sarsılır elbette, ancak bu dehşet verici olay karşısında bile, olan bitendeki payıyla yüzleşmek yerine, kendi kötülüğünün batağında hep daha derine dalmaya devam ederek daha da tarifsiz karanlıklara düşer. Buradan çıkış ise, hayatının elinden büsbütün kayacağını hissettiği anda topyekûn bir kaçışla olur ve Anadolu’nun doğusunda, bilmediğimiz ama Baret’in herhalde Nafıa askerliği döneminde tanıştığı bir yerde, yazarın bize çok küçük bazı ipuçları dışında açık etmediği bambaşka bir ortamda sonlanır –genç adamın bu gizemli doğu macerası başka bir romanın konusu olabilirdi pekâlâ. Baret uzun zaman sonra bu gönüllü sürgünden döndüğünde onun biraz olsun toparladığını, başka hâllerin tavında dövülüp sadeleşip sertleştiğini hissederiz, ancak bu da ancak aklını yitirmeden hayatta kalmasına yetecek, ağır vurgun yemiş bir ruh olarak hayatını sürdürebileceği kadar bir tutunmadır muhtemelen.
Karıncaların Günbatımı’nda karıncaların, yani roman karakterlerinin ve onların temsil ettiklerinin günbatımı, geri dönüşü olmayan, alacakaranlıksız, şafaksız, sabahında güneşin doğmayacağı bir günbatımıdır, bir günbatımı kısır döngüsüdür. Bunu romanın sonundaki, karanlığın içinden yeni bir felaketin doğmakta olduğunu haber veren satırlarla anlarız. Can ve maldan gene gidecek, daha kanayan yaralar iyileşmeden travmalar zincirine bir yenisi daha eklenecek, ruhlar ve aileler ve daha pek çok şey bir kez daha parçalanacaktır. Kaçış yoktur. Felaket’tir ruhları biçimlerinden, onunla da onsuz da olunamayan, görece sakin zamanları, barış içinde, huzurlu anları bile zehirleyen.
II
1921 Çengelköy doğumlu Zaven Biberyan, daha sonra ailesiyle Kadıköy’e taşındı ve orada büyüdü, ömrünün sonuna kadar da orada yaşadı. Dibar Grtaran Ermeni, Saint Joseph Fransız okullarında okudu. Onu şekillendiren dil daha ziyade Fransızcaydı. Çocukluğundan itibaren, 20 yaşına dek, kendi deyimiyle “çöp sepetini boylamaya layık” Fransızca romanlar yazdı. 1940’ta, 19 yaşındayken, muhtemelen ülkede gittikçe artan Ermeni düşmanlığından ve ufukta görünmeye başlayan kötülüklerden kaçmak için yurt dışına çıktı, ancak daha Bulgaristan’dayken Nazilerin ülkeyi işgal etmeye başlaması üzerine memlekete döndü. 1941’den 1944’e 42 ay, tıpkı Karıncalar’ın Baret’i gibi, kendisi gibi 20 ilâ 45 yaş arasındaki Ermeni, Rum, Yahudi erkekleriyle birlikte Nafıa takımlarında askerlik yaptı. 1962’de, Fransa’da yaşayan yazar dostu Hrant Paluyan’a yazdığı, yaşam öyküsünü aktaran mektupta bu dönemi şöyle anlatacaktır:
“Anadolu dağlarında, İzmir’den Gürcistan sınırına, Karadeniz’den Adana’ya ve Hatay’a 42 ay. Hep çadır altında. Tabiatla, açlıkla, tropical malaria’yla boğuşarak. Bu üç buçuk seneye çok acıyorum. Gençliğimin en güzel üç buçuk senesi, yaban dağlarda ve ormanlarda [geçti].”
İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda ülkede esen göreli özgürlük ortamında, genç kuşaktan bir grup Ermeni bir araya gelerek sosyalist fikirleri savunan Nor or (Yeni Gün) gazetesini çıkarmaya başladılar. Biberyan, Nafıa günlerinde Fransızcayı bırakmış, inatla çalışarak, sözlükten her kelimenin imlasını kontrol ederek ilerlettiği Ermeniceyle yazmaya başlamıştı. Tüm bu inadına rağmen, sonradan bu kararından ötürü pişmanlık duyduğunu söyleyecekti. Keskin kalemi ve çalışkanlığıyla Nor or grubunun en dikkat çekenlerinden biri oldu. Ancak ülkede birden esmeye başlayan özgürlük rüzgârı iktidarı rahatsız ettiğinden, Nor or, aynı dönemde yayıma başlayan Türkçe sol gazeteler ve sendikalarla birlikte kapatıldı. Biberyan ve onun gibi muhalif çizgideki pek çok Ermeni yazar ve sanatçı hapse girdi –talihin pek de cilve denemeyecek bir cilvesiyle, Ermenilerden gasp edilen bir mülk olan Sanasaryan binasında– işkence gördü, soruşturmalara uğradı. Bu isimlerin pek çoğu –Vartan, Mari ve Jak İhmalyan, Aram Pehlivanyan, Barkev Şamikyan, Hayk ve Anjel Açıkgöz, S. K. Zanku gibi– yurt dışına göç etmek zorunda kaldı. Bu göçler, İstanbul’da üretilen ve 1915’ten sonra ilk kez canlanmaya başlayan Ermenice edebiyat damarına büyük bir darbe vurdu, âdeta onun özsuyunu kesti. Siyasî olaraksa, İstanbul Ermeni toplumu içerisinde Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra ilk kez yükselen bu muhalif ses daha olgunlaşma fırsatı bulamadan susturulacak, orada bastırılan özgürlükçü ruh akacak mecrasını ancak 50 yıl sonra, Agos’la bulacaktı. Burada, Agos’a can veren Hrant Dink’in katlinin ne tür bir devamlılığa işaret ettiğini de hatırlamalı elbette.
Biberyan’ın sonraki yaşamı ise yazmaya yazgılı bir entelektüelin, ülkesinin gidişatına paralel seyreden hikâyesini anlatır. Hiç de hoş duygularla anmayacağı Lübnan sürgünü, siyasî ortamın yumuşamasıyla 1953’te memlekete dönüş, hemen arkasından gelen 6-7 Eylül, 27 Mayıs darbeleri. Kitapları Lıgırdadzı-Yalnızlar (roman, 1959), Dzovı-Deniz (öykü, 1961) ve Angudi siraharner-Meteliksiz Âşıklar’ın (roman, 1962) yayımlanması. 1960’larda TİP’ten milletvekili adaylığı, seçilemeyiş, yine TİP’ten Belediye Meclis üyesi olarak seçilmesi, geçim sıkıntısıyla türlü işlere giriş ve çıkış. Sonradan başyapıtı olarak kabul edilecek Mrçünneru verçaluysı’nın, yani Karıncaların Günbatımı’nın Jamanak gazetesinde tefrika edilmesi (1970). Üzerine gelen 12 Mart darbesinin ardından romanın kitap olarak basılamaması ve takip eden uzun bir suskunluk dönemi. O dönemde herhalde salt entelektüel meraktan değil aynı zamanda geçim derdiyle de Fransızcadan ve İngilizceden yaptığı çeviriler. Oyuncakçılıktan Mahmutpaşa’da açtığı tezgâhta kadın iç çamaşırı satmaya uzanan küçük ticarî girişimler ve 12 Eylül darbesinden sonra gelen –pek manidar!– ülser hastalığı sonucunda 1984’te 63 yaşında hayata veda.
Paluyan’a yazdığı mektupta, 1962’de, “Dürüstçe itiraf etmem gerekirse, Ermenice yazdığım için pişmanım” diyecekti Biberyan. Fransızcayla başladığı yazarlığa, “Ermeni olduğuma göre Ermenice yazmalıyım” diye düşünerek girmişti. Sonuç, artık neredeyse kimsenin okumadığı, kimsenin göremeyeceği, kimsenin yazdıklarını tartışamayacağı bir dilde ürettiği ve her biri başyapıt mertebesindeki kitaplar oldu. Karınca gibi çalışmasına rağmen yeteneğine tezat oluşturacak kadar az üretebildi. Ülkesine bağlılığını, siyasî mücadelesinde, yurt dışına göç etmeyi düşünmemesinde, Türkçeye çeviriler yapmasında, her şeye rağmen Türkiye ve Türklerle bir diyalog kanalı aramak arzusunda görmek mümkün. Ancak bulunduğu ortam Ermenice yazan, üstelik onun deşmek istediği temaları ele alan bir Ermeni yazarı, o ne kadar iyi yazarsa yazsın, dinlemeye hazır değildi. Bunun nedeni öncelikle kimliğinde yatıyordu. Tıpkı romanın sonlarında Baret’le ilgili söylediği gibi, Biberyan için, yazmaya Fransızca başlasa da, sonradan Ermeniceye dönse de, en sonunda bu kararından ötürü pişmanlık duysa da, “Ermeni olmamanın daha iyi olduğunu fark e[tse de]”… “Ermeni olmamak imkânsızdı.”
Tüm bu içinden çıkılmaz çembere karşın, Biberyan’ın yazmaktaki ve siyasî mücadele vermekteki inadı cevher değerinde görünüyor gözüme. Kendini zaten doğal olarak kavgalı olduğu Ermeni çevresinin içine hapsetmemesi, Türkiye entelijansiyasıyla, sol hareketle yan yana olma inadı. Yaptığı çeviriler, Cağaloğlu’nda yayıncılık çevresiyle içli dışlılığı, İstanbul’da kalmakta diretmesi. Tüm bunlar, onu sadece bir yazar değil, aynı zamanda inatçı bir muhalif, bir direnişçi yapıyordu. Amma velakin yakın olduğu çevrelerde, kim onun Ermenice roman yazdığından haberdardı acaba? Ya da ne yazdığını merak eden var mıydı? Üretmek, konuşmak, susmamak isteyen, suskunluğunu dağıtması için onunla dayanışan? Bu minvaldeki pek çok sorunun cevabının olumlu olmadığını biliyoruz ne yazık ki.
Tanıyanlar, Biberyan’ın iletişim kurulması zor, geçimsiz biri olduğunu söylüyor. Romanlarının baş erkek karakterleri gibi tıpkı. Üç buçuk yıl Anadolu’nun dört bir yanında taş kıran, Varlık Vergisi’ni yaşayan, hapse düşen, işkence gören, sürgünlüğü bilen, 6-7 Eylül’ü, üç darbeyi tecrübe eden, her defasında yine ve yeniden yenilen, yine ve yeniden hayal kırıklığına uğrayan bir adam geçimsiz olmayacaktı da ne olacaktı? Biberyan’ın hayatı, tıpkı romanlarında işlediği karakterler gibi, Felaket sonrası parçalanmışlığın travmasını benliğinde taşıyan, yaşananların inkâr edildiği, ötekileştirme ve düşmanlık ortamında doğup büyüdüğü, kendisine dünya görüşü ve kimliği nedeniyle sürekli zulmeden memleketine yabancılaşmama mücadelesi veren ve ruhunda bunun gerilimlerini, iniş çıkışlarını, savrulmalarını yaşayan bir entelektüelin portresidir en çok.
III
Mrçünneru verçaluysı, 1970’te Jamanak’ta 294 sayı boyunca tefrika edildi. Kitaplaştırılacaktı da, ancak üstüne 12 Mart günleri geldi ve Biberyan romanını kitap olarak bastıramadı. Buna karşılık, arşivlediği nüshaları mücellite vererek, tefrika kupürlerini 10 nüsha hâlinde ciltletti, böylece bir kitap maketi oluşturdu ve bunların bazılarını imzalayarak dostlarına hediye etti. Roman unutulmasın, gazetenin sayfaları arasında tozlanmasın, hiç değilse yazının, çizinin değerini bilen birilerinin kitaplığına girsin diye. Aras’ta bu tefrika-maket-kitaplardan biri var, kalem arkadaşı –sonradan, ilerlemiş yaşında Agos’un kurucularından olacak– Rupen Maşoyan’a ve eşi eğitimci Şoğer adına imzalanmış olarak. Biberyan’ın Sisifosvari çabasında kayanın dağın eteklerine yuvarlandığı anlardan birinin cisimleşmiş hâli olarak yıllardır mahzun duruyor kitaplığımızın raflarında.
Bu noktada bir şeyler canına tak etmiş, işler rayından iyice çıkmış olacak ki Biberyan ömrünün geri kalanında yazı çizi namına elimize ulaşan bir şey bırakmadı. Sonraki yıllarda sağlığı giderek kötüleşti. Ölüm döşeğindeyken, ona son bir sürpriz yapmak isteyen bir grup edebiyatsever kadın, Mrçünneru verçaluysı’nı kitap hâline getirme işine girişti ve Biberyan ölümünden çok kısa bir süre önce romanını kitap olarak eline alabildi. Ne kadar mutlu olduğunu tahmin edebiliriz, ancak ne yazık ki çok geç gelen bir mutluluktu bu. Kısa bir süre sonra, 4 Ekim 1984’te hayatını kaybetti ve Şişli Ermeni Mezarlığı’nın aydınlar bölümüne gömüldü.
Biberyan’a o tatlı sürprizi yapan, bu sayede kitabın bugünlere ulaşmasını sağlayan, ona ve romanına değer veren bu kişiler, malum korkularla, metinden kimi pasajları çıkarmışlardı. Özellikle 1915’le, Felaket’le veya güncel siyasî göndermelerle ilgili bu pasajların kitaba alınmaması hasta yatağındaki Zaven Biberyan’ın bilgisi dâhilinde miydi, onun bu müdahalelere onayı var mıydı, bilmiyoruz. Ancak her halükârda metne bir sansür –belki de otosansür– uygulandığı kesin. Böylece roman, 1984’te, daha önce tefrika edildiği hâlden farklı bir şekilde yayımlanmış oldu. 1998’te Aras tarafından Türkçeye yaptırılan çeviri de, metnin kitaplaşmış hâlinden, bu makaslama işleminden bihaber gerçekleşti. Çıkarılan bölümlerden biri, tek bir cümleydi ve roman karakterlerinin ülkede siyasî ortamın gerginleşmesi nedeniyle başlarına geleceklerden korkmasıyla ilgiliydi:
“Sonunda bizim başımıza patlayacak, elimizde son kalanlar da gidecek.”
Anlaşılan o ki, bu ve benzeri bölümlerin sansürlenmesinde, “Sonunda bizim başımıza patla(r), elimizde son kalanlar da gide(r)” kaygısı rol oynamıştı. O basmakalıp soru akla düşmüyor değil: Hayat mı romanı, roman mı hayatı tekrar ediyordu acaba? Bu bölümlerin çıkarılması, romanın bağlandığı noktanın bir bakıma havada kalmasına neden oluyor, metinden bir hayli şey aşındırıyordu. Daima başa gelebilecek kötü bir şey beklemek, kendini asla güven içinde hissedememek ve yeni bir felaket olmadan varlığına anlam katamamak temalarının altının çizilmesini engelleyen bu kesintiler, romanın 6 Eylül 1955’i 7 Eylül’e bağlayan akşamda, karıncaların günbatımında, şehrin bir yerlerinden duman ve gürültü yükselirken son bulduğu gerçeğini de muğlaklaştırıyor, olayların ve onların yarattığı duyguların çerçevesini belirsizleştiriyordu.
Sonuçta romanı Türkçe okuyanlar, bu pasajların yokluğunda romanı yorumlarken, metnin asıl vurucu yanından bihaber kaldılar. Türkçe çevirideki bir başka büyük müdahale ise, kitabın özgün adıyla değil, Babam Aşkale’ye Gitmedi başlığıyla yayımlanması oldu. O dönem Yılmaz Karakoyunlu’nun romanı Salkım Hanım’ın Taneleri ve Tomris Giritlioğlu’nun romandan uyarlanan filmi nedeniyle Varlık Vergisi kamuoyunda yoğun bir şekilde tartışılıyordu. Aras da, tanınmayan bir Ermeni yazarın Türkçede ilk kez basılacak romanının bilinir hâle gelmesinde bu tartışmanın güncelliğinin bir yararı olacağı düşüncesiyle kitaba bu başlığı uygun gördü. Ancak bu tercih ve kitabın sunuluş şekli, romanın anlam dünyasının Varlık Vergisi’yle sınırlandırılması sonucunu doğurdu ve metnin katmanlı yapısının fark ve deşifre edilmesini engelleyici bir durum yarattı. Böylece Biberyan’ın romanına, iyi niyetle de olsa kötü sonuç veren bir müdahale daha gerçekleşmiş oldu.
Türkçe çevirinin yayımlanmasından sonra, meselenin arka planını iyi bilen bir dostumuz tefrika metinle basılı Ermenice kitap arasındaki farklılıklara –sansüre– dikkat çektiğinde, şaşırıp üzülsek de hayretlere düştüğümüz söylenemezdi. Çünkü bizler de dâhil olmak üzere Cumhuriyet tarihi boyunca kalem işleriyle uğraşan tüm Ermeniler için, söylenebileceklere ve söylenebileceklerin nasıl söyleneceğine dair sınırlar daima mevcuttu. Ancak zamanlar giderek değişmiş, Türkiye bir kez daha göreli –kahretsin, hep göreli!– bir özgürlük ortamına doğru yol almıştı ve hem bu yüzden hem de Biberyan’ın anısına saygı gereği, kitabın 2007’de yaptığımız Ermenice baskısında, tefrika edilen metni esas alarak romanı ilk kez eksiksiz yayımlamış olduk. Nihayet demeli sanırım.
Ama iş burada bitmiyor, bundan sonra yapılacak Türkçe baskının da bu metin temel alınarak eksiksiz bir biçimde gerçekleştirilmesi gerekiyordu. Bu yönde çalışıldı da, ancak bir tutukluk sonucu –yoksa lapsus mu demeli?– kitaptan çıkarılmış olan altı pasajdan sadece dördü Türkçe metne eklendi. Böylece, az önce alıntıladığım tek cümle ile kitabın sonunda yer alan ve romanın temel derdi açısından hayatî önem taşıyan aşağıdaki pasaj unutuldu. Türkçede 2013’te ve hâlâ Babam Aşkale’ye Gitmedi adıyla yapılan bu baskı, böylece tam metin olma fırsatını kaçırdı, ancak neyi kaçırdığının farkında değildi.
“Dün Varlık, bugün Kıbrıs, yarın başka bir şey. Ama mutlaka ‘başımıza patlayacak’ bir ‘felaket’. ‘Altından bir şeyler çıkacak’ bir şey. Onu rahatsız eden şuydu, […] Bütün o seneler boyunca Ermeni olmanın ne anlama geldiğini unutmuştu şüphesiz. Şimdi hatırlamaya ve ilk sarsıntıyı atlatır atlatmaz, bunun ne anlama geldiğini anlamaya başlıyordu. İstemeden, yine Ermeni kimliğine bürünüyordu. […] ‘Er-meni olmamanın’ daha iyi olduğunu fark ediyordu. Ama Ermeni olmamak imkânsızdı.
[…] Belki sorun tam da buradaydı, çok rahattılar ve bu kadar rahatlığa alışık değillerdi, bir felaketin yakınlığı daima günlerini kemiriyordu. Kazanıyorlardı, yiyorlardı, içiyorlardı, eğleniyorlardı ama sanki batan bir gemideymişler gibi bir acelecilik vardı bu yaşayışta. Her an bir şey bekliyorlardı. Bir karışıklık. Ve şimdi on sene öncesine göre daha çok korkuyorlardı. Çünkü hallerinden memnundular ve bir şeyin değişmesini istemiyorlardı.
“Alıştık Arus Hanım… Felaket…”
Felaket olmadan rahat değillerdi. Hayatlarının bir unsuru eksikti. Bir şey bekliyorlardı. Çünkü sonsuza dek felaketsiz, tekdüze bir hayatı hayal edemiyorlardı. On sene çoktu.”
IV
Bu “unutkanlığı”, suskunlaştırılmış, sessizleştirilmiş, bunu olağan hâl olarak kabullenmiş zihinlerin, bu alışkanlığı bozmak, bir şeylere meydan okumak, ses yükseltmek amacıyla hareket ederken dahi ne kadar zorlandığına, kabukları kırmanın ne büyük çaba gerektirdiğine dair bir örnek olarak mı kabul etmeli? Bir kere suskunlaşan, sesini kesmeyi kabul eden, aksi yönde davranmanın tehlike doğuracağını bilen ve bunu içselleştiren, artık konuşmaya karar verse bile sesi ilk anda kesik kesik çıkar. Karıncalar’ın susturulmuş bölümlerinin üzerindeki örtüyü kaldırırken editoryal hataya düşmekte, metni bir türlü ilk hâline getirip eksiksiz, olduğu gibi ortaya çıkarmayı beceremeyişimizdeki sakarlıkta, türlü bastırmışlıklarımızın etkisi var gibi geliyor bana. Felaket’in ve felaketlerin orada, hep yanı başımızda olduğuna dair bir korkunun, bizleri biçimlendiren ve en cesur hâlimizde bile işte kimi zaman böyle paralize eden o lanet korkunun.
2017’de, bu kez Zaven Biberyan’ın ilk romanı Meteliksiz Âşıklar’ı Türkçeye çevirdik ve Felaket ve Felaket’i anlatmanın imkânsızlığı üzerine çalışmalarıyla tanınan, bu literatürün gelişmesine büyük katkıda bulunan, Sabancı Üniversitesi’nin davetiyle İstanbul’a gelip bu meselede pek çoğumuzun ufkunu açan edebiyat profesörü Marc Nichanian’dan kitaba bir önsöz yazmasını istedik. Nichanian aynı zamanda, 1985’te, Paris’te yayımlanan Haraç gazetesinde Mrçünneru verçaluysı hakkında ilk eleştiriyi yazan ve romanın önemine dikkat çeken kişiydi. Meteliksiz Âşıklar’a yazdığı önsözde de, Biberyan’ın romanında Felaket’in etkilerini anlatırken Karıncalar’dan bir alıntı yaptı. Metnin Ermenicesinden yaptığı bu alıntıyı, eksiksiz yayımladığımızı sandığımız Türkçe 2013 baskısında bulup yazının içine yerleştirmek üzere kitabın sayfalarını çevirmeye başladığımızda, Nichanian’ın alıntıladığı pasajın metinde olmadığını gördük. Yoktu. Daha doğrusu Ermenicede vardı ama Türkçede yoktu. Türkiye’de değil Fransa’da doğup büyümüş ve Ermenice okuyan bir araştırmacının metnin anlamını kavramaya çalışırken birincil önem atfettiği bu bölüm, Türkçe okuyanlar için de, belli ki biz Türkiyeli Ermeniler için de hâlihazırda mevcut değildi.
Velhasıl, bu alıntıyı Ermenice metinden çevirerek ilk kez Meteliksiz Âşıklar için kaleme alınan önsözde yayımlamış olduk ve o günlerde yaptığımız yazı işleri toplantılarında da, bir dahaki Türkçe baskıyı, tefrika metinle Ermenice kitap metnini sıkı sıkıya karşılaştırarak yapmaya karar verdik. Sonuçta, bugün artık kitabevlerinde ulaşılabilir olan ve artık gerçekten eksiksiz olduğunu umduğumuz kitaba ulaştık. Bu baskıyı yaparken de, metni artık Varlık Vergisi ve Aşkale çerçevesiyle sınırlandırmanın doğru olmadığını, özellikle yeni eklenen pasajların yaptığı vurguların Karıncaların Günbatımı adının anlamını çok bariz bir şekilde ortaya çıkardığını düşünerek, romana özgün adını iade ettik. Bir yayıncılık vebali olarak, kitabın girişinde burada uzun uzadıya anlattığım süreci özetledik, sonunda da 2013 ve 2019 baskılarında metne eklediğimiz kısımları ayrıca listeledik.
Bütün bunları, salt editoryal beceriksizliğimize dair bir özeleştiri olsun diye anlatmadım –bunun gerekliliği aşikâr olsa da. Muradım, Felaket’in ve felaketlerin insana, hayata, kadına, erkeğe, aileye, topluma ne yaptığını anlamayı ve anlatmayı amaç edinen bir yazarın yaşam öyküsünün ve onun eserinin de aynı Felaket ve Felaket sonrası ortam tarafından şekillendiği ve onun suskunluğu parçalayarak anlatmaya cüret ettiklerinin de, kaçınılmaz olarak yine aynı Felaket sonrası ortam tarafından şekillendirilmiş bizler tarafından okunduğu ve algılandığı için, anlatının, hikâyenin ve hayatın bir noktadan sonra ister istemez yeniden kendi içine, kendini başka şekillerde de olsa tekrar etmek üzere döndüğü ve bu kısır döngünün Felaket’in sonuçlarını, yarasını, acısını, travmasını, bütün bunların anlatılamazlığını bir kez daha teyit etmekten başka gidecek yol bulamadığını söylemek.[1]
Yaşanan, yine bir günbatımı kısır döngüsüydü. Dilsizleşmiş Baret’e, sadece gözleyerek ve dinleyerek varolabilen, nihayetinde kaçıp giden Baret’e karşın, yazmaya, anlatmaya kalkışan, her şeye rağmen anlaşılacağına dair bir umut besleyen, gitmeyen, kaçmayan Biberyan’ın defalarca kez uğradığı yenilgi, ömrü boyunca neredeyse muhatapsız bir diyalogu sürdürmek zorunda kalması, arkası kesilmeyen karabasanlar öyle bir tekrar hâlini alıyordu ki, onun ölümünden, kitabının Türkçeye çevrilmesinden, yeni yeni baskılar yapmasından sonra bile ona asıl sözünü söyletecek cümleler, satırlar, paragraflar, sayfalar dilsizleştiriliyor, suskunlaştırılıyor, buhar olup uçuyor, üstelik bunun farkında bile olunmayabiliyordu.
Buradan bir çıkış var mı peki? Bilmiyorum. Cebimizde galiba sadece, Zaven Biberyan bir yazar olduğuna göre, yazmaktan başka bir çıkış yolu bulamadığına göre, onun dinlenmek, duyulmak, okunmak, anlaşılmak istediği bilgisi var. Sadece bir yazar olarak değil, bir insan olarak da. Onu anlamanın yolu da artık maalesef sadece eserini okumaktan geçiyor. Onunla, eseri yoluyla konuşmaktan, onu tartışmaktan. Bu noktada ise sadece bir insanı anlamak, ona karşı empati geliştirmek gibi etiğin mevzusu olabilecek bir yükümlülükten söz etmiyoruz. Edebî eserden, çok iyi yazılmış üç romandan, bu yılın sonlarına doğru Türkçesini basacağımız öykülerden ve önümüzdeki yıl Türkçeye çevrilecek 800 küsur sayfalık Fransızca bir otobiyografiden söz ediyoruz. Kuşkusuz daha başka koşullar altında yaşasaydı çok daha üretken olabilecek bir yazarın, her şeye rağmen göz ardı edilemeyecek mirasından.
Son söz yerine, yazıyı şöyle bağlamak isterim. Zaven Biberyan’a memleket romanı ve edebiyatı içinde bir yer açmalıyız. Şahsi kanaatim, bunun zirvelerde bir yerde olması gerektiği yönünde, en, en büyüklerin yanında. Ama büyüklük, cesamet çok da önemli değil, önemli olan bir yer olması. Belki Baret’in dönüp yerinde bulamadığı yuvayı telafi edecek bir yer. 2000 yılında, kitap fuarı için gittiğim Ankara’nın itibarlı kitabevlerinden birinde, onun Yalnızlar’ını “Dünya Edebiyatı” raflarında görmüş, burada kalmak için inatla ve ısrarla direnen, üstelik Yalnızlar’ı da Ermeniceden bir başkasına çevirtmeyen, kendisi Türkçe olarak yeniden yazan Biberyan’ın yabancı görülmesine kederlenmiştim. Biberyan bence de dünya çapında bir yazar, ancak onun önce kendi ülkesinin kitaplığında hak ettiği yeri alması gerekiyor. Dilerim Karıncaların Günbatımı buna vesile olur.
[1] Yazıyı okuttuğum arkadaşlarım, bu paragrafın metnin en kritik bölümü olduğunu, ancak son cümlenin çok uzun ve zor anlaşılır olduğunu, burayı yeniden ele almamın iyi olacağını söylediler. Çok haklılar. Ancak burayı açmaya, daha anlaşılır kılmaya, daha düzgün cümlelerle ifade etmeye çalışırsam bunu hem beceremeyeceğimden hem de derdimi daha da kötü anlatacağımdan korktuğum için, olduğu, ilk yazdığım gibi bıraktım. Buraya kadar okumaya sabrettiyseniz, neyi kastettiğimi iyi kötü anlarsınız diye umuyorum.
Yazar …
Başlık: Giden mi Pişman, Gitmeyen mi?
Yayın: Agos Gazetesi
Tarih 13.11.1998
Zaven Biberyan’ın “Babam Aşkale’ye Gitmedi” adlı 416 sayfalık romanı Aras’tan çıkan en hacimli kitap olma özelliğini taşıyor. Yazarın 1970’te “Jamanak” gazetesinde tefrika edilen “Mırçünneru Verçaluysı” (Karıncaların Günbatımı) adlı eserinin 1984’te, yazarın ölümünden kısa bir süre önce kitaplaştırılmış hali esas alınarak Türkçe’ye çevrilmiş. Sirvart Malhasyan’ın çevirisiyle Türkçe’ye kazandırılan kitap, bir tarih romanı olma özelliği taşıyor. Esere, okura kolaylık sağlamak amacıyla ayrıntılı bir “Açıklamalar” ve “Dizin” bölümü eklenmiş. Bu haliyle eser, edebi değerinin yanı sıra azınlıkların yaşamını kökten etkileyen Varlık Vergisi uygulamasının atmosferini son derece etkileyici bir biçimde okura hissettiriyor.
Sosyalist eğilimli, toplumcu ve gerçekçi yazar Biberyan, “Babam Aşkale’ye Gitmedi” adlı eserinde İkinci Dünya Savaşı yıllarında Nafia askerliği yapan genç Baret’in kişiliğinde bir dönem çekilen acılara ışık tutuyor.
En çetin şartlarda geçen üç buçuk yılın sonunda eve dönen Baret, bıraktığı dünyanın yerle bir olduğunu görür. Gayrimüslimlere uygulanan Varlık Vergisi’nin yüklü ve haksız faturasından payına düşeni alan Baret’in babası Diran, Aşkale’ye gitmemek için varını yoğunu elden çıkarmıştır. Annesi Arus ve ablası Hilda bu yaşlı ve hasta adamı hor görmekte ve bencil olarak nitelemektedirler. Kavgasız günün yaşanmadığı, bereket ve mutluluğun kalmadığı bu ev artık yuvası olmaktan çok uzaktır Baret için.
Bu zorlu günlerin kargaşasında yeni dönem zenginleri de türemiştir. Bunlardan biri de dayısı Suren’in ailesidir. Suren, yıllarca içine attığı tüm çekememezliğiyle karşılarındadır. Her şey tersine dönmüştür. Baret dünyayı tanıyamamaktadır artık. Her günü parasızlığın ezilmişliğiyle yaşamakta, herkes gibi babasını küçük görmenin, ona kızmanın vicdan azabıyla hesaplaşmaktadır. Babanın ölümü ise daha da dramatik değişimlere neden olacaktır.
Bir ailenin çöküşü ve Baret’in geçirdiği evrim ekseninde gelişen roman, azınlıkların zorlu bir dönemini Ermeni ve Rum kahramanların ağzından son derece inandırıcı bir biçimde veriyor. Kendisi de Akhisar’da Nafia askerliği yapmış olan Biberyan, insan zaaflarını ve siyasi kararların derinden sarstığı küçük insanların yaşamını olanca çarpıcılığıyla sunuyor. Zaven Biberyan’ın başyapıtı sayılan bu roman yazılışından 28 yıl sonra Türkçe’de okurlarla buluşuyor. Kaçırmamalı.
Yazar: Gül Dirican
Başlık: Zenginlerin Gökyüzü Yolu
Yayın: Radikal Gazetesi
Tarih 06.12.1998
Arapça bayındırlık işleri anlamında kullanılan Nafia, eskiden Türkiye’de Bayındırlık Bakanlığı’nın kısaltılmış hali olarak sıkça kullanılırmış. İkinci Dünya Savaşı sırasında ise bu sözcük yeni bir anlam kazanır; gayrimüslim vatandaşların büyük bir çoğunluğu, özel kahverengi bir üniformalarıyla diğer askerlerden ayrılırlar. Onlar, yol yapımı, taş kırma gibi işlerde çalıştırılacak olan Nafia askerleridir.
İkinci Dünya Savaşı başlayalı beş buçuk yıl olmuştur. Karneler dönemidir. Gayrimüslimler Varlık’tan çıkmış, gidenler Aşkale’den dönmüştür. Etrafta yeni parti söylentileri dolaşmaktadır. Zaven Biberyan’ın romanı Mırçünneru Verçaluysı (Karıncaların Günbatımı) ya da Türkçe baskısındaki adıyla ‘Babam Aşkale’ye Gitmedi’si, o günlerin İstanbul’unda başlıyor Kitabın kahramanı Baret de tıpkı yazar Zaven Biberyan gibi Nafia’da üçöbuçuk yıl askerlik yapar. Döndüğünde beklemediği bir İstanbul’la karşılaşır. Artık evleri Mühürdar’da değil, Kuşdili’ndedir. Kahverengi üniformayı çıkarınca ‘her şeyin eskisi gibi olmayacağı açıktır. Harbi Umumuyi Mütareke’yi yıllarca anlatan babasına, Nafia’da ‘neler çektiğinden tek kelime edemeyecektir, “Ekmek karnesi Baret’in dönüşünden daha önemli bir konudur.”
O yokken Varlık, ailesini çökertir. Bir babası Aşkale’ye gitmekten kurtulmuş ve vergisini ödeyebilmiştir. Baret için bu önemli bir tesellidir, ama annesi hiç böyle düşünmez. “Başkaları her şeyini vermedi. Aşkale’ye de gittiler, geldiler; şimdi öncekinden iyiler. Baban neyi var, neyi yoksa ilk günden verdi” der. Baret’in babası, Diran yeni duruma ayak uyduramayıp, sınıf düşer. Evin içindeki derin düşmanlığın hedefidir. O sindikçe, evin iki kadını anne Arus ve kızları Hilda’nın kini bilenir.
Zaven Biberyan’ın 1970 yılında Jamanak Gazetesi’nde tefrika edilen bu yap 1984’te yazarın ölümünden kısa bir süre önce ilk kez yayımlanmış. Aras Yayınları’ndan Sirvart Malhasyan’ın çevirisiyle ilk kez Türkçe’de çıktı. Biberyan 1921 doğumlu. 1941’de o da Nafia hizmetine verilmiş. Gittikleri Akhisar’da kendi gibi Nafia askeri olan Jamanak Gazetesi yöneticisi Ara Koçunyan’la tanışmış. Üç buçuk yıl süren askerlikten döndükten sonra çeşitli Ermeni gazetelerinde çalışmış. 1946 yılında yoğunlaşan baskılar dolayısıyla Beyrut’a yerleşen Biberyan 1953’te tekrar İstanbul’a dönmüş. Türkiye İşçi Partisi’nde faal görev yapan Biberyan, Ermeni edebiyatının önemli yazarları arasında yer alıyor. En önemli yapıtı olarak nitelenen Babam Aşkale’ye Gitmedi’ye ölümünden sonra Paris’te Eliz Kavukçu Ödülü verilmiş.
Kitap boyunca bıkmadan usanmadan evin içinde yapılan kavgalara, isterik feryatlara tanık oluyorsunuz. Küçük hesaplar, paranoyalar, sonsuz yaltaklanma, Baret’in daha da suskunlaşmasından ve vazgeçmesinden başka işe yaramıyor. Yetenekleri, bilgisi ve akraba yardımları sayesinde kolayca iş bulur ama hayatı normal gibi yaşamak için belki de artık çok geçtir. Ne inzivaya çekilmek, ne hırslanmak, tutunmak için yeterli olmaz. Çevresinde dönen yaşam utanç verici bir rezilliktir sadece. Kendini görünmez kılmak için kıyasıya çabalar ama hep kontrol altında olduğunu, kendi düzenlerinin bir parçası olması için gizli yardımlar yapıldığını fark eder. Baret dibe vurmanın da uzun bir süreç olduğunu anlar.
Biberyan kitapta “Gökyüzü Yolu”ndan bahseder; “Kadıköy Mühürdardan Marmara Denizi’ne bakıldığında, denizin bitip göğün başladığı, göğe giriş yapılıyor gibi gözüken ufuk çizgisinin” adıdır. Ancak dönemin zenginlerinin oturduğu Mühürdar’dan görünebilen bu yol Baret’in geçmişinde vardır, şimdi yoksullaşsa bile çevresindekiler nereden geldiğini bilirler.
Biberyan’ın bu eseri bir terk etmenin öyküsü olarak olağanüstü. Hiçbir süslü paragraf, hiçbir duygunun geniş tasviri yok. Yalın anlatımıyla boğuntuyu derinleştiriyor. Babam Aşkale’ye Gitmedi, İkinci Dünya Savaşı ortamıyla başlayıp yaklaşan Kıbrıs Sorunu ile son buluyor. Baret’in annesi kâbuslar görüp, her şeyi saklamaya başlar, “Kıbrıs Sorunu’nun onların da başına patlayacağını düşünür. Çünkü henüz bilinmese de 6–7 Eylül kapıdadır. Biberyan’ın anlatımı biraz Nahit Sırrı Örik’e benziyor. Belki de ikisinin de tefrika geçmişleri beni yanıltıyor. İkisinin de romanlarındaki mutsuz ve histerik insanları, çıkarcılık bilgisini aktarışları onları birbirlerine çok yaklaştırıyor. Babam Aşkale’ye Gitmedi yabana atılmayacak kitaplardan biri. Hiçbir abartıya gitmeden, alabildiğine eleştirel, yutulması kolay olmayan bir lokma ve bir o kadar da geç bir buluşma.
Yazar: Oşin Çilingir
Başlık: Karıncaların Günbatımı
Yayın: Agos Gazetesi
Tarih 18.12.1998
Yaklaşık iki yıl önce Çilingir Sofrası’nda yayınlanan ‘Alternatif bir fabl’ başlıklı yazımda, La Fontaine’in, mesajını oldum olası pek insafsızca bulduğum ünlü ‘Karınca ile Ağustosböceği’ adlı fablını değiştirmiş, öyküye insani bir boyut katmaya çalışmıştım. Çünkü karıncanın ağustosböceğini açlığa mahkum eden tutumunda, daha da önemlisi bu tutumun dayandığı yaşam felsefesinde hep bir kuruluk, acımasızlık ve duygusuzluk bulmuşumdur. İşin ilginç yanı, La Fontaine’in öyküsüne müdahale fikrini evde eşim ve kızım geliştirmiş, bana yalnızca öyküyü yazmak kalmıştı.
Ailece geliştirdiğimiz fablda karınca ile ağustosböceğine değişik bir öykü uydurmuş, son sözü de ağustosböceğine vermiştik: “Ne yalnızca şarkı söyleyerek yaşanabilir ne de yalnızca çalışarak. Evet çocuklar, en güzeli hem şarkı söylemek hem de çalışmak!” Bu fablımızla hiç kuşkusuz alternatif bir yaşam felsefesini de dile getirmiş oluyorduk.
Zaven Biberyan’ın ‘Babam Aşkale’ye Gitmedi” adlı romanının ana fikri karınca ile ağustosböceğine dair alternatif fablımızın ana fikriyle büyük ölçüde örtüşmektedir. Bu nedenle de romanı büyük keyifle ve bir solukta okudum. İşin ilginç yanı, romanın özgün adının ‘Karıncaların Günbatımı’ oluşudur. Övgüye değer bir titizlikle Türkçe’ye çevrilen ve özenle yayına hazırlanan roman için, özgün adı dururken neden yeni bir ad arayışına girilmiş olduğunu doğrusu anlayamadım. Biberyan’ın, romanına en uygun adı bulduğuna inanıyorum. Çünkü çok yönlü fikri çatısına karşın, romanın derinden derine işlediği ana fikir, karıncaların dünyasına öykünen her türden yaşam biçimini ve felsefesini kökten eleştirmesidir.
Romanın kahramanı Baret, olağanüstü duyarlı ve tedirgin bir insandır. Yaşamı sorgulamakta, kendisiyle sürekli hesaplaşmakta, var oluşuna felsefi bir temel aramaktadır. Romanı okurken Baret’in karakter yapısında yer yer Dostoyevski, yer yer Albert Camus, yer yer Zola ve yer yer de Maupassant’ın kahramanlarının çizgilerini görür gibi oldum. Baret sanki bütün bu yazarların karakter çizgilerinin bileşkesi gibi. Ama biz bu bileşkede esas olarak ‘tedirgin bir ruh’a tanık oluyoruz.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında, tam üç buçuk yıl askerlik yapan Baret terhis olur olmaz İstanbul’a, evine döner.
Roman, Baret’in İstanbul’a gelişinin ilk gününden başlar. Nafia’da geçen üç buçuk yıl Baret’in zaten tedirgin olan ruhunda derin izler bırakmıştır.
Kahramanımızı bunalımlı günler beklemektedir. İkinci Dünya Savaşı ve Varlık Vergisi’ni yaşayan tüm ailelerde gözlenen sosyal çöküntü, onun ailesini de vurmuştur. Bu ‘taş yıllar’da çok şeyler değişmiş, insanların maddi ve manevi dünyaları tam anlamıyla altüst olmuştur. Bu altüstlüğü hiç kuşkusuz tüm Türkiye yaşamıştır ama Varlık Vergisi gibi genellikle azınlıklara özgü uygulamalar, Ermeni cemaatinde bir deprem etkisi yaratmış, sosyal statülerde köklü değişim ve dönüşümlere neden olmuştur. Bu değişimin adı mutlak anlamda yoksullaşmadır. İnsanlar yılların birikimini bir günde yitirmiş, güne zengin başlayanlar akşam iki çula muhtaç hale gelmişlerdir. Ellerinde avuçlarında ne varsa tümünü vermelerine karşın, biçilen vergiyi yine de denkleştiremedikleri için Aşkale’ye, sürgünde taş kırmaya gönderilmişlerdir. Varlık Vergisi ve savaş yıllarının Ermeni cemaatinde neden olduğu yıkım, kendini asıl manevi alanda gösterir. Maddi açıdan yaşanan yoksulluk kısa zamanda aşılır ama bu yoksulluğun neden olduğu manevi bunalım, aile bireylerinde ve onların birbirleriyle ilişkilerinde derin çatlaklar, onarılmaz kırgınlık1ar yaratır. Baret, üç buçuk yıl sonra eve ilk adım atışında sosyal depremin yol açtığı maddi ve manevi yıkımı bütün benliğiyle duyumsar. Babası Aşkale ‘ye gitmemiştir ama her şeyini yitirmiştir. Ne var ki Baret’i asıl etkileyen, anne, baba ve ablasında gözlediği yabancılaşma ve ruhsal çöküntüdür. Aile bireyleri arasında yaşana gelen saygı ve dayanışma, yerini hırçın ve birbirini tüketen ilişkilere bırakmıştır. Baret’in annesi Arus ile ablası Hilda, sonu gelmez serzenişleriyle baba Diran’ı yıpratmakta, ailenin yoksullaşmasından onu sorumlu tutmaktadırlar. Karakter yapısı bakımından Diran’a benzeyen Baret, babasını sürekli imalarla yiyip bitiren anne ve ablasına içten içe kızmaktadır. Baret tümüyle içine kapanır, ailesiyle ilişkilerini asgariye indirir, onlarla konuşmaktan kaçınır, evde durmak istemez ve her fırsatta kendini sokağa atar. Bitip tükenmez bir sorgulamayı sürdürerek yaşamını irdeler. Aslında o geçmişte kalan ve bir daha geri gelmesi mümkün olmayan yitik cennetini aramaktadır. Bu arayış, onu daha da mutsuz kılar.
Baret, mutsuz günlerinden birinde gittiği sinemada gençlik aşkı Alis’le karşılaşınca aradığı cennetin öyle pek de uzakta olmadığını anımsar. Nostaljiyi bu denli yakınında duyumsamak Baret’i hem şaşırtır hem de derinden etkiler.
Biberyan, romanının en çarpıcı ve usta işi betimlemelerinden birini, sinema fuayesinde geçmişini sorgulayan Baret’in düşüncelerinde yansıtır: “Savaş öncesine ait her şey uzaktı. 1940 keskin bir çizgiyle ayrılmıştı. Beş yıl geçmişti, ancak bu beş yıl beş gün gibiydi. Beş yıl öncesi ve beş gün öncesinin hiçbir farkı yoktu. 1940’dan geriye doğru gittiğinde bir adım, bin adım oluyordu. Sanki birden bir sisin içine düşüyordu. Savaştan önceki beş yıl, beş asırdı. Masal gibi. Gerçek dışı, fakat berrak. Hatta ‘büyüme’ çağında onca şey yaşadığı bu sinemada da öyleydi. Müzikler, isimler, olaylar, aşklar, sevgililer, gerçeklerden daha büyük, gerçeklerden daha güçlü. Artık sadece bir idealin anısı. İmkansız bir idealin.”
Baret evrensel bir dramı yaşar. Onun aradığı belki de yaşamını anlamlı kılacak yeni bir koordinat sistemidir. Yaşamın karşısındaki duruşunu tanımlamak, bir sıfır başlangıcına göre yeni bir apsis ve ordinat belirlemek ister. Bu salt Baret’in değil, İkinci Dünya Savaşı’nın acısını yakından yaşamış tüm aydınların, dahası tüm insanlığın dramıdır. Biberyan’ın ustalığı, özgül bir yaşam deneyinde, evrensel bir insanlık durumunu yakalayabilmesi yani Baret’in kişiliğinde bir büyük savaşın acısını yaşamış olan insanlığın dramını dile getirmesidir. Baret’in, var oluşunu anlamlı kılacak yeni bir yaşam felsefesi arayışına yakın çevresinden bi’tek amcası Dırtad duyarlılık gösterir. Dırtad, ‘karıncalar’ı ve onların salt ‘iş’ten ibaret saçma ve mutsuz dünyalarını terk etmiş, kendi kabuğuna çekilerek Büyükada’da ailesinden kalan evde tek başına yaşamayı seçmiştir. Günlerini balık tutarak geçirir. Ona eşlik eden iki can dostu köpeği Lulu ile topal martısı Quasimodo’dur. (Sait Faik’in, Ermeni bir balıkçıyla topal martının dostluğunu dile getiren o ölümsüz öyküsü sanki Dırtad’la Quasimodo’yu anlatır gibidir.)
Baret, ailede yalnızca Dırtad’ı sevmekte, onu kendine yakın bulmaktadır. Dırtad’ın yaşam felsefesi Baret’i etkilemektedir. Bu felsefe baştan aşağı ‘aykırı’dır. Sadece o günkü Ermeni cemaatinin yaygın değer yargılarına değil, ama aynı zamanda evrensel değerlere de ‘aykırı’dır. Biberyan, Dırtad’ın kişiliğinde bir kez daha özgül bir kişilikten yola çıkarak evrensel bir insanlık sorunsalını gündeme getirerek tartışmaya açmaktadır.
Dırtad, Baret’le diyalogunda ‘aykırı’ fikirlerini birbiri peşi sıra dile getirir. Biz bu düşüncelerde aynı zamanda toplumsal değer yargılarına yöneltilmiş köklü bir eleştiriye tanık oluruz:
“Bizim toplum filozofları sevmez, karıncaları sever (…) intense (yoğun) yaşamayı açıklamak için Ermenice bir kelime bulamıyorum. Belki biz Ermeniler intense yaşamayı bilmiyoruz da ondan. Belki de dünyanın en karınca milletiyiz (…) Karııcaları hep mükemmel örnek diye gösteriyorlar… İnsanı karıncaya dönüştürmek istiyorlar. Başarıyorlar da. Tüm sevimsiz ve çirkin şeyleri insanların tapacağı, hayranlık duyacağı araçlara dönüştürmekte çok ustayız. Ben karıncadan nefret ediyorum. Hayatını boyunca ne karınca olmak istedim, ne de olabildim. Çalış, çabala, taşı, depola, kışın ye, sonra yeniden çalış çabala, taşı, depola. Koca bir hayat. Sonra da öl… Piramitler yap, şehirler kur, biinalar, fabrikalar, makineler, sanayi, uygarlık. Bütün bunlara hizmet et. Koca bir hayat. Sonra da öl… Kim için? Ne için?”
Baret, amcası Dırtad’ı kendine ne kadar yakın buluyorsa, dayısı Suren’i aynı oranda uzak bulmaktadır. Dırtad’ın olumsuzladığı yaşam tarzı, Suren’in yaşam felsefesiyle tıpatıp örtüşmektedir. Dırtad, içinde yaşadığı düzenin ve cemaatin yaygın değer yargılarına göre bir ‘haybe hâsıl’ yani bir ‘serseri’, Suren ise ‘muteber’ bir insandır. Cemaat, Suren ve onun gibileri onaylamakta, baş tacı etmektedir.
Biberyan, Suren tiplemesinde de gerçekçidir. Suren, Dırtad’ın nefret ettiği ‘karınca’lardan biri, daha doğrusu bir ‘karıncabaşı’dır. Yaşamı, salt ‘iş’ten ibarettir. Varlık Vergisi’nin yol açtığı yıkımdan ‘arkadaş hakkı’ yiyerek kısa zamanda sıyrılmayı bilmiş, İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı ‘fırsat’lardan yararlanarak hızla büyümüş, zenginleşmiştir.
Suren aynı zamanda bir ‘amira’dır. Ermeni cemaatini yöneten ve yönlendiren bir avuç insandan biridir. Cemaat içindeki duruşu ve edindiği ayrıcalığı ‘para’ya tahvil etmekte olağanüstü beceri gösterir. Suren, Varlık Vergisi’yle tarihte ikinci kez kırılan, ancak yeniden yükselişe geçmesini bilen Ermeni burjuvazisini temsil etmektedir. Ne var ki, bu burjuvazi köksüz ve kültürsüzdür! Bu yozluğu Baret’le diyalogunda açıkça görüyoruz.
“Ha, yine okuyor musun? Artık bırak okumayı da biraz işe bak (…) Bak, babanın durumu iyi değil. Çok okumuştur, çok şey bilir. Neye yaradı? İşadamı olamadı (…) Bu işler kitap okumakla, gezmekle, para yemekle olmaz oğlum (…) Sen de okudun ne oldu? Bak, iş arıyorsun? Ne yapabilirsin? Hiç! (…) Paran yoksa hiçbir şeyin yoktur (…) Dünyada her şey parayla olur. Her şeyin babası para. Önce para…”
Suren’in yaşam felsefesi günümüzde farklı renklerle sürmekte, ama Surenlerin toplumsal işlevleri ve yaşam tarzları özü bakımından aynı kalmaktadır. Bu öz, La Fontaine’in ‘iş’ten başka bir şey düşünmeyen acımasız ve duygusuz karıncasının dünyasından başka bir şey değildir.
Suren’in kişiliğinde temsil edilen ‘amira’lar ile cemaati ta Osmanlı İmparatorluğu döneminden beri temsil edegelen kilise arasındaki ilişki, tarihin her döneminde hep aynı tarzda işlemiştir. Amiralar kiliseyi, kilise de amiraları beslemiştir. Bu geleneksel işleyiş, boyutu değişse de günümüzde de sürmektedir.
Biberyan, amira-kilise ilişkisine dair 1950’li yıllardan bir kesiti, romanının ikincil kahramanlarından yaşlı Aznif Hanım’a betimletir: “Bizim toplum, formasyon sahibi politikacılardan hoşlanmamıştır. Onun için de bizim milletin işleri hep bakkal hesabıyla yürümüştür (…) Bir zamanlar, bir kiliseden yola çıkar, milletin omuzlarına basarak yükselir, saray adamı olur, zengin olurlardı. Şimdi, yine bir kiliseden yola çıkıp toplumun omuzlarına basarak parti adamı olup para diziyorlar. Her türlü pislikleri de yüz karası olarak gelip millete yapışıyor tabii; ama bu milletin aynaya bakma alışkanlığı yoktur.”
Baret’in uzun süren işsizlik dönemi, Dırtad’ın ona bulduğu işle noktalanır. Bu iş, onun askerlik sonrası yaşamının ikinci durağıdır. Ne var ki ilk durakta, evinde tanık olduğu huzursuzluğu bu durakta da yaşar. Yeni bir yaşam ortamına girer ama ruhundaki tedirginlik dinmek bilmez. Yeni bir çevre, yeni yüzler, yeni profiller, hiçbiri ama hiçbiri onu yaşadığı derin bunalımdan kurtaramaz. Mösyö Baltacı, Jermen Hanım, Vincent, Necla Hanım, Mösyö Kazal ve içten içe sıcaklık duyduğu Tonietta, kısacası yakın ilişkide bulunduğu iş arkadaşları, tıpkı sinema perdesine yansıyan ve sonra da yitip giden birer sanal görüntüden öteye geçmez. Baret’in duyumsadığı huzursuzluk artık ikilenmiş, evdeki huzursuzluğuna yenisi, işyerindeki huzursuzluk da eklenmiştir.
Baret gün geçtikçe yalnızlaşır. Zaten düşük yoğunluklu olan yaşama sevinci, yerini yaşamın anlamsızlığına dair derin sıkıntılara bırakır. Amcası Dırtad’ın yalnızlığına öykünür. Dırtad’ın yaşam karşısındaki radikal duruşu, onu etkilemektedir. Ne var ki Baret onun kadar güçlü değildir. Dırtad, yalnızlığı yine yalnızlıkla aşmasını bilmiş, kalabalıklardan kaçarak inzivaya çekilmiş, yapayalnız bir yaşamı seçmiştir: “Esas yalnızlık, insanların arasındayken hissettiğindir. Ben, biraz da bu yalnızlıktan kaçtım. Yapayalnız yaşayarak bu yalnızlıktan kurtuldum. Yapayalnız olduğun zaman ancak kendinle baş başa kalır, her bakımdan kendinle arkadaş olursun. Ve dünyadaki her şey canlanır, seninle beraber yaşar, sen de her şeyin yaşadığını intense şekilde hissedersin, görürsün; ayağının altındaki taştan denizdeki kuşa, kırdaki böceğe, bahçendeki ota varıncaya kadar.”
Baret, salt yalnızlaşmakla kalmaz, kendinden de kaçmaya başlar. Çevresindeki herkese, başta annesi, babası ve ablası olmak üzere ilişkide olduğu tüm insanlara yabancılaşmıştır. Bu kaçış boşunadır. Bugüne dek hiç kimse kendinden kaçamamıştır. Giderek kendi olmaktan çıkan Baret, bambaşka bir kimliğe bürünür.
Baret’in dramı, artık belirli bir ülkede, belirli bir zaman diliminde yaşayan, belirli bir cemaatin üyesi bir bireyin kendine özgü dramı olmaktan çıkar, tümüyle evrenselleşir. Biberyan’ın ustalığı, işte bu evrenseli yakalayabilmesi, Baret’in kişiliğinde 20.yy aydınının bunalımını yansıtabilmesidir.
Baret’in dünyasında ne ‘yarın’ ne de ‘yarına umut’ vardır. Geçmişe özlem duyar, çünkü mutluluk esintisi bi’tek çocukluk günlerinden gelmektedir. Bunaldığı anlarda geçmişine sığınır. Onun en önemli gerçekliği, ‘yaşadığı an’ın sıkıntısını duyumsamadaki olağanüstü duyarlılığıdır. ‘Yaşadığı an’ı yarınlar için feda etmez, ama bu anı doyasıya yaşamasını da bilmez. Amcası Dırtad’dan ilk duyduğunda çarpıldığı ve pek sevdiği ironik yaşam anlayışı bile onun için anlamını yitirmiştir:
“Geleceği düşünen adamsan, ne yaparsın? Yarın için çalışırsın; yani bugünü yaşamaktan vazgeçersin. Bugünü yarına feda edersin. Yarın bugün olur, yarını da öteki gün için feda edersin. Böyle uzar gider bu zincir. Öbür günler gelip geçer, sen hala hayali bir yarın için bugünlerini feda edersin. Ulan hayatta bundan daha aptalca bir şey var mı?”
Baret babasının ölümüyle yıkılır. Bu olay, onu annesi ve ablasıyla ilişkilerinde yeni bir dönemin eşiğine getirir. Zaten zayıflamış olan aile bağı iyice incelir. Baret asıl kahredici gerçeği, babasının ‘gelir-gider’ini günü gününe tuttuğu defterleri bulduğunda öğrenir. Bu defterler, birer hesap-kitap defteri olmaktan çok babasının çektiği acıların bir envanteri gibidir.
Baret, bu envanterde babasının bir kalp hastası olduğunu, ilaç alacak parayı bulmakta zorlandığını, yaşamının son döneminde ise artık ilaç için gerekli parayı sağlayamadığını öğrenir. Bu gerçek, bardağı taşıran son damla olur ve Baret, içten içe babasının ölümünden sorumlu tutuğu anne ve ablasını terk eder.
Baba Diran’ın cenaze töreni ‘görkemli’ olur. Biberyan, cenaze törenini betimlediği bölümde ustalığının doruklarında gezinir. Acının unutulduğu, ritüel ve gösterişin öne çıktığı, ölümde dahi sınıfsal gerçekliğin hüküm sürdüğü töreni dile getiren Biberyan, cenaze törenlerinde yaşanan ikiyüzlülüğü yansıtır. Bunu nutuk atarcasına değil, ustaca kurguladığı diyaloglarla gerçekleştirir:
“- Çok görkemli bir cenaze töreniydi, öyle değil mi?
— Evet güzeldi!
— O ne kalabalıktı! Bu kadarını beklemiyordum!
— Suren’in yaptığı unutulacak gibi değil. O olmasaydı rezil olacaktık. Biz ne yapabilirdik ki, kim bilir ne pahalıdır her şey! Tabut… Tabuta dikkat ettin mi? Harika bir tabuttu. Nur içinde yatsın. Hiç olmazsa şanına layık bir cenaze töreni oldu… ”
Baba evini terk eden Baret, artık geri dönülmez bir çözülme sürecine girmiştir. Yeni bir yaşama çevresi arar ve bulmakta da gecikmez. Nafia’dan arkadaşları olan Çamur ve Haybeden’in hiç de sevimli olmayan dünyasına girer. Bu dünya özü bakımından lumpen bir dünyadır. Baret, sığındığı bu dünyaya da yabancıdır.
Yeni bir işe girmiştir ve sıradan bir işçidir. Atölyenin sahibi Keçeli kurnaz, para canlısı, girişimci bir Ermeni’dir. Kısa zamanda zengin olmuştur. O, bir amira olan Suren gibi büyük oynamayı yeğlemez. Politika ve cemaat işlerine uzak durur. Biberyan, Baret’in öyküsünü yeni işinde izlerken işçi dünyasına da eğilmeyi ihmal etmez. İş arkadaşı Mustafa hak arayışında duyarlı ve ataktır. Ne var ki örgütlü direnmeden çok başına buyruk bir asidir. Biberyan etnik ya da ulusal kimliklerin kapitalist üretim ilişkilerinde hiç de önemli olmadığını, bir kapitalistle bir işçinin ilişkisinin özü bakımından
emek-sermaye zıtlığınca biçimlendiğini, ulusal rengin bu ilişkide olsa olsa bir yanılsama kaynağı olduğunu simgesel bir anlatımla dile getirir.
Keçeli için Mustafa, İhsan ve Şükrü neyse Baret de odur: Artık değer yaratan bir işçi! Ulusal renkler ve değerler yani Baret’in bir Ermeni oluşu Keçeli için artı bir özellik değildir. Emek-sermaye çelişkisinin evrenselliği, bir yerel değer olan ulusallığı aşmaktadır.
Baba evini terk ettikten sonra yerleştiği Rum evinde Baret’in yaşamı yeni bir mecraya girer. Kader onu bu evde bir başka dramla yüz yüze getirecektir. Yatalak annesiyle yaşayan Lula, kiracısı Baret’e en çok gereksindiği zenginliği, sevgi ve şefkati sunar. Aslında Lula, sevgi ve şefkatin de ötesinde Baret için saflığın simgesidir.
Yaşamdan kopma noktasına geldiği bir anda Baret’in Lula gibi bir insanla karşılaşmış olması büyük bir şanstır. Ne var ki Baret yaşamın önüne serdiği mucizenin, saflık simgesi Lula’daki özverinin ayrımına varamaz. Lula’yı bunalımlı günlerinde geçici olarak sığınacağı bir liman gibi görür.
Baret’le karşılaşıncaya kadar Lula, küçücük dünyasına sıkışmış kalmıştır. Baret’de daha geniş dünyalara açılabilmenin, bir küçük dereyken büyük ırmaklara, oradan da denizlere dökülebilmenin umudunu yaşar. Baret’e sevdalanır ve ilk cinsel ilişkisini onunla yaşar. Biberyan için Baret’le Lula’nın ilişkisi, iki ‘masum’un ilişkisidir. Bu yüzden dram, yerini trajediye bırakır. İki masumdan birinin yaşamdan çekilmesi kaçınılmaz olur ve Lula, Baret’in onu terk ettiğine inanarak kocakarı ilaçlarıyla çocuğunu düşürmeye çalışırken ölür. Baret, Lula’nın ölümünden kendini sorumlu tutar. Yıkılır. Tophaneli Mastori’nin batakhanesine sığınır ve kurtuluşu uyuşturucuların sanal dünyasına sığınmakta bulur. Baret’in Lula’nın ölümünü ilk öğrendiği gün yaşadığı ‘halüsinasyon’, Biberyan’ın insan ruhunun derinliklerinde gezinebilme ve bu derinliklerde olup biteni betimleyebilmesindeki ustalığı göstermektedir. Biz bu ‘gerçeküstücü’ satırlarda Baret karakterini bütün gerçekliğiyle bir kez daha tanışmaktayız.
Baret bu halüsinasyonda denizde sırtüstü yüzen annesi Arus’un askıları gevşemiş yün mayosundan ikide bir dışarı fırlayan göğüslerini görür:
“Baret uzanıp onları avuçlarına aldı. ‘Lula’ diye bağırdı. ‘Lula sen misin?’ Sırtüstü yüzen Lula’ydı. ‘Ne zaman çıktın morgdan?’ Göğüslerin taş gibi sert ve soğuk olduğunu hissetti. ‘Orospu!’ ‘Evet, anana mı?’ ‘Evet… Hayır, Lula’ya… Orospu!’ ‘Anana mı?.’ ‘Evet… Hayır, Lula’ya’ ‘Lula öldü, sen öldürdün!’ ‘Ben öldürmedim’ ‘Anam öldürdün!’ ‘Ben öldürmedim…’ ‘Öldürdün!’ ‘Hayır, yalan!”
Biberyan, romanının son bölümünde ‘zaman’ atlar. Biz kahramanımızın atlanan bu zaman aralığında neler yaptığını, hangi ruh hallerinden geçtiğini öğrenemeyiz. Baret uzun yıllar sonra kurtulmak için sığındığı Anadolu’dan geri döner. Annesinin son günlerine tanık olan Baret durulmuş, tedirgin ruhu uslanmış, yaşamı sorgulama gücünü yitirmiştir. Baret’in iç dünyası sanki her şeyi yerle bir eden bir kasırga sonrasının dinginliğini andırır. Biz bu dinginlikte, Baret’in yaşarken öldüğünü duyumsarız. Sanki Baret bir başka ‘uzay-zaman’da, bir başka ruh dünyasında yaşamaktadır. Okur, Baret’ini yitirmiştir.
Romanın olay örgüsü -bazı önemsiz kopukluklara karşın- sağlam örülmüştür. Olayların ve karakterlerin zaman içindeki gelişmesinde okuru gerçeklik duygusundan uzaklaştıracak önemli bir olaya ya da aykırı bir karakter özelliğine yer verilmemiştir. Romanı değerli kılan başat özelliklerinden biri, Biberyan’ın çok ustaca yarattığı Baret karakteridir. Tedirgin bir ruh yapısına sahip olan bu karakter, kişiliğinde farklı ve çelişik eğilimleri barındırmaktadır. Bunun için de okur, Baret’i yüzeysel değil ruh derinliğiyle tanır. Ne var ki Baret salt bir karakter değil, aynı zamanda bir ‘tip’tir. Okur, Baret’in her konuşmasında ve her davranışında onun hem iç dünyasını yakından tanır, hem de onu toplumsal sistemde yerli yerine oturtur. Bir ‘tip’ olarak Baret, bireysel ya da benzersiz değil, geneldir. İkinci Dünya Savaşı’nı doğrudan ya da dolaylı yaşamış aydınların ortak özelliklerini kendinde toplamıştır. Biberyan romanını üçüncü tekil kişinin ağzından yazmış olmasına karşın, okur, çoğu kez romandaki bakış açısının değiştiğini bile duyumsamadan doğrudan yazarla karşı karşıya kalmaktadır. Bu, özellikle iç monolog tekniğinin kullanıldığı Baret’in kendi kendini sorguladığı bölümlerde açıkça görülmektedir.
Biberyan, anlattığı öykünün, olay örgüsünün ve yarattığı karakterlerin sorumluluğunun bilincindedir. Bunun için de hep işin içinde, baştan sona romanının hemen her satırında ve her sözcüğündedir. Başka bir deyişle yazar romanının hem nesnesi, hem de öznesidir. Çoğu kez biz Baret’in kişiliğinde sanki Biberyan’ı yaşar gibi oluruz. Bu öznelliğe karşın romandaki nesnel gerçekçi hava genel olarak korunmuştur.
Biberyan yaşamın yalnızca kendisiyle değil, anlamıyla da ilgilidir. Bunun için de olay örgüsünün arka planında içten içe işlenen derinlikli bir dünyaya tanık oluruz. Bu dünyada biz yaşamın olgusal karakterini değil, doğrudan doğruya anlamının sorgulandığını görürüz. Öyle ki, bu sorgulama zaman zaman arka plandan öne çıkar ve tüm çıplaklığıyla kendini ortaya koyar: “Babamın babası yaptırdı bu evi. Kendisi toprak oldu, babam toprak oldu, amcam toprak oldu. Bu toprakla, bu taşla yaptılar. Yıkılırsa yıkılsın. O da yeniden taş olsun, toprak olsun. Böyle kalsın, yıkılsın. Ama yıkılmayacak. Kalacak, dünyanın sonuna kadar kalacak. Bin sene sonra da buraya gelen, temellerini görecek, bak, burada bir ev varmış, insanlar yaşamış, diyecek. Duvarın içinde baca deliğini görecek, büyükannemin yaktığı odunun isini parmaklarıyla silecek. Bu bir piramit değil, bir karınca yuvası!”
Yazar: Emin Karaca
Başlık: Babanız Aşkale’ye Gitse de, Gitmese de…
Yayın: Radikal Gazetesi
Tarih 12.01.1999
Ülkemizdeki Ermeni edebiyatını yakından tanımamızı sağlayan bir yayınevi var: Aras Yayıncılık. Mıgırdiç Margosyan’ın öyküleriyle yayıma başlayan Aras Hagop Mintzuri’nin, Kirkor Ceyhan’ın, Hamasdeğ’in, Antan Özer’in, Yervant Gobelyan’ın öykü kitaplarından sonra, şimdi de Zaven Biberyan’ın bir romanıyla karşımızda: ‘Babam Aşkale’ye Gitmedi.’
Geçtiğimiz yılın Ekiminde 75’inci yılı büyük bir coşkuyla kutlanan Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde kimi olumsuzlukların da bulunduğundan kamuoyu pek haberdar edilmez. Bunlardan birisi, Tek Parti Diktatörlüğü’nün 40’lı yılların başında ülkedeki azınılıkları, yani Yahudileri, Rumları, Ermenileri yükümlü kıldığı Varlık Vergisi uygulamasıydı. 4305 sayılı Varlık Vergisi Kanunu, 12.11.1942 TBMM’de kabul edilerek yürürlüğe girmişti.
Dönem, ‘Milli Şef’ İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanı, Şükrü Saraçoğlu’nun başbakan, Fuat Ağralı’nın maliye bakanı olduğu Tek Parti Diktatörlüğü dönemiydi. İkinci Dünya Savaşı dışarıda var gücüyle sürmekte, Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizm, Alman Nazi ordularıyla Volga boylarında ölümüne vuruşmaktaydı. Türkiye Cumhuriyeti’nin Tek Parti Diktatörlüğü, imzaladığı ticaret anlaşmasına dayanarak Nazi Almanya’sına gizli-açık, silahlar için gerekli hammadde satmaktaydı. Ülkede yoksulluk diz boyuydu, kıtlık baş göstermiş ve ekmek karneye bağlanmıştı.
Varlık Vergisi uygulaması başlamıştı, tespit edilen rakamı ödeyemeyen Yahudi, Ermeni ve Rum işadamları Erzurum’un Aşkale kasabasında zorunlu çalışmaya tabi tutuluyorlardı.
Zaven Biberyan’ın romanının kahramanı Baret’in babası Diran da Varlık Vergisi mükellefi olarak, tespit edilen verginin tamamını ödeyince dımdızlak kalmış, neredeyse yiyecek ekmeğe muhtaç hale düşmüştür. O yıllarda azınlıklara mensup (gayrimüslim) vatandaşların bir bölümü demiryolu ve havaalanı yapımı işlerinde çalıştırılırken, büyük çoğunluğu da yol yapımı, taş kırma gibi işlerde çalıştırılmak üzere, özel kahverengi elbiseler giydirilip Nafia (Bayındırlık İşleri Bakanlığı) emrine verildiğinden oğul Baret de Akhisar’da ‘Nafia askeri’dir. Nafia askerliğinden üç buçuk yıl sonra Baret, varını yoğunu Türkiye Cumhuriyeti maliyesine Varlık Vergisi olarak veren babasının bitmişliğini, aile yuvasının perişanlığını görür. Babasının ölümü üzerine evi terk eden Baret’in, Pera dolaylarında çeşitli işlere girip çıkarak, pansiyonlarda çok sefil şartlarda yaşayışını okuruz Zaven Biberyan’ın kaleminden…
İkinci Dünya Savaşı yıllarında ve hemen sonrasında Ermeni cemaatinden bir ailenin ve oğulları Baret’in başından geçenlerin hikâyesi bana oldukça ilginç geldi. Varlık Vergisi’ni ödeyememek yüzünden Aşkale’ye sürülen babaların dertleri ve ıstırapları bir yana Zaven Biberyan romanında, Varlık Vergisi’ni ödeyip de Aşkale’ye gitmekten kurtulan bir babanın ve ailesinin dramını sergiliyor.
Babanız, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Türkiye’de yaşayan bir gayrimüslim, yani Yahudi, Ermeni ya da Rum olsaydı Aşkale’ye gitmesiyle gitmemesi arasında bir fark olmayacaktı…
Yazar: Gül Dirican
Başlık: Unutulmayacak Bir Kitap
Yayın: Milliyet Gazetesi
Tarih 23.02.1999
Zaven Biberyan’ın “Babam Aşkale’ye Gitmedi” adlı kitabı, az rastlanır bir netlikte…
Geçen aylarda kapkara bir roman yayınlandı. İlk yazılışının üstünden onlarca yıl geçmiş, yeni Türkçeye çevrilen bu roman, Türkiye’de yazılmışlar arasında ayrıcalıklı bir yere sahip.
“Babam Aşkale’ye Gitmedi”, özgün adıyla “Karıncaların Günbatımı” kritiklere göre Zaven Biberyan’ın en önemli eseri. Paris’te Eliz Kavukçuyan ödülü verilen bu yapıt 1970’te İstanbul’da 294 gün Jamanak Gazetesi’nde tefrika edilmiş.
Tefrikalar ne önemlidir. Her gün bir kez döndüğünüz, zamanın dışına taşan garip bir duygudaşlık. “Babam Aşkale’ye Gitmedi”yi tefrika edilirken okumuş olsaydık, neredeyse bir yıl boyunca canımız kitabın kahramanı Baret’le birlikte yanacaktı. Ölümlerden ölüm beğenmek gerekirse, roman halinde okumayı tercih ederim. Biberyan’ın bu romanı öyle kolay kolay üstünden atlanır bir şey değil. Muhakkak okumalısınız çünkü bu kadar “net” bir kitap insanın eline çok az geçiyor. Biraz şöyle, dikkatini hiç çekmemiş, kimse de bağırtı koparmamış ya da size göre kıyıda köşede kalmış bir kitapla karşılaşırsınız, o sizin bir daha unutamayacaklarınız arasına girer. Bu kitap da aynen öyle. Bir kere romanın kahramanlarıyla yan yana durmak kolay becerilir bir şey değil. İkinci Dünya Savaşı’nın beş buçuk yılı geride kalmış, gayrimüslümler Varlık Vergisi’nden çıkmış, Aşkale’yi yaşamış, gençler ise azınlıklara uygulanan Nafya askerliğinden dönmeye başlamış. Savaşa ve değişen değerlere hızla ayak uydurabilenler ve uyduramayanlar vardır. Biberyan yırtıcı olmayı bilmeyen, tırnaklarını savaşmak için kullanamayanların tarafını seçiyor. Romanın kahramanı Baret’in babası Aşkale’ye gitmeyip vergisini ödüyor. Uyanık davranmak aklından bile geçmiyor. Kendiyle birlikte ailesini de bir daha geri dönülemez mutlu yılların anılarına mahkum ediyor. Evin kadınları bir suçlu bulmanın rahatlığıyla gittikçe yırtıcılaşıyorlar. Nafya’dan dönen Baret’in gözlerinden sefaleti, sefaletin getirdiği sevgisizliği, ilenmeyi izletiyor. Baret’in savaş öncesindeki “donanımı”, eğitimi, okudukları, sevdikleri, inandıkları artık gereğinden fazla. Önce bir anlamda “sınıfı”na geri dönmeye, her şeyin eskisi gibi olmasına “öykünüyor”. Arus anasının fakirleştikçe çevreye saçtığı kötülükten, kız kardeşinin hesapçılığından, babasının vazgeçmişliğinden utanıyor. Çekiliyor. Hayattan çekilmenin, hayatta kalmaktan çok daha zor olan yoluna giriyor. Upuzun ve çok acılı bir serüven bu. Arka sokaklar, bekar odaları, onun gibiler, acıyanlar, bildikleri yollan gösterenler, sessizce kol kanat germeye çalışanlar… Büyük bir çember çizecek Baret, dokunduğunu kavuracak, inançsızlığı o kadar doğru ki Baret’in çevresindeki ”yanlış” umutların içini boşaltacak. Çünkü çaresizliği, tekliği, yaşanan zamanı çok iyi tanıyor. Yumuşatmıyor, sadece anlatmanın, bir kez hatırlatmanın yeterli olacağı biliyor. Romanda 6 – 7 Eylül’ün kapıda olduğunu anlıyoruz. Gidebilecekler için gidişin hayli yaklaştığını. İyi ve keyifli olana yüz vermiyor Biberyan, çirkinliği abartmıyor ama görmeyi tercih etmediklerimizin tam karşısına itiyor okuru. Hafızamızın bir yerlerine kazınmış korkularımızı hatırlatıyor.
Yazar: Tunga Yılmaz
Başlık: Yabancılaşma ve Kötülük Üzerine
Yayın: Virgül Dergisi
Tarih 01.09.1999
En zor ve yanlış anlaşılmaya en müsait filozofların başında gelen, belki de birincisi olan Nietzsche şöyle der: “Öfkenizi koruyun, öfkeniz tek silahınızdır.”
Biberyan’ın Babam Aşkale’ye Gitmedi romanının ailesine, çevresine, topluma ve hatta kendisine öfkeli kahramanı Baret, öfkenin günlük hayatın pratiklerine ve toplumsal ilişkilere uygulanarak soyuttan somut gerçekliğe geçiş yaptığı bir metinde “kötülük” denen ahlaki’ durumun ete kemiğe bürünmüş bir temsilcisi haline geliyor öfkesini karşı olduğu her şeye bir namlu gibi çevirerek bireysel savaşını sürdürmeye çalışıyor.
Baret, öfkesi, öfkesinin neden olduğu nefreti ve nefretinden kaynaklanan “kötü” davranışları, düşünceleri ve eylemleriyle “ahlakdışı” bir karakterdir. O bir anlamda bir kötülük timsalidir topluma ve toplumla birlikte toplumun ahlak anlayışına isyan eder. Bir yabancıdır, hem kendisine hem de yaşadığı topluma. Yabancılığı ve “kötülüğü”, doğuştan gelen bazı karakteristiklerinden değil, zamanla, yaşadığı çevrede ve Nafıa’daki askerliği süresince geçirdiği, kendi var oluşunu sorgulamasına sebep olan içsel değişimden kaynaklanır. Bu değişim, Baret’in toplum karşısında kendi egemenlik alanını oluşturma çabasıyla sonuçlanır. Georges Bataille Edebiyat ve Kötülük’te şöyle yazar: “Gururlu bir insan, kendi meydan okuyuşunun en kötü sonuçlarını bile dürüstçe kabullenir. Hatta kimi kez bu sonuçlara karşı koymak zorunda kalır. Lanetli yan, oyundur, rastlantıdır, tehlikedir… Egemenliktir ve egemenliğin kefareti ödenmelidir… Kefaret ödendiğine göre, hayatı hiçe sayan gülümseyişler boy göstermelidir.” (s. 26)
Baret, Bataille’ın sözünü ettiği “kendi meydan okuyuşunun en kötü sonuçlarına bile dürüstçe katlanan gururlu insan” tipinin içini doldurur ilk bakışta. Hayatını toplumun olmasını istediği şekilde değil, onun tam tersine, kendi arzusu doğrultusunda şekillendirmeye çalışır. Bunu yaparken de topluma meydan okur. Onun meydan okuyuşunda, toplumun ayıpladığı, kınadığı “kötü” ve “çirkin” saydığı pek çok şey vardır bunları yapmaktan çekinmez. İçeriği toplum tarafından belirlenmiş bir ahlak içinde o “ahlaksız” ve “kötüdür”. Kendi ruhunu ve hatta bedenini dünya üzerinde kendine ait egemenlik alanı oluşturmak için kullanır. Baret toplumun doğrusunu ahlaksız sayılma pahasına reddeder. Bunu yaparken de öfkesi en önemli silahıdır. Bataille’ın sözünü ettiği “lanetli yan” işte bu noktada oluşmaya başlar: Lanet hem kendisi hem de çevresindekiler için azap vericidir. Baret başarısızlığa uğrayan egemenlik çabasının kefaretini de ruhsal acı ve fiziksel sefalet olarak öder. Bu bir bakıma Bataille’ın “hayatı hiçe sayan gülümseyiş” olarak tanımladığı şeyin Baret kişiliğinde can bulması demektir.
Georges Bataille insanlığın temel amacı olduğundan bahseder. Ona göre bu iki amaçtan biri olumsuzdur ve hayatı muhafaza etmeye (ölümü engellemeye) yöneliktir olumlu olan ise hayatın yoğunluğunu artırmaktır (s. 57).
İlk bakışta bu iki amaç birbirleriyle çelişmez gibi görünür fakat “hayatın yoğunluğunu artırmak ancak tehlikeleri göze almakla mümkün olabilir” önermesi de hiç yanlış olmayacaktır. İki amaç bu noktadan itibaren birbirinden ağır ağır uzaklaşmaya başlar. Bataille hayatın yoğunluğunu arayanların azınlıklar (her anlamda) veya bireyler olması halinde bu durumun varlığını sürdürme arzusunun ötesine geçip umutsuz bir hal alabileceğini söyler.
Hayatı yoğunlaştırma arzusu kötülükle kimi zaman örtüşebilir çünkü hayatı yoğunlaştıracağımız özgürlük alanı her zaman için kötülükle oluşturulma olanağına sahiptir. Toplum hayatı muhafaza etmeyi, yani iyiliği temsil ederken, onun karşısındaki birey yalnız kendi egemenlik ya da özgürlük alanını toplum karşısında ve sürekli ondan değerler kopararak genişletmeyi hedefler, yoğunluğu artırmak bu anlamda kötülükle örtüşebilir.
Bataille bu noktada “yüksek ahlak” kavramını ortaya atar. Ona göre toplumun iyiliği, özgürlük peşinde koşan birey veya azınlık grubunun da kötülüğü temsil ettiğinin kabul edilmesi, toplumsal bir düşünce sisteminin ürünüdür. Kötülük, egemen ahlak anlayışını aşan daha yüksek bir ahlak kurgusunun yansıması olarak çıkar karşımıza. Toplumun yarattığı ahlakın bir ürünü olan iyilik karşısında bu ahlakın reddettiği, ayıpladığı kötülük, toplumsal ahlakın çok üstünde bir “yüksek ahlakın” alanındadır artık çünkü kötülük mevcut ahlakın tam tersine göre davranmak, onun kurallarını ihlal etmektir toplumun egemenliği karşısında kendi egemenliğini kurma girişimidir ve bunu yapmaya girişen kişi de Bataille’ın dediği gibi kefaretini ödemeyi göze almalıdır. Kefaret tehlikedir, lanetlemedir… Bu tehlikenin nasıl bir biçim alacağı zamana ve mekana bağlıdır.
Biberyan’ın romanı bir kötülükler metnidir. Baret başarısızlığa mahkum egemenlik savaşında, bu başarısızlığının artırdığı öfkesiyle hem kendine hem de çevresindekilere -romanda olumsuzlanan ailesine ve diğer insanlara, “topluma”- en yumuşak tabirle “kötü” davranır. Bataille’a göre toplum, özgürce oynanan saflık oyununun karşısına, çıkar hesabına dayanan aklı koyar (s. 15). Babasını maddi sebeplerden dolayı suçlayan annesi ve kız kardeşi, sonradan görmeliğin para tutsaklığına kapılmış dayısı, toplumun bu yanını temsil eder. Baret topluma karşı çıktığı, onu reddetmeye çalıştığı oranda, annesi, kardeşi ve dayısı toplumun, toplumsal olanın mevcudiyetine ve devamına katkıda bulunmaktadır.
Kafka’nın Dönüşüm’ü yabancılaşma hakkında, şimdiye kadar yazılmış belki de en önemli metindir Gregor Samsa’nın böceğe dönüşmesini (bir yabancılaşma metaforudur bu) sürekli ailesi ve yakın çevresi arasında bulunmasına bağlar Kafka. Baret ise yabancılaşma sürecini, Nafıa’ da, ailesinden ve çevresinden uzakta geçirdiği üç buçuk yıl içinde tamamlar. Bu, Baret’in yabancılaşmasının kaynaklarından ayrı düştüğü süre zarfında tüm geçmiş deneyimini yeniden yaşadığım gösterir. Eve döndüğü gün, son bir çabayla içine düştüğü yabancılaşmadan kurtulmak ister. Nafıa’da bulunduğu sırada yabancılaşmasına sönük bir ümit de eşlik etmiştir fakat sıkıntılarının kaynaklarıyla karşılaştığında yabancılaşma süreci tamamlanmış, Baret’in bundan sonraki hayatını yönlendirmeye hazırdır artık.
Roman Baret’in yaşamındaki kırılma noktasında, Nafıa’daki askerliğini bitirip eve döndüğü gün başlar. Annesiyle karşılaşması Baret’teki değişimin ilk ipuçlarını verir. Annesi Baret’e sarılmak isterken o vücudunun pisliğini bahane ederek annesiyle bedensel bir temasta bulunmayı reddeder. Baret’in vücut kiri, annesiyle ve onun kişiliğinde tüm insanlarla arasında örmeye çalıştığı duvarın harcıdır adeta:
“Dokunma pislik içindeyim (…) Bitliyim, dokunma.” (s. 12)
Kısa sürede yabancılaşması ailesinden ve yakın çevresinden tüm kente yayılır yabancılaştığı her şeyi bir düşman olarak görmeye başlar: “Bütün İstanbul yabancıydı. Yabancı, ilgisiz, hatta düşman.” (s. 16) Bu Baret “kötülük” yolundaki uzun ve sıkıntılı yürüyüşünün başlangıcıdır aynı zamanda.
Bütün insanlığı kendime karşı kışkırtmak istiyorum. Böyle bir şey, bana tüm acılarımı unutturacak bir şehvet duygusu verirdi.”(s. 278) diyen Baudelaire gibidir Evet. Alıp başını gitmek, onun için kurtuluşun en önemli adımlarından biri olacak belki de çünkü sadece o değildir yaban olan, tüm ailesi de yabancıdır, hem ona hem de birbirlerine. Babası Aşkale’ye gitmemek için varlık vergisini ödemiş, ama bütün servetini kaybetmiştir bundan ötürü suçlanan yaşlı baba, ailesi, yakın çevre: hatta kendisi için bile artık bir yabancıdır.
Baret tüm kinine, öfkesine rağmen insan içine, kalabalıklar arasına karışır. Gizli bir “flaneur”dür aynı zamanda. Günlük hayatın yoğun ve tekdüze telaşını hisseder işsiz kalınca avare dolaşır, meyhaneye gider, ucuz sinemalara gider ısınmak için. Aynı anda da tüm olanlara, çehresine ve hatta tüm dünyaya uzaktan bakmaya, onlardan biri olmamaya çalışır. En az kendi kadar yabancı olan amcası gibi Schopenhauer’cu bir ahlak öğretisine uygun olarak bir adada, dünyadan el etek çekerek yaşamak yerine, belanın, sıkıntının tam ortasında yaşamayı tercih eder. Walt Benjamin’in Baudelaire için söylediği Sözler Baret için de geçerlidir bir ölçüde “Kitle için Baudelaire daire yoktu. Ama Baudelaire için bu kitle vardı. Bu kitlenin görünüşü Baudelaire’i her gün kendi başarısızlığını ölçmeye itiyordu.” (s. 140) O da bilinçli ya da bilinçsiz, yabancılığını ölçer insanlar arasında. Yakınları, annesi, kız kardeşi, dayısı, beraber çalıştığı insanlar, hatta babası ve amcası ise öfkesinin, nefretinin ateşini körükler. Baret için bir yerden sonra onların taşıdığı anlam bundan ibarettir. Romanın üçüncü bölümü, Baret’in ha yatının yeni bir dönemini, gerek fizikse gerek ruhsal var oluşunu ” de-construct’ etmeye (ayrıştırmaya) başladığı, fiziksel ve ruhsal ‘acı çekerek-çektirerek Biberyan’ın tabiriyle deri değiştirmeye çalıştığı kritik bir geçişi kapsar. Acılarla dolu bu yeni hayatı, tüm öfkesini ve kinini kaldığı pansiyon sahibesinin saf, masum ve aptal kızı Lula’dan çıkarmaya çalıştığı bir “spleen”dir Baret için. Kötülük yolunda yürümeye başlamıştır artık.
Baret için Lula “Lula” dışında her şeydir: ‘İnsanlığın’ tümüdür, yabancı olduğu çevredir, öfkesinin ve acısının kaynağıdır.
Lula onun lanetli yanıdır. Lula’yla oynar adeta onu, kendisini yutmaya çalıştığına inandığı toplumun yerine koyar. Saf, güçsüz, zavallı, Baret karşısında çaresizce boyun eğen Lula, Baret’in tüm insanlığın uğramasını istediği bir yenilginin metaforudur birikmiş tüm öfkesinin, kininin kötülük eylemine dönüştürülmesinin üzerinde denendiği bir kobaydır. Egemenlik savaşında zafer kazanabileceği tek cephedir. Bunun farkında olan Baret tüm kötülükleri denemekte kararlıdır Lula üstünde. Lula’ın acılarına Baret’in fiziksel acılan eşlik eder. Herkese öfkeli olan Baret kendisine de öfkelidir ve en az onlara olduğu kadar kendisine karşı da acımasızdır. Baret’in acı çekme arzusu bir tür intikamdır aslında. Acıyı içselleştirerek, peşini bırakmayan bir düşmanı bir anlamda bedeninin bir parçası haline getirir acıyı nefes almak gibi veya, bedensel var oluşunu hissetmek gibi bir şeye, dönüştürmek ister. Lacan “Korkunun ‘nesne’si yoktur bir ‘özne’si vardır, o da ‘ben’dir” der. Baret içinse acının bir “nesne”si vardır, bu aynı zamanda acısının öznesidir de. Bir yabancı olarak yaşamındaki yalnızlık ve kendisi de dahil olmak üzere herkese duyduğu sonsuz öfke, acıyı Baret için hava kadar doğal bir şey haline dönüştürmüştür acı sıradanlaşmış, Baret’in hayatını sürdürmesi için gerekli olan bir tür, uyuşturucu olup çıkmıştır.
Lula’nın ölümü Bataille’ın sözünü ettiği “özgürlük mücadelesinin kefareti”dir. Ölme, öldürme acı çekme ve çektirme hep içindedir bu savaşın. Baret’in Lula’nın ölümü karşısında gösterdiği tepki, içine, düştüğü çıkmaza da bir tepkidir aynı zamanda. Annesiyle Lula’nın özdeşleştiği rüya Baret’in içinde bulunduğu ruhsal durumu gösterir açıkça. Hiçbir şeyden emin olmayan Baret için artık gerçeklik de kaybolmaya başlamıştır.
“Kapalı gözlerinde fantastik ölçüde kalabalık bir dünya kaynıyordu. Bilincinin kabaran dalgaları halüsinasyon kayalıklarında parçalanıyor ve beyaz tozun onu uyutması gerektiğini ümitsizce tekrarlayıp duruyordu.” (s. 306)
Baret, iç dünyası bir çelişkiler yumağına dönmüş çaresiz insan motifinin mükemmel bir modelidir. O amacını aşağı yukarı belirlemiştir. Bu amaca ulaşmak için ödeyeceği kefareti göze alacak kadar da cesur ve gururludur. Fakat en temel problemi, en az çevresine olduğu kadar kendine de yabancı olmasıdır. Nereye gitse, ne yapsa bu yabancılık onunla birliktedir ve bu, dünya karşısında kendi egemenliğini ilan etme savaşında başarısızlığa mahkum olmasının yegane sebebidir. Lula’nın ölümünden sonra hissettiği şey, bir zafer duygusundan çok suçluluk ve pişmanlıktır. Kendine yabancılığı ilk başlardaki cesaretini de alıp götürmüştür. İntihar, ona var oluşunu yeniden hissetme olanağı vereceği, onu kendi kendisi için bir “nesne” kılacağı için düşünemeyeceği, daha doğrusu cesaret edemeyeceği bir eylemdir. Var oluşunun ruhsal yanına yabancılaşması fiziksel yanına da sıçrar. Bedenine eziyet etmek ve fiziksel acı, bedensel var oluşunu, bir anlamda da bedensel yabancılaşmasını hatırlatır ona. Yaşamla tüm ilişkisi kesilmiş Beckett karakterlerine, örneğin Murphy’ye benzemeye başlar: Yavaş bir hiçlik içinde yaşamaya başlamak, her şeyi anlamsız bulmak ve yaşamayı sadece bir nefes alıp verme olarak algılamak…
Baret romanın sonunda yapması gereken tek şeyi yapar: Yenilgisini kabul edip geri döner… Aynı sıkıntıyla, adeta birbirlerinin nefeslerine bile tahammül edemeyen yabancılaşmış insanlarla yeniden yüzleşir. Annesi ile kız kardeşi arasındaki düşmanlık bile çok etkilemez onu. Bu dünyada yaşamıyor gibidir. Yenilmişliğini kabullenip dingin bir hayat sürer onların yanında. Hiçbir şey etkilemeyecektir onu artık. Bundan sonra bir hiçtir “spleen”in yitik çocuğudur. Romanın son cümleleri Baret’in durumunu çok iyi özetler:
“Ve ateş kümeleri de karanlığa gömülüp yok oluyordu. Yarımada batıyordu, burun batıyordu, görünen her şey, gören bütün gözler sönüyordu. Ve yeryüzünde ne varsa, yerin dibine gömülüyordu.
Ve artık hiç bir yerde ışık yanmıyordu. Yelkenli, Gökyüzü Yolu’nda görünmez olup gitmişti.” (s. 393)
Değinilen kitaplar
Georges Bataille, Edebiyat ve Kötülük, çev, Ayşegül Sönmezay, Ayrıntı Yayınları, 1997
Charles Baudelaire, “Lettres a sa mere” , I. cilt, s, II
Walter Benjamin, Pasajlar, çev. Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yayınları, 1995.
Yazar: Osman Köker
Başlık: Aşkale’ye Gidenler-Gitmeyenler
Yayın: Toplumsal Tarih Dergisi
Tarih 01.12.1999
Yılmaz Karakoyunlu’nun aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan ve bu yıl Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde en iyi film, erkek oyuncu, müzik, kurgu ve sanat yönetmeni ödüllerini toplayan Salkım Hanımın Taneleri nihayet gösterime girdi. II. Dünya Savaşı yıllarında çıkarılan Varlık Vergisi yoluyla piyasanın gayrimüslimlerden nasıl arındırıldığını anlatan film yakın tarihimizin en önemli olaylarından birini tartışmaya açıyor. Aslında Toplumsal Tarih okurları (en azından 69. sayımızda yer alan iki yazıyı: Ayhan Aktar’ın Varlık Vergisi uygulamasını İstanbul tapu kayıtlarından analiz eden makalesini ve Gülay Dinçel’in aktardığı, Aşkale’ye sürgün vermiş bir sanayici ailenin öyküsünü okumuş olanlar), konu hakkında etraflı bilgiye sahiptir yine de filmin galasına katılanların önemli bir kısmının bile, Varlık Vergisini ödeyemeyenlerin Aşkale’de çalışma kampına sürüldüklerinden ancak filmi izledikten sonra haberdar olduklarını (bkz. Radikal, 17 Kasım 1999) dikkate alırsak, dönemin bir film yoluyla bilince çıkarılmasının önemini teslim etmek zorunda kalırız.
Bir tarih dergisinde filmi sanatsal yönden eleştirecek değilim. Zaten yazmaya kalksam da oldukça başarılı ve etkileyici bulduğumu belirtirdim. Ancak bir iki nokta var ki, onlara değinmeden geçmek olmaz.
Romanların sinemaya uyarlanması konusunda, “iyi romandan iyi film çıkmaz” denir. Genel olarak doğrudur, büyük romanlar, senarist ve yönetmeni o derece etkisi altına alır ki, onu sinema dilinde yeniden kurmak mümkün olmaz. Zaten okuyucu/seyirci de buna müsaade etmez. Sıradan romanları ise sinemacılar istediği gibi eğip bükebilirler. Niyetim Karakoyunlu’nun edebi yönünü küçümsemek değil ama sinemacıların onun romanını tam bir ham materyal gibi istedikleri ölçüde değiştirdiklerini itiraf etmeliyim. Bir yandan romandaki kahramanların ve olayların sayısı azaltılırken, diğer yandan cinayet ve yeni aşklarla izleyiciye çengeller atılmış.
Değişiklikler arasında bana en ilginç geleni, romanın başkahramanlarından Yahudi Bayan Nora ve kardeşi Mösyö Lui’nin filmde Ermenileştirilmesidir. Lui’nin adının Levon haline gelmesinin Ohannes-Orhan, Dimitri-Demir, Ani-Anı gibi Müslümanlaştırma-Türkleştirme bağlamında ad değişikliklerini hatırlatması bir yana, bu isim ve din değişimi, anlatılan dönemin “tipik olan”ının yerine yaşadığımız dönemin “tipik olan “ının ikame edilmesi gibi, bir tarihsel bilinç kaymasını da yansıtmaktadır.
Nasıl, dönemin siyasal kadrosunun ve basınının gözünde tipik “kan emici muhtekir” (vurguncu) tipi Yahudi tüccarsa, bunun sonucu olarak Varlık Vergisi’nin tipik mağduru da Yahudi zenginidir. Günümüzde ise azınlıklara ayrımcı muamele denince ilk akla gelen Ermenilerdir (eski İçişleri Bakanı Meral Akşener’in ağzından dökülen küfür, bunun tipik bir dışa vurumu olarak, hatırlansın). Ayrıca, 500. yıl etkinliklerinde çok açık görüldüğü gibi Yahudi cemaatinde ana eğilim, “resmi tarih”lerini “500 yıllık Türk misafirperverliği”ne dayandırmak ve Cumhuriyet döneminde azınlık karşıtı politikalardan mağdur olduklarını gizlemek yönündedir. Ermeni cemaatinin önemli bir kesiminin ise bu tarihi gerçeklerin açığa çıkarılmasından rahatsızlık duymadığı, hatta kendi yayınlarında da bu sorunları işlediği açıktır. Yani Lui’nin Levon olması için ortada bir consensus vardır. Nora ise bu konuda daha şanslıdır hem Yahudi hem de Ermeniler tarafından kullanıldığı için isim değiştirmeye gerek yoktur.
Filmde Paşazade Halit Bey’in –romandaki gibi ödenebilir bir vergi yüküyle kurtulmuşken- dedesinin İzak adlı bir Yahudi olduğunun bir ihbar sonucu anlaşılması üzerine “Dönme” sınıfına sokularak vergi borcunun yükseltilmesi ve Aşkale’ye sürülmesinde de bir karışıklık var. Varlık Vergisi uygulaması sırasında “Dönme” grubunda mütalaa edilenler, birkaç kuşak önceki ataları din değiştirerek Müslüman olmuş kişiler değil belirli bir cemaatin üyeleri, Selaniklilerdir. (Sabetaycılar)
Romanın en olumsuz tipi, Varlık Vergisinden kısa bir süre önce Niğde’deki bağını, bahçesini, evini, eşyasını satıp İstanbul’a gelerek esnaflığa başlayan ve Varlık Vergisi uygulaması sırasında da bütün hırsını ortaya döküp gayrimüslimlerin mallarını yağmalayan Durmuş’tur. Filme aktarılırken, kahramanın bu kadar olumsuzluğu yetmemiş, daha da dramatize edilmiş: Beş parasız İstanbul’a geldiğinde, daha sonra bütün malına mülküne, hatta metresine sahip olacağı Halit Beyin hanında hamallıkla işe başlar, bir mutemedi öldürerek taşıdığı paraya el koyar ve esas olarak bu kanlı parayla Varlık Vergisi sırasında mal-mülk alır. Olayın böylesine dramatize edilmesi aslında sinema açısından başarılıdır, hızla yükselmekte olan Durmuş’un yolunun, cinayetin açığa çıkmasıyla kesilebileceği riski bile filme ayrı bir renk katmaktadır. Ancak bu durum, Varlık Vergisi’nden yararlanan kesimin sadece mücrimlerden oluştuğu gibi bir kanıya yol açıyorsa, burada bir sapma vardır. Eğer bir suçtan bahsediyorsak, bu suç toplumsaldır. Bugünün büyük Türk-Müslüman işadamlarının önemli bir kısmının babaları, gözü dönmüş cani ruhlu kişiler olmamalarına karşın, Varlık Vergisinden yararlanmışlardır. Verginin uygulaması sırasında büyük gayrimenkuller almamış olanların bile en azından azınlıklar piyasadan silindiği için önleri açılmış, kolayca gelişmişlerdir. Ayrıca Ayhan Aktar’ın yukarıda değindiğimiz makalesinde, tapu kayıtlarını araştırarak açıkça ortaya koyduğu gibi, Varlık Vergisi dolayısıyla gayrimüslimlerin elden çıkarmak zorunda kaldıkları gayrimenkullerin en değerli olanlarını kamu iktisadi teşekkülleri, milli bankalar, milli sigorta şirketleri, İstanbul Belediyesi ve Vakıflar Genel Müdürlüğü gibi resmi ve yarı resmi kuruluşlar satın almıştır.
Karakoyunlu’nun Salkım Hanımın Taneleri’nden başka, tarihi olayların yansıtıldığı iki romanı daha var: İstiklal Mahkemelerini konu edinen Üç Aliler Divanı ve 6/7 Eylül 1955 olayları sırasında yaşanan bir aşkı anlatan Güz Sancısı. Bu son romanın da aynı ekip (yapımcı, yönetmen ve senarist) tarafından filme aktarılması için çalışmalar yürütülüyor.
Son yıllarda yazılanlar Varlık Vergisi uygulamasının genel hattını, gayrimüslimlerin zenginliklerini kaybederken Türk-Müslüman unsurların nasıl yükseldiğini, vergiyi ödeyemeyenlerin hangi acıları çektiğini vb genel olarak ortaya koydu. Ancak Zaven Biberyan’ın romanını okurken bunun sadece tablonun bir yüzü olduğunu, Varlık Vergisi hakkında hâlâ çok az şey bildiğinizi fark ediyorsunuz.
Varlık Vergisi uygulaması gayrimüslim kesimin kendi içinde hangi çelişkileri yarattı verginin iptalinden sonra mağdurlar nasıl bir sosyal ortamın içine düştüler vb? Babam Aşkale’ye Gitmedi’de bunların ipuçları ortaya çıkıyor. Aşkale’ye gitmemek için vergi borcunu son kuruşuna kadar ödeyen ve Varlık Vergisi kaldırıldığında beş kuruşsuz ortada kalan Diran’ın, Aşkale’yi göze alarak servetinin bir kısmını elinde tutan ve vergi uygulaması sona erdikten sonra elindekini kullanarak yeniden piyasaya giren hısım akrabası karşısında düştüğü durum çok çarpıcı bir şekilde aktarılıyor. Diran’ı, karısı Arus’un bile sürekli olarak “Sen bencil adamın tekisin, çoluğunu çocuğunu düşünmezsin, Aşkale’ye bile gitmedin” diye aşağıladığını belirtirsek, sanırım işin bu yönünün de önemli olduğunu fark ederiz. 1970 yılında Jamanak gazetesinde tefrika edilen, 1984’te ise kitap halinde yayımlanan eserin orijinal adı Mırçünnere Verçaluysı yani “Karıncaların Günbatımı” imiş. Türkçe yayımlanırken bu çok çarpıcı adın yerine daha tanıtıma yönelik bir ad, Babam Aşkale’ye Gitmedi seçilmiş bence yazık olmuş.
Yazar: Hayat Sezen
Başlık: Babam Aşkale’ye Gitmedi
Yayın: İşçi Cephesi Dergisi
Tarih 06.01.2007
Zaven Biberyan’ın, Babam Aşkale’ye Gitmedi romanı Aras yayınevi tarafından basılmıştı. Biberyan, 1921’de İstanbul Kadıköy’de doğdu. Türkiye İşçi Partisi’nden 1965 seçimlerinde İstanbul milletvekili adayı oldu; ancak seçilemedi.
Biberyan’ın romanı, 12 Kasım 1942 tarihinde TBMM’de hükümetin bütçe açığını kapatmak için Varlık Vergisi Yasası’nı çıkarmasıyla Türkiye’de yaşayan gayrimüslimlerin yaşamlarındaki acılar, baskılar, ayrılmış ve dağıtılmış ailelerin yaşam dramını aktarmakta. Aslında hükümetin bu yasayla amaçladığı Türkiye Cumhuriyeti devleti sınırları içinde sermayenin el değiştirmesiydi, yani gayrimüslimlerdeki sermayenin Türk burjuvazisine geçişini sağlamaya yönelikti.
Babam Aşkale’ye Gitmedi kitabı da bu uygulamanın tüm gayrimüslimler üzerindeki etkisini bizlere açıkça anlatmakta.
Kitapta; İstanbul’da doğup büyümüş, buradaki okullarda eğitim görmüş, arkadaşları, akrabaları hep bu topraklarda yaşamış, işini bu topraklarda kurmuş bir ailenin üç yıl süren askerliğinden sonra eski yaşamını ve sosyal konumunu bulamayan oğullarının yaşadığı sıkıntılı günleri ve bu koşullara dayanmaya çalışan baba-oğul ve amcanın yaşadığı olaylar anlatılmakta.
Devletin dayatmış olduğu uygulamalar sadece sermaye sahiplerine yönelik değil, aslında gayrimüslimlerin tümüne yönelik izlenen bir siyasetti.
Bu kitapta verilmiş bir örnek aslında izlenen linç siyasetinin de boyutlarını açığa vuruyor: “Aşkale’de tuvalet temizleyen Moiz adından bir Musevi ile karşılaştım. Çok yoksuldu ve 60 bin lira vergi konulmuştu. Ne iş yaptığını sordum. Kepenklere yağ sürerek geçimini sağlarmış ve komisyon onun yağ tüccarı sanmış, kısacası haksızlığı yaşadık.”
Kısacası bu insanların yıllarca çalışıp kazandıkları işleri, evleri, bütün varlıkları Varlık Vergisi adı altında ellerinden alınır. Bunun sonucu aileler içinde şiddetli tartışmaların yaşanması, eşlerin birbirine düşman olması, akrabaların dahi bir rekabet içerisinde girmesi söz konusu olur. İnsanlar tamamen o sistemin içerisinde ayakta kalmak için bir birine düşman edilir. Böylece sistemin bir parçası haline gelen insanlar yaratılmış olur.
Tabii bu insanların başka bir çıkış yolu vardı. Aşkale’ye gitmek. Yani başka amaçlar uğruna, başka sınıfların çıkarına zorlu bir hayat yaşamayı göze almaları gerekir. Onları belki ölüm, belki de ölümden daha kötü koşullar bekler. Yine de geri dönebilmek için zor koşullar altında bu zorluklara dayanabilmek gerekir.
Bu kadar acının yaşanmasına sebep olan sorun aslında çok açık. Bu topraklarda yaşamış ve ticareti ellerinde tutan gayrimüslimlere karşı bir saldırı başlatılmış ve tamamen sermayenin Türkleştirilmesi adına uygulanan bir baskı söz konusu olmuştur.
Evet gayrimüslimler belki Türk değillerdi, ama onlar bu toprakların insanlarıydı. Bu topraklarda yaşamlarına devam edip, bu topraklarda öldüler. Ve hala mezar taşları bu topraklarda bulunuyor.
Ne yazık ki bir avuç zümrenin çıkarı için masum insanların hayatları değiştirilmiş, harcanmıştır. Ama biz yaşananları unutmamalı ve yaşanmışlıkları yok saymamalıyız. Bu yaşananların tekrardan yaşanmasına izin vermemeliyiz.
Sonuç olarak, bu kitabın bizlere Türkiye tarihinden yaşanmış bir kesiti aktarması açısından yararlı ve faydalı olduğuna inanıyoruz. Ayrıca sermayenin kendi arasında girdiği rekabetten dolayı yoksul kitlelerin en büyük acıları yaşamış olması da unutulmaması gereken bir gerçekliktir.
Yazar: Saadet Özen
Başlık: Babam Aşkale’ye Gitmezse…
Yayın: Vatan Gazetesi
Tarih 20.02.2008
Babasının Aşkale’ye gitmemesi bir çocuğun hayatında nasıl bir anlam taşır, neleri değiştirebilir? Ya da adının Kirkor değil de Aret olması? “Babam Aşkale’ye Gitmedi” Zaven Biberyan’ın, 1970’de “Mırçunnerü Verçaluysı” (Karıncaların Günbatımı) adıyla Ermenice olarak tefrika edilmiş bir kitabının Türkçe baskısının adı. Aret ise aynı yazarın 1959’da çıkmış olan “Lıgırdadzı”sının (Sürtük) bir kahramanı onun ilk olarak 1966’da, Payel Yayınevi tarafından yayımlanmış olan Türkçesinin adı ise ”Yalnızlar” her iki kitap da Aras Yayıncılık tarafından 1990’lardan sonra tekrar basıldı.
Yazar Zaven Biberyan, 1921 ‘de doğdu, 1984’te öldü. Yani, ne anlattığı hikâyeler, ne hayatı bugüne çok uzak. Fakat adına ders kitaplarında da, edebiyat derlemelerinde, ansiklopedilerinin çoğunda da rastlanmıyor. 1950’lerden itibaren Türkiye edebiyat tarihinin birer parçası saydığımız pek çok yazarla aynı yazınsal ve siyasi ortamdan beslendiği halde, sanki hiç yaşamamış, dahası yazmamış gibi, o tarihin içinde kendine bir türlü kalıcı bir yer bulamıyor. Onunkisi bir resmi tarih meselesi: Bütün eşitlik demagojilerinin ya da hülyalarının ardında, hırsla ötekileştirilen cemaatlerden birine mensup olduğu için oluyor bunlar, çünkü tarihsel olarak kıyıda bırakılanların edebiyatları da ayın kıyıda büyür ve Türkiye’de okuyan azınlığın bile çoğunluğu bir tür yerleşmiş, doğallaşmış güdüyle Biberyan’ın adına bir “Ermeni yazar” ibaresi yapıştırmadan edemez.
Bunun kendi içinde bir tutarlılığı var elbette: Onun ve mensup olduğu topluluğun yaşadıkları çoğunluğunkinden “farklıdır” adeta, bundan kendine üstünlük payı çıkaranlar için olduğu kadar, bazen herkesin birlikte yan yana yaşama imkânını iyimserlikle sorgulayanlar için de. Çünkü “onlar” uzun süre konuşulmamış, sanki ülke tarihine değil, onun yanı başında akan başka bir damara ait tarihsel süreçlerin içinden geçmişlerdir: Varlık Vergisi ya hiç olmamıştır, ya da sanki biz olmayan birilerinin tezgâhladığı, biz olmayan birilerinin başından geçmiş bir şeydir 6–7 Eylül’de talan edilen dükkanlar ise başka bir ülkenin bir bulvarında dizilmişlerdir Biberyan’ın tarihte, edebiyatta üstlendiği rolü tarif etmek de, sanki ancak bu alanlarla değil kendiliğiyle, onu ayrı yapan şeyle ilişkili bir kategoriye hapsedilmesiyle mümkündür. Ermeni olmasıyla. Dolayısıyla yaptığı edebiyat da bir Ermeni’nin edebiyatıdır, anlattığı hikaye sanki nerede olduğu belirsiz bir Ermeni dünyasına aittir. İşte bu yüzden, bir babanın Aşkale’ye gitmemesinin anlamını kavramak zordur, çünkü çoğunluk için Aşkale, iyimser bir tahminle bir nostalji bulutunun ardından, uzun yıllar sonra kendini göstermiş bir hayalet, oraya gitmek ya da gitmemek ise günlük hayatta karşılığı olmayan, gündelik pratikten öğrenilenler arasında yer almayan kavramlardır.
Bir zamanlar kardeştik!
Biberyan’ı okumak öncelikle bütün bu ayırıcı duvarların zayıflaması için önemli. Yakın tarihimize, o tarihin haksızlık yaptıklarına baktığımızda “bir zamanlar nasıl da kardeş gibi yaşardık” gibi içi boş, şık düşünceler geliştirmenin, bütün Ermenileri tüccar, bütün Rumları meyhaneci, bütün gayrimüslimleri zengin sanmanın ötesine geçmek, mesela İstanbul’u sahiden nasıl paylaştığımızı anlamak için okunmalı Biberyan. Edebiyat tarih yazmayı hedeflemese de, tarihçinin başka “tarafsız” belgelerde bulamadığı zengin insanın malzemesini, bireylere ait duygulan taşıyabilir. Bir ortamda, bir devirde insanların neler düşündüğünü, konuştuğunu, dahası neleri konuşamadığını, küçük, insani hınçları, bazen sevinçleri hatırlatabilir yekpare tarihsel tanımların boğduğu insan manzaralarını alttan alta taşıyabilir. Fakat Biberyan’ı sadece edebiyatın bu “işlevine” olan katkısı için okumayı önermek, onun karakter yaratmadaki başarısını, ayrıntılara dikkat eden, anlık duyguları ve ruh hallerini yakalayan üslubunu ve yeteneğini bir kenara atmak, Türkiye edebiyatının tarihini bu zengin dilden, derin anlayıştan mahrum bırakmak olur. “Babam Aşkale’ye Gitmedi”de Biberyan, Varlık Vergisi’nden başlayıp 1955 yılının eylülüne kadar süren bir dönemde, bir Ermeni ailenin hikâyesini anlatır. Zenginlerin ve fakirlerin, küçük hesapların ve büyük arayışların, hayata farklı bakışların olduğu, çekişmelerin hüküm sürdüğü bir ailedir bu, bütün aileler gibi. Tarhanyanların oğlu Baret, dünya savaşının başlarında Nafya hizmetinde askere alınmış, geri geldiğinde, beklenebileceği üzere bıraktığı hiçbir şeyi yerinde bulamamıştır, Fakat Biberyan’ın kaleminde Baret sadece yitirilmiş servetle değil, dünyayla olan ilişkileriyle, duygularıyla bir hesaplaşmaya girer. Giderek suskunlaşır, giderek kaçma isteği artar, fakat sancılı tarihin bir alegorisini canlandırırcasına, eskiyen elbiseleriyle birlikte giderek sefilleşmenin, acı çekmekle gelen kötülüğün bir resmine dönüşür.
Şimdilik bu kadar
Biberyan ”Yalnızlar”da ise 50’lerde hayatımıza giren Marshall teknisyenlerinin, NATO subaylarının, araba markalarının arasında sınıf atlamaya özlem duyan Ali’li, Mısta Bey’li, Yeranik’li, Aret’li bir dünyayı anlatır çatlaklar içindeki ayaklarıyla evlatlık olduğunu hatırlatan, bedeninin üst tarafıyla ise özendiği artistlerin dünyasına girmeye heves eden bir Gülgün çizer. Biberyan’ın Türkçedeki eserleri şimdilik bu kadar fakat Aras Yayınları çok yakında onun dergilerde, gazetelerde yayımlanmış öykülerinden de bir derleme yapacak. Zaven Biberyan, Türkiye edebiyatına dâhil olamamış yazarlardan sadece bir tanesi. Bundan sonraki yazıda daha geriye giderek Tanzimat Edebiyatı başka türlü okunabilir mi, onu anlamaya çalışacağız: Osmanlı topraklarında 19. yüzyılda Türkçe, Rumca, Ermenice, Fransızca, İtalyanca yazan, fakat aynı mekânları paylaşan, aynı siyasi havayı soluyan yazarlar nasıl bir edebi ortam yaratmışlardı? Birbirlerinden etkilenmişler miydi mesela, yoksa, bütün nostaljik hikayelerde anlatılanların aksine, farklı diller onları kalın duvarlarla birbirinden ayırmış, ötekileştirmiş miydi? Belki o yazının boyutunu aşacak, fakat esas solu şu ki, içlerinden biri “Babam Aşkale’ye Gitmedi” dediğinde, cümlenin bütün insani boyutunu çözmeye muktedir miydi diğerleri, yoksa öyle bir mazi cenneti hiçbir zaman var olmadı mı?
Yazar: Sait Çetinoğlu
Başlık: 20 Kur’a Askerlik ve Varlık Vergisi’nin Yıkıntıları Altındaki Hayatlar
Yayın: Agos Gazetesi
Tarih 01.12.2008
Sosyalist hareketin ve Ermenice edebiyatın önemli yazarlarından Zaven Biberyan’ın Babam Aşkale’ye gitmedi adlı romanı, 20 Kur’a (20 Sınıf) İhtiyat Askerliği ve Varlık Vergisi uygulamasıyla yıkılan hayatların bir fotoğrafı olarak, Türkiye’nin karanlık noktalarına ışık tutar.
Zaven Biberyan, devletin ‘ilgisini’ esirgemediği, sosyalist, Ermeni bir aydındır. Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nün, ‘Başbakanlık yüksek katına’ ibareli, 9.8.1946 gün ve 5190/6113 sayılı raporu, İstanbul’da Ermenice olarak yayımlanan ‘Jamanak’, ‘Marmara’, ‘Nor Or’ gazetelerinde çıkan yazılarının yanı sıra, Zaven Biberyan’ın siyasi kişiliğine de odaklanmaktadır. 12 sayfalık raporda Biberyan’a 3 sayfa ayrılmıştır.
Rapora göre, Biberyan bir makalesinde, ezilen sınıfların durumunu tasvir ederken, devletin azınlıklara ve özellikle Ermenilere uyguladığı baskılara dikkat çeker ve basının tutumunu şu sözlerle ifade eder:
Bu partiye [CHP] bağlı olan ve memleket basınının çoğunluğunu teşkil eden gazeteler, Ermeni vatandaşlara karşı türlü türlü iftiralara başvurdu. Halk partisi memleket halkını vatandaşlar ve tebaa olmak üzere ikiye ayırdı ve bunlara karşı iki türlü hareket uyguladı. Irkçılık vasfını taşıyan bir parti için böyle bir hareket tarzı affolunamaz. Başka demokrat memleketlerde bu gibi farklı muameleler asla görülmemiştir… Halk partisinin işlediği hatayı sosyalizm [raporda altı çizilmiştir] tamir ve telafi edebilir.
Rapor, “Gazetenin bu yazıları maksat ve hedefini açıkça gösterdiğinden, bu hususta daha fazla izahata girişmeyerek raporuma son veriyorum” cümlesiyle sona erer. Biberyan, muhtemelen bu rapor sonrasında kovuşturmaya uğramış ve hapsedilmiştir.
Biberyan, romanda, Tarhanyan ailesi ekseninde, azınlık toplumlarının tek parti döneminde uğradığı baskılara, özellikle Ermeni toplumu açısından 1915’ten sonraki en önemli olaylardan biri olan Varlık Vergisi’ne odaklanır.
Varlık Vergisi çıkınca her şeyini satarak Aşkale’den kendini ‘kurtaran’ baba Diran ile, üç buçuk yıllık nafıa askerliğinden varlık sonrası dönen oğul Baret’in trajik hikâyesi, Varlık Vergisi kurbanlarının içne düştükleri yoksulluğun, psikolojik yıkımın ve kaybolan hayatların anlatımıdır.
Biberyan’ın, siyasi bir kişilik olarak Varlık olayını eleştirmesinin yanında, bu olayı gündeme taşıyan ilk edebiyatçı olması da önemlidir.
20 Kur’a ve Varlık uygulamalarına maruz kalan biri olarak, unutturulamaya çalışılan bu olaylar karşısında gözlemleri eşsizdir. 1941’de o da, diğer azınlık gruplarına mensup vatandaşlar gibi, 20 Kur’a olarak askere alınır ve nafıa askerliği görevini yerine getirir.
Askerlik adı altında toplama kamplarına alınan azınlıklardan, aileleri nerdeyse ümidi kesmiştir. Bu askerler üç buçuk yıl sonra bit ve pislik içinde evlerine dönerler.
“Dokunma, pislik içindeyim… Bitli mi gireyim içeri canım?”
“Bitlendin mi?”
Baret, annesinin şaşkınlığı karşısına “Nafıa’ya gidenin gezintiye çıktığını mı sanıyorlardı?” diye düşünür.
Dönenler zor koşullarda İstanbul’a ulaşır. Terhis olduklarına inanamazlar, korku ve tedirginlik içerisindedirler. İstanbul’a ayak basmalarına rağmen, evlerine giderken ana yolları değil ara sokakları tercih ederler.
Yıllar sonra kokularına hasret kaldıkları yuvalarına kavuşurlar:
İçeri girdiği anda tanıdık bir koku kendisini selamladı. Bu, evden uzak olduğu dönemde çoğu kez özlemini duyduğu mutfak, yemek ve ‘ev’ kokusuydu.
Ancak yuvaları, bıraktıkları yuva olmaktan çok uzaktır. Varlık’la, Nafıa’dan daha korkunç bir girdaba yuvarlandıklarını fark etmeleri uzun sürmeyecektir.
Nafıa ‘askerliği’nden dönenler, azınlık toplumuna mensup diğer aileler tarafından kendi öz oğullarıymış gibi sıcak bir ilgiyle karşılanır:
Nafıa’daki arkadaşlarının haberlerini, selamlarını ailelerine iletiyordu kiminin de mektuplarını. Her yerde yaşlı gözlerle, aydınlık gülücüklerle, içten, samimi bir dostlukla karşılanıyordu. Bazen bir ana, bir abla, bir sevgili, nişanlı, bazen de bir kadın. Rumlar, Ermeniler, Yahudiler müjde getiren kurtarıcıya kapılarını ve kollarını açıyorlardı. Özellikle de uzun yıllardan beri oğullarını görmemiş olanlar. Her kadın onu yemeğe alıkoymak istiyordu. Oğullarının arkadaşına gönülden ikram ettikleri o bir lokma ekmek, sanki öz oğulları tarafından yenmiş gibi oluyordu. Baret daha önce bilmediği bir zevk almaya başlamıştı bu ziyaretlerden, bu kabullerden.
Azınlıklar, askerlik bahanesiyle en verimli çağlarını dağ başlarında, açlık ve sefalet içinde geçirmişlerdir:
Tam ‘bir şeyler yapma’ çağını ise kurt köpeklerin ulumasını dinleyerek dağlarda geçirmişti. Hayatının en güzel günlerini kaybetmek ne demek diye gelip ona sorsalardı ya!
Terhise rağmen, yaşanan zulüm garip bir psikoloji içine düşürmüştür Nafıa askerlerini, birbirleriyle karşılaştıklarında, garip bir duygu içindedirler sevinç ve acı arasında bir yerde.
20 Kur’a askerliğin ardından gelen Varlık Vergi, azınlıkları tüketen en önemli uygulamadır. Baba Diran, Aşkale korkusuyla her şeyini satarak vergiyi öder artık elinde hiçbir şey kalmamıştır.
İçine düştükleri yoksullukla birlikte aile içinde huzursuzluk ve kavgalar başlar:
“Eskiden böyle konuşmuyordun.”
“Gçmiş geçmiştir. Şimdiye bakalım.”
“O geçmişi komşudan almadın.”
“Karıyı alan dda komşu değil sendin.”
“Varlık’ı verdi ‘ben bittim’ deyip oturdu.”
Ayakta kalabilme savaşı, birçok duygunun önüne geçmiştir. Ekmek karnesi bulma endişesi oğullarının dönüşünden duydukları sevincin önüne geçer:
Bir ekmek karnesi Baret’in dönüşünden daha önemli bir konu olmuştu.
“Bir Varlık her şeyi yıktı, hayatımız alt üst oldu.”
Mülksüzlerin koşullarına ve sömürüye dikkat çekerek, çalışmaya da eleştiri getirir:
Hayatın amacı çalışmak değil ki! Ne demiş Tanrı? Çalış çabala diye bir şeyler zırvalamış. Bir kişi çalışmadan yaşasın diye, bin kişi yaşamadan çalışır. Okul kitaplarımız çalışmanın övgüsünü yapar. Enayiler çoğalsın diye. Çalışmadan yaşayanlar oldukça, çalışmak enayiliktir. (…) Vay, vay, vay, sen el bak Tanrı’ya… Ev sahibin için, bakkal için, kasap için, devlete vergi vermek için, polise, jandarmaya aylık vermek için çalışırsın, kafana vurunlar diye…
İşverenin dininin, milliyetinin sömürü ilişkilerinde fark etmediğine dikkat çekilir:
Sen Ermeni’sin ama seni de sömürüyor. Bizimkiler bunu anlamaz. Gâvur derler. Sanırlar ki gâvur gâvuru sömürmez ya da, gâvur olmazsa kendilerini sömürmeyeceğini sanırlar gâvur olduğu için sömürüyor sanırlar. Ben fark olmadığını biliyorum…
İki partili döneme geçildiğinde, azınlıklar, politikacılar tarafından sadece oy potansiyeli olarak görülür ve bugün yabancı olmadığımız şu sözlerle okşanırlar:
Ermeniler bizim en değerli vatandaşlarımızdandır. Biz Ermeni vatandaşlarımızdan memleket için pek çok yararlık ve hizmet bekliyoruz. Göreceksiniz, Türkiye’de çok şey değişecek. Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yeni bir çağ açılıyor.
Ancak azınlıklar ihtiyatlıdır:
Halkçılar uyur mu ulan! Bunca senedir memleket idare etmişler. Hepsi de İttihatçı, hinoğluhin. İnsan elindekini başkasına verir mi? Olacak iş mi? Parti marti, siyaset miyaset, bunlar laftır, laf.
Varlık Vergisi’yle çok şey değişmiştir mülkler el değiştirmiş, azınlık toplumlarından dışarıya göçlerle yeni bir nüfus ortaya çıkmıştır:
Birden neyin değişmiş olduğunu anladı. Hem vapurdaki, hem karadaki kalabalığın önemli bir kısmı yabancıydı. Ahali adalı değildi. Çok sayıda taşralı, hatta köylüler vardı. Çarpıcı renklerde giysiler, yaşmaklar. Öylesine gezinen insanlar.
6-7 Eylül öncesinde azınlık toplumlarında bir tedirginlik hakimdir yapay olarak yaratılan kriz dönemlerinde kabağın kendi başlarına patlayacağının bilincindedirler:
“Anacığım, diyorum, niye parmağına doluyorsun, ne olacaksa o olacak. Kıbrıs’tan bize ne, biz Rum muyuz?”
“Sorun Ermeni veya Rum olmak değil. Bir ülkede anlaşmazlık varsa, herkes etkilenir.
“Ne diyorsun anne!”
“Ben ne dediğimi bilirim.”
Annenin dediği gibi olur ve Kıbrıs bahane edilerek, 6-7 Eylül’de azınlıklara bir büyük darbe daha vurulur.
KÜNYE
Karıncaların Günbatımı
Zaven Biberyan
Kategori Roman
Dili Türkçe
Çevirmen: Sirvart Malhasyan
Özgün dili Ermenice
Aras Yayıncılık
Kapak tasarımı Aret Gıcır
Baskı bilgileri 1. Baskı, Şubat 2019
2. Baskı, Mart 2019
Sayfa ve boyut 528 Sayfa, 13×19,5 cm
Zaven Biberyan
1921’de İstanbul Kadıköy’de doğdu. Kadıköy Aramyan-Uncuyan ve Dibar Gırtaran (Sultanyan) Ermeni ilkokulları, Saint Joseph Lisesi ve İstanbul Ticari İlimler Akademisi’nde öğrenim gördü. 1941’de Yirmi Sınıf (Kura) asker toplanırken, o da askere alındı ve Nafıa hizmetine verildi. Üç buçuk yıl süren askerlik dönüşü Jamanak gazetesinde yayınlanan “Krisdoneutyan Vağhcanı” [Hıristiyanlığın Sonu] adlı yazı dizisi büyük gürültü kopardı, dizinin yayını durduruldu. Nor Lur [Yeni Haber] ve Nor Or [Yeni Gün] gazetelerinde, daha sonra da Jamanak gazetesi yayın kurulunda görev aldı. Sosyalist düşüncelerinden dolayı gelen baskılar sonucu gazeteden ayrılmak zorunda kaldı. 1946’da kovuşturmaya uğrayıp hapis yatan, daha sonra bulduğu işlerden de baskılar sonucu ayrılmak zorunda kalan Biberyan, sonunda ülkeyi terk etmeye karar verip 1949’da Beyrut’a gitti. Orada gazetecilik mesleğini, Ermenice yayınlanan Zartonk [Uyanış] ve Ararat’ın yazı işlerinde görev alarak sürdürdü Siyasi durumun iyileştiğini düşünerek, yaşamını güç koşullarda sürdürdüğü Beyrut’tan ayrılıp 1953’te İstanbul’a döndü. 1964’te yayınlamaya başladığı Nor Tar [Yeni Yüzyıl] adlı siyasi ve edebi dergi maddi sıkıntılar nedeniyle kapandı. 1960’lı yılların sonunda Meydan Larousse Büyük Lügat ve Ansiklopedi’nin redaksiyon kurulunda yer aldı. Türkiye İşçi Partisi’nden 1965 genel seçimlerinde İstanbul milletvekili adayı oldu ancak milletvekili seçilemedi.1968 yerel seçimlerinde ise aynı partiden İstanbul Belediye Meclisi üyeliğine seçildi ve meclis başkan yardımcılığı yaptı. Ülser hastalığına yakalanan Biberyan 4 Ekim 1984’te yaşama veda etti ve Şişli Ermeni Mezarlığı aydınlar bölümüne gömüldü. 1970’te Jamanak gazetesinde tefrika edilen, ölümünden birkaç hafta önce ise kitap olarak yayınlanan romanı Mırçünneru verçaluysı [Karıncaların Günbatımı] onun başyapıtı sayılır. Bu kitap Türkçeye Babam Aşkale’ye Gitmedi (1998’de) çevrilmiş, diğer romanlarından Lıgırdadzı, Yalnızlar (2000’de), Angudi siraharner ise Meteliksiz Âşıklar (2017’de) adıyla yayımlanmıştır.