Kendine karşı cimri, başkalarına karşı çok cömert olan Aziz Nesin – Mina Urgan (anılar)

Bir başka büyük devrimciye, Aziz Nesin’e değinmek istiyorum şimdi. Aziz Nesin üstüne çok yazıldığından, ileride daha da çok yazılacağından, kısaca söz edeceğim ondan. Aziz Nesin, Türk aydınlarının onuruydu, Türk aydınlarının şanıydı bence.

Çünkü hepimizin düşündüğünü, ama dile getirmekten çekindiğini, ancak o söylerdi hiç korkmadan, açıkça. Örneğin çoğumuz tanrıtanımazdık. Ama bunu açıklamayı göze alamazdık. Bir tek Aziz Nesin, “ben tanrıtanımazım” derdi dobra dobra.

Yirmi beş yıl kadar önce, adını taşıyan vakıf kurulduğu sırada, ilk yönetim kurulunun başkanı oldum. Aziz, “sen İsmet paşa gibi, hep Başkan kalacaksın” dedi bana. Ama emekliye ayrılınca, tüzük gereği başkanlığımı yitirdim. Geçenlerde Aziz Nesin’in ölümünün ikinci yıldönümünü anmak için orada açık havada yapılan bir toplantıya gidip de, Vakfın nasıl geliştiğini, yeni binaların yapıldığını, sayısı otuz sekize çıkan irili ufaklı çocukların “dedemiz” dedikleri Aziz’in bilinmeyen bir yere gömüldüğü bahçede nasıl koşuştuklarını görünce, içim açıldı.

Yönetim kurulunda çalıştığım yıllarda, Aziz’i sık sık görmek mutluluğumu yaşamıştım. “Mutluluk” diyorum; çünkü Aziz’in fiziksel görüntüsü bile, çocukları seven bana sevinç verirdi. Büyüdükten sonra da küçüklüklerinin izlerini taşıyanlara özel bir düşkünlüğüm vardı. Aziz’i ise, kısacık boyu, yuvarlak yüzü, kıvır kıvır saçlarıyla, iyice yaşlıyken de yedi yaşında tombul bir oğlana benzetirdim. Onu görür görmez, yanaklarından makaslar almak, saçlarını karıştırmak gelirdi içimden. Çoğu kez, kendimi tutamaz, bunları yapardım da.

Vakıf kurulduğu sırada, bizim sol enteller dudak büktüler. “Ne yani?” dediler. “Birkaç kimsesiz çocuğu eğitecek de, memleketi mi kurtaracak?” Oysa Aziz Nesin’in böyle bir iddiası yoktu. O sırada bana söylediği gibi, tek amacı, küçükken kendi çektiği sıkıntıları, yirmi otuz çocuğun çekmemesiydi. Bu korkunç sıkıntıların ne olduğunu merak edenler, Aziz Nesin’in yazdığı yüzden fazla kitabın en ilginçlerinden biri olan ve hiçbir güldürücü yanı bulunmayan Böyle Gelmiş Böyle Gitmez adlı özyaşam öyküsünün birinci cildine bakabilirler.

Belki çocuk yanı çok canlı kaldığı için, Aziz çocukları severdi. Çoğu erkeklerden farklı olarak, onların bakımını üstlenecek kadar severdi çocukları. İkinci eşinden ayrıldığı sırada dokuz on yaşlarında olan Ahmet ile Ali’ye bir süre nasıl hizmet ettiğini, onların yemeklerini nasıl pişirdiğini, beslenme çantalarını nasıl hazırladığını, küçük donlarını elleriyle nasıl yıkadığını gözlerimle gördüm.

Kendine karşı cimri, başkalarına karşı çok cömert olan Aziz’in, kendi çocukları için de, yabancıların çocukları için de yapmayacağı yoktu. Ömrümde tanıdığım çalışkan insanların en çalışkanıydı. Yıllarını, yazarlığıyla onurlandırdığı memleketinin çeşitli hapishanelerinde geçirmişti. Nedenini öğrenemeden tutuklandığı, onu ne gibi bir akıbetin beklediğini bilmeden bir hücreye kapatıldığı zaman bile, bir defterle bir kalem bulur, hemen yazmaya başlardı.

Köşesinde oturup kitap yazsaydı, birkaç yıl daha yaşayabilirdi belki. Ama kitap yazmakla yetinmiyordu. Aziz’in yaşında olduğum için, bunu bilirim: Yaşama içgüdüsü ağır bastığından, ihtiyarlar kendilerini korurlar. En yiğitleri bile, “hava bu kadar sıcakken ya da böyle soğukken, oraya gidemem, şuraya gidemem; ö yolculuğa çıkamam; bu toplantıya katılırsam, fazla yorulurum” derler kendi kendilerine. Ama Aziz Nesin’in böyle küçük hesapları yoktu. Öteki vakıf kurucuları gibi miras yiyerek ya da ticaret yaparak değil, salt yazı yazarak kazandığı serveti kimsesiz çocukları eğitmek uğruna harcadığı gibi, kendi sağlığını da siyasal inançlarını savunmak uğruna harcadı. Her bir yana koşuşuyor; bütün toplantılara, TV programlarına, açık oturumlara, eylemlere katılıyordu. Türk aydınlarının temsilcisi olduğuna göre, katılması da şarttı. Belki daha üç dört yıl yaşayıp yazabilecekken, işte bu yüzden öldü.

Mina Urgan – Bir Dinozorun Anıları
Dördüncü bölüm,
YKY

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir