Latif Çetin Yazar – M. Şehmus Güzel

Latif Çetin?in Ölü-Yaşar Kadın Hikayaleri isimli eserinin ikinci baskısı Hawar Yayınlarınca okuyuculara sunuldu. Bu yapıtın en çarpıcı yanı beş kadının öyküsünü aktarması ve beş kadının beş öyküsünü anlatanın yirmi yıldır, evet evet tam yirmi yıldır, « içeride » bulunmasıdır. Bu genç ve kararlı adam onsekizinde « içeri » düşmüştür ve tam yirmi yıldır « içeride »dir. Yirmi yıl bir ömür eder. Yirmi yıl eğer içeride geçirilmeşse birkaç ömrü daha bu ömre eklemek şarttır, « içerideki » çünkü bir değil birkaç ömrü birarada ve birlikte geçirir.

Latif Çetin lise ikiden sonraki eğitimini bizzat kendi kendine üstlenmiştir. Lise diplomasını « içeride » almış ve sırf kendi kendini « tartmak » için üniversite giriş sınavına girmiş ve epey yüksek puan da almıştır. Böylece « içeridekilerin » de dışarıdakiler kadar başarılı olabileceğini ispat etmiştir. Beğenmeyen, inanmayan olursa bu işi yeniden deneyeceğinden de eminim. Tercihini belirtmeyerek herhangi bir « okula » kayıt yaptırmamış, skolastik, bağnaz, paslanmış, aşınmış, günü çoktan ve « içi de » öteden beri geçmiş üniversite yerine « içerideki » sürekli halk üniversitesini tercih etmiştir.

Evet içeride birçok genç binbir dertle cebelleşiyor, birçok hastalıkla boğuşuyor, kimiyse o kötü ve çekilemez yaşam (buna yaşam denebilir mi bilemiyorum, kanımca denemez, ama yine de siz karar veriniz lütfen) koşullarında, ve onlara rağmen, Latif Çetin gibi okuyor, yazıyor, okuyor, yazıyor, yayınlıyor ve dinliyor.

Çocuklarımız ölmesinler, öldürülmesinler, sakat kalmasınlar, koşucu olsunlar, futbolcu, siyasetci, sendikacı, sanatçı, işçi, memur, öğretmen, avukat, yazar ve şair … olsunlar. Yok olmasınlar. Sadece olsunlar. Var olsunlar.

İşte Latif , onca işkence, zulüm ve baskı sonrasında kalem ve kağıdıyla karşımızda : O yazıyor, yayınlıyor ve dinliyor : Hem başkalarını hem de « içinden » gelen derin sesleri. İşte yapıtı bu seslerin dört duvarı aşıp bizlere yansıyan dalgalarıdır.

Eserin en ilginç yönlerinden biri sadece yaşanmış veya yaşanması mümkün öyküleri aktarması değil, felsefî sorular sormasıdır. Varlık ve yokluk, sevgi ve bilhassa ölüm üzerine sorular soruyor yazar. Dahası kendi önermelerini, kendi yarattığı kavramları da sunuyor, ileri sürüyor. Örneğin « sevgi » tanımını buraya aynen almak istiyorum :

« Sevgi, insanın sağır bile olsa duyduğu ses, kör olsa da gördüğü ışıktır. » (sayfa 57).

Sevgi ve « aşk » meselesi kitapta baştan başa yer alıyor. İşte bir örnek daha : « İnsan yüreği kocaman bir sevgi dünyasıdır. Bu sevgi deryası içinde yaşayan binbir türlü sevgi vardır. » (s. 76). Veya şu : « İnsan yaptığı her şeye sevgiyi katarak insanlaşır. » ( s. 58).

« Çocuk sevgisi », bir ana veya babanın kendi çocuğuna sevgisi de sayfaları üstten alta tarayıp duruyor : Örneğin « Ana »nın oğlu Dılgeş?e sevgisi (Bu birinci hikayeyi uzun bir ağıt gibi okumak ta mümkün, ve her ağıtta olduğu gibi burada da baştan sona ananın oğluna sevgisi dağı taşı darmadağınık ediyor), « Baba »nın öldürmek üzere olduğu kızı Gülistan?a sevgisi, Delâl?in Seyithan?a, Ömer?e ve biricik oğlu Yusuf?a sevgisi ve hele Hülya?nın, ana olamayacak genç bir kadının, çocuk özlemi için yazarın dizdiği satırlar. Bu sonunculardan birkaçını almazsam hiç olmayacak :

« Yirmi yaşındaydı, onun da her genç kız gibi evlilik hayalleri olmuştu. Kadınca sohbetlerde dinlemişti, hamilelik süreçlerini, karnında bir canlı taşımanın, onun ufaçık tepiklerini hissetmenin nasıl bir duygu olduğunu hep merak etmişti. Günü geldiğinde çocuğunu emzirirken, kustuğunda kusmuğunun o süt çocuklarına has kokusunu soluyacağını düşünmüştü. (…) Ama anası az önce tüm bunların nasıl da sadece birer hayal olarak kalacaklarını istemese de söylemişti. Ona ?ana? diyecek bir sesi hiç duymayacaktı. » (s. 40).

Yazar bunları gerçeklerden kopuk, varolanı yücelterek, idealist veya kendi kendine bilge ve saf biri gibi yazmıyor. Bunları anlatırken geleneksel aileyi, baba-çocuk, ana-çocuk ilişkilerini ve varolan anlayışları sorguluyor. Tartışıyor. Bu konuda Gülistan ile babası arasındaki tartışma anılabilir (s. 56?dan itibaren).

Erken yaşta evlilik ve sonrası da vurgulanıyor (s. 35). Kadınlık halleri, bütün yönleriyle ve gerekince eleştiri ihmal edilmeden aktarılıyor. Kitap folklorik tehlikeleri elinin tersiyle itiyor, yerelden genele doğru kadınları ve hallerini anlatıyor. Hülya örneğin kimlik kartı olmayan bir kız çocuğudur : « Dolayısıyla okul da okumamıştı. Evin ilk kızıydı. Okul okuyup ta ne yapacaktı ? » (s. 38). Bu durum sadece « orada » değil dünyanın dört bucağında geçerli değil midir ? Bu bağlamda Latif Çetin yerelden evrensele ulaşmıyor mu ?

Alın bir örnek daha : Bizde düğün üç gün üç gece yapılır, Latif Çetin, Hülya?nın, evlenmeye, çoluk çocuk sahibi olmaya vakit bulamayacak Hülya?ya « üç gün boyunca » sancılar çektirecek, « attığı çığlıklarla herkes » üzülecek, « herkesin yüreğine ateşler » düşecek (s. 49).

Yazar bu ana konuları hep « yaşama tercihi » etrafında sorguluyor, irdeliyor ve « ölüm »le « yaşam » arasında örülü derin ilişkileri anlamaya ve anlatmaya çabalıyor. Ölümle bu kadar içli dışlı ülkemizde, ölümün her eve girdiği ve bir daha çıkmadığı küçelerimizde, mahallelerimizde yazarın « ölüm » temasını irdelememesi mümkün değil. « Ölüm » meselesini sıkı ve hakiki bir biçimde inceliyor : « Ölüm onları bir daha görmeme anlamına geliyordu. » (s. 47). « Ölüm kendisiyle birlikte gelecek hayallerinin hepsini elinden alacaktı. (…) Yaşama dört elle sarılan korkaklardan değildi. Elbettte bir gün ölümün onun kapısını çalacağını biliyordu. Fakat bunun için henüz çok erkendi. » (s. 48).

Burada ister istemez aklıma Latif Çetin gibi « içeride » olan, akıl almaz hastalıklarla mücadele eden ve hâlâ içeride tutulan ve üretken iyi şair Erol Zavar?ın Ölümü Ektim Randevu Yerinde isimli şiiri geliyor :

?(…) bu şiirin içinden tren de geçebilir/uçak da/vapur da /bütün teknolojik ölüm aletleri de/ama hiçbirine binmeyeceğim/kusura bakma ölüm/gelmeyeceğim (…) »

Latif Çetin eserinde ölüm ve savaş konusuna da değiniyor, değişik yerlerde, ve sayfa 74?ten itibaren yeniden ölüm temasına yer veriyor :

« Ölüm gerçeğin en çıplak halidir. Çıplaklık, gerçeği kendisine yapancılaştıran üzerindekilerden arınmasıdır. Çıplaklıktan ötesi olmadığı gibi, gerçeğin ta kendisi olan ölümün de ötesi yoktur. » (s. 74).

Ölüm ölenlerin siyasi tercihi sonucu gelebilir, baba elinden ama binlerce yıllık geleneklerin ittirmesinden doğabilir, trafik kazasından, hastalıktan ve ölümü çok istemekten de, ama lütfen dikkat « intihar »dan değil. Delâl?in ölümü bu son konuda hem garip, hem ilginç bir örnektir. Yazar aynı zamanda ölenlerin sonrasında, ölümün yakınlarında yarattığı acıyı da irdeliyor. Bu anlatılarında evlad açısını fena halde duyumsatıyor.

Yazar burada tam anlamıyla yazar olduğunu ispat eden ince bir buluşla dikkat çekiyor : Azrail?i konuşturuyor veya düşündürüyor ve onun düşüncelerini, mutlaka kimi zaman (« zaman » kavramını yazar sayfa 25?te tanımlıyor) ağlayarak yazdığı belli, satırlarında bize yansıtıyor. Azrail işi azıtıyor ve kitabın « İlksöz »ü ile « Son söz »ünü de yazıyor. Mendillerinizi hazırlayaak bu satırları okumalısınız. Yazarın « Azrail »i, ölüm kokusunun sindiği acılı topraklarında bu kadar ölü görmekten yorulmuştur, üzülmüştür, ama ne yapsın « emir kulu »dur ve ölülere eşlik etmek zorundadır. Bunu « en iyi biçimde » kotarmaya çalışan, kimi ölüye iltimas bile yapan ve kimi kez « insan olmadığına » yanan tuhaf bir Azrail?dir bu. Hele bir tür « özeleştirisi » denilebilecek « Son söz » ve kimlik belirtisi Azrail?in gerçekten bittiğini ispat ediyor. Burada Wim Wenders?in Der Himmel über Berlin filmini anımsamamak elde değil. Filmdeki gibi her melek insan (çok ısrar edenler, aşık olanlar ve istisnalar hariç) ve her insan melek olamadığı için, burada da Azral insan olamıyor. Denese nasıl bir sonuç verirdi acaba diye sormadan da edemiyorum. Evet bütün Azrail?ler insan olsalardı ölüm kalkar mıydı piyasadan ? Haydi bakalım bu soruya birlikte bir yanıt arayalım mı ? Hani böylece biraz felsefe de yapmış oluruz. Bu pespaye günlerde bunun yararı da olur mutlaka. Latif Çetin?in Azrail?i, bakın, neler diyor, gelin kulak kabartalım :

« Ben alışamadım kadın ölümlerine, ama insan alıştı. İnsan sadece ?erkek?tir. Erkek, kadını ölü-yaşar halde tutalı bin yıllar oldu. Kadın ise sadece ağıt yakmakta haline… » (s. 102). Sonra şunu da ekliyor : « ?Ölümler, beni de acıtmaya başladı? dersem, bilmem ne kadar inandırıcı olabilirim. (…) ?Her veda, erken bir veda? olduğu gibi, her ölüm de erken ölümdür. » (s. 103).

Burada Dilîn mutlaka yaşamalıydı diye yazmak istiyorum. Evet herşeye rağmen yaşama bu kadar tutkuyla bağlı olan bir kadın gitmemeliydi. Kendal?ını yalnız bırakmamalıydı bu kahpe dünyada. Nitkim işte Azrail bile aynı kanıda : « Yeryüzünün özgür kızıyla cennete doğru yolculuk yaparken, o akşam ay doğmamıştı. Yeryüzündeki tüm insanlar bana ve yanımda duran Dilîn?e bakıyordu. (…) Dilîn?in yüzü, güzelliğiyle ay gibi ışık saçarak karanlığı aydınlatıyordu. » (s. 101).

Evet hikayelerimizdeki Azrail yorgun ve üzgündür. Bu kadar ölüme Azrail mi dayanır ?!! Peki hayattaki Azrail?leri ve onlara emir verenleri ne yapmalı ?

Latif Çetin beş kadının yaşamdan ayrılışını anlatıyor. Yaşanmış hikayeler de olabilir bunlar. Hülya mutlaka yazarın ablası. Bir erkeğin kadınları anlatması ve daha iyisi kadınları bizzat kadınların yanında veya tarafında yerini alarak en iyi biçimde yansıtmasını Yılmaz Güney?in değişik filmlerinde görmek mümkün : En başta Sürü?de Berivan ile Yol?daki beş kadını anımsayabiliriz. Güney sanki erkeklerin hikayelerini anlatır gibi yapıp kadınları anlatır aslında. Latif Çetin doğrudan doğruya kadınları anlatıyor. Etle tırnak gibiyiz kadınlar(ımız)la ve hikayelerimiz de birbirinden ayrıl(a)maz, ama bunu da herkes böyle anlatmaz, anlatmayabilir. Burada vurgulamak istediğim budur. Latif Çetin aynı zamanda kadınlara borcumuzun ödenmesi için çağrı yapıyor. Herkes elini cebine atmalı, elini önce vicdanına sonra mutlaka cebine atmalı. Fazla geçikmeden. Kadınları(ımız) çünkü kalıcı değil. Gidici ve yazar bu noktaya dikkat çekiyor. Kadınlar(ımız) gidici.

Yazar anlatılarında kimi zaman epey ayrıntı veriyor. Örneğin Hülya?yı anlattığı sayfalarda rüzgarda sallanan kavak ağaçlarının sesleri, esintiler, kuş sesleri, ay ışığı, sonbaharın kendisi ve daha bir dizi şey. « Sahne » gözünüzün önünde, yüreğinizde, en derin içinizde, beyninizde canlanıyor, kimi zaman boğazınızda bir şeyler düğümleniyor, sesiniz soluğunuz kesiliyor. Burada aklıma yine Yılmaz Güney geliyor : Siverek?in, Adana Yüreğir?in yürekli çocuğu aramızda olsaydı aynen şunları söylerdi, eminim : « Latif kurban, ne çok ayrıntı veriyorsun iki gözüm, senin yazdıkların tam senaryo, bunun filmini çekmek istesem inan senaryoya ihtiyacım olmaz, alırım yazdıklarını ve aynen sinemaya uyarlarım. » Madem öyle Latif?in kitabından Dilîn ile Kendal arasındaki şu « sahneyle » bitirelim :

« Onlar konuşarak zaman kaybetmek istemediklerinden birbirlerine bakmayı tercih ettiler. Yıllarca birbirlerine söyledikleri her sözü beyinlerinin ve yüreklerinin onlara ait olan yerlerine kazımışlardı. Şimdi ayrılık zamanıydı. » (s. 80).

Kitabın Künyesi
Ölü-Yaşar Kadın Hikayaleri,
Latif Çetin
Hawar Yayınları
Birinci baskısı 2009?da Vesta Yayınları tarafından sunuldu.
İkinci baskı 2010
126 sayfa

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir