Modernite / Akıl Çağı ve Düşler – Nejdet Evren

Uygarlaşmayı yalnızca teknolojideki ilerlemeler olarak ele almamak gerekir. Teknoloji ile uygarlaşma paralel devinmiş olsaydı gün itibariye teknolojide yakalanan ilerlemeye koşut olarak tüm toplumların kültürel-ekonomik-politik, insanca yaşaması için gereksindiği şeylere eşit bir şekilde herkesin ulaşabiliyor olması gerekirdi; ne ki, hiç de öyle olmadığı gün gibi açık. Yazılı tarih öncesinin devasa birikimi yazılı tarih ile adeta bir lokomotife kavuşmuş, insanın uygarlaşabilmesini, uygarlaşmanın tanımını bu şekilde kat ettiği mesafeye göre yapabilmiştir. Yazı, bilginin deforme olmadan/bozuma uğramadan kuşaktan kuşağa aktarılmasını sağlayan çok önemli bir faktördür. Hemen hemen tüm çocukların oynadığı kulaktan kulağa kelime fısıldama oyunu, sözlü anlatımın ne kadar kısa sürede değişime uğradığına somut bir örnek teşkil etmektedir. Mezopotamya uygarlıklarından kadim Sümerler’in bundan yaklaşık 5500 yıl önce kullandıkları çivi yazısı, yarı-tanrı, tanrı ve daha sonra onlara eşlik eden Yunan mitolojisindeki tanrılar eşliğinde efendi-köle, yöneten-yönetilen, sömüren-sömürülen ilişki kalıplarının yaşanmaya başladığı zaman dilimine denk düşmektedir. Her ne kadar Yunan site devletlerinde küçük bir azınlığın site içi özerkliği, özgürlüğü olsa da geriye kalan çoğunluğun emeğinden, vücudundan her türlü istifade edilen birer canlı-araç değerinde olduğu görülmektedir. Yazı efendi-köle ilişkisini doğurmamıştır; efendi-köle şeklinde sömürüye dayalı ekonomik-politik-sosyal yapılar yazıyı gerekli kılmış ve yazı bu gereklilik sonucu icad edilmiştir. – Paranın icadı da bundan farklı değildir. – Zira, efendinin unutulmaması gereken emir ve yasaklarının yasa olarak tanımlanmaları, fermanların mühürlenmesi gerekmiştir. Ana-erkil toplum içinden doğan ata-erkil yönetişim biçimi önce kadın kimliği ve bedeni üzerinde şekillenmiş ve daha sonra tüm emekçiler üzerinde biçim değiştirerek biat etmenin sınırlarını genişletmiştir. Bu genişleme hiçbir sınır tanımadan; mutlak itaat önce kulluğun ödevi iken daha sonra kadının erkeğe, kölenin efendiye, serfin derebeye ve proleterin burjuvaya göstermesi gerektiği şeklinde kurumsallaşmıştır. Yazılı tarihle eş-zamanlı olarak başlayan sömürü biçimlerinde insanların büyük çoğunluğu “özne” olmamış/özne olarak değer görmemişlerdir. Büyük çoğunluk küçük bir azınlığa tabii olarak yaşamıştır.

15 yy. da ticaret burjuvazisinin deniz aşırı ticaretine bağlı olarak zenginleşmesi ile palazlanan yeni sınıfın/burjuvanın, o zamana kadar tanrının mutlak emri altında iradesi dahi yok sayılan insanın bu bağdan kurtulmasını, dinin emredici buyruğunun kendi alanına hapsedilerek seküler bir toplumsal düzen ile sözde özgür bireylerin yaratılmasını/tanınmasını gerektirmiş, “rönesans” ve “reform” ile beslenen “aklın üstünlüğü” ile gök-tanrılar yerlere indirilmiş, İngiliz Sanayii Devrimi ile ekonomik-teknik, Fransız İhtilali ile politik çerçevesini tamamlayarak iradenin özgürlüğüne dayalı modernitenin temellerini atmıştır. “Modernite,doğmakta olan kapitalizmin eseridir ve onun dünya ölçeğinde yayılmasıyla yol almaktadır”. (1) Gerçek sorumlunun kendisi olması için derebeyden ve ruhbandan kopartılan “birey” artık aklı ile özgür sayılmalı ki yaşadığı tüm olumlu ya da olumsuzlukların hesabını kimseye soramasın!…Bu aşamada birey “özne” olmasına “özne” sayılmakta ise de; özgülük ve eşitlik temelinde bir “özne” olduğundan söz edilemez. Zira yeni sınıf olan burjuvazinin temel hedefi Marx’ın analiz ettiği P-M-P temelinde en yüksek karı elde etmek ve bunun için özgür olduğuna inanan ve fakat tüm emek gücünü kapitalistin kar amacına devretmek zorunda bırakılan “özne”ler yaratmaktır.
“”Ekonomik yaşamın yönetimindeki akıl, sözleşme özgürlüğünü, başka bir ifade ile “piyasayı” varsayar. Dolayısıyla toplumu oluşturan “bireyler” arasındaki değişim (ticaret) ve işbölümünün örgütlenmesinde piyasa temeldir. Ekonominin sağlıklı işleyişi de kendi payına artık “ iyi toplumun” kutsal değeri sayılan mülkiyetin korunmasını gerektirir”” (2)

18 ve 19 yy. a gelindiğinde A.Smith, J.S.Mill, J.M.Keynes gibi burjuva ideologları kapitalist
ekonominin, arz-talebin, piyasanın serbest olmasının üretimi ve onun verimliliğini belirleyen
vazgeçilmezler olduğunu vaaz edip bununla sınırlı kalmayıp onun politik ve etik yasalarını da kaleme almışlardır; ne ki, hiç biri devlet desteğine dayanmayan, onu yanına almayan ve gücünü kullanmayan bir kapitalist/burjuva olabileceğini/olması gerektiğini vaaz edememiştir. “”…”Devletsiz” bir kapitalist ekonomi, liberalizmin ideolojik ve kof gevezelikleri dışında hiçbir yerde yaşanmamaktadır. Henüz bir ulus ötesi “dünya” devleti de doğmuş değildir””. (3) Hiç biri “ bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” dedikten sonra “bırakınız batsınlar” diyememiştir. Çünkü mülkiyetin kutsallığı artık sermayenin kutsallığı mertebesine yükselmiş bulunmaktadır da ondan….Bu durum liberalizmin demagojik bir söylem olduğunu, serbest ekonomi olarak maniple edilen şeyin aslında tek taraflı ekonomik serbestiyi içeren ancak politik serbestiyi içinde barındırmayan bir yapı olduğunun göstergesidir. “Mülkiyetin eşitsiz bölüşümünün zorunlu olarak dayattığı eşitlik-özgürlük çalışmasıyla malul eşitlikçi denilen liberalizm de tam bir safsatadan ibarettir.” (4)

Öküzün sabana koşulması nasıl ki insanlık tarihinde üretim artışına katkısı yönünden çok önemli bir olanağı sağlamış ise buharın makineye uyarlanması da bir o kadar belki çok daha fazla olanak sağlamıştır. Mesafeler kısalmış, üretim bire yüz artmıştır; yanı sıra emeğin yerine ikame edilen makineleri ilk parçalama girişimleri de bu nedenle gerçekleşmiştir. Kapitalist üretim tarzı kendi iç ekonomi-politiğinde arz fazlasını paraya dönüştürmek için merkezden uzaklaşarak kolonyalist yayılımcılık sergilemiş ve merkez dışındaki bir çok Asya, Afrika ülkeleri işgal edilmiştir. Oryantalizm Avrupa’nın üstünlüğü anlayışını esas alır; buna göre Avrupalı efendilerin geri kalmış ülkeleri işgal edilebilir, kaynakları kullanılabilir; bu, onlara medeniyet denilen şeyi götürmek için yapılan ve yapılması zorunlu görülen adete bir hizmet/görev olarak addedilmektedir. Böyle olunca kolonyalist yayılmacılık Avrupa’lılar için adete bir hak niteliğine dönüşmüş demektir. Sanayii devriminin yarattığı teknoloji ile silah yönünden de üstün duruma geçen Avrupa arkaladığı oryantalist paradigma ile artık dünyanın istediği yerini işgal edecek, hem öz kaynaklarını kullanacak, ülkeye sermaye transferi sağlayacak ve üstüne üstelik her gittiği yerde kendi kültür ve dinini yayarak tüm dünya halklarını kendisine bağımlı bir hale getirecekti. Sanayii devrimi çevre ülkelerde böyle bir yıkıma neden olurken merkezde ise kent merkezlerinde kurulan fabrikalara emek istihdamını sağlamak için topraksız köylülerin cazibesi haline gelecek; derebey dizgininden kurtulmuş olarak kentlere akın etmeye başlamalarını sağlayacaktı. Bu göç dalgaları kent merkezlerinin morfolojik, kültürel dokusunu da değiştirecek, kent merkezi çevresinde gettolar oluşmaya başlayacaktı. Gecekondu/gettolara sığınıp kalan kır emekçileri hem kendi coğrafyalarına yabancılaşacak ve hem de yeni geldikleri kent yaşantısına ayak uydurmada ciddi sorunlar yaşayacaklardı. Yanı sıra yerleşikler tarafından her zaman bir “öteki” olarak görülecek ve dışlanarak, hor görülecekti. Bu göç dalgaları doğal olarak kentlerde ucuz emek gücünü yaratmakla kalmayacak, azımsanmayacak ölçeklerde bir işsizler ordusunun oluşmasına da neden olacaktı. Bu durum kapitalistin işine gelir; zira, işsizler ordusunun çalışan kitle üzerindeki baskısı her daim ücretlendirmede patronun keyfiliğini sağlayacak, emek gücünü çok daha fazla sömürmesini temin edecekti. Bu nedenledir ki hiçbir kapitalist ekonomik modelde tam kapasite istihdam mümkün değildir; mutlak surette bir işsizler ordusuna gereksinim duyar. Denebilir ki kapitalizm, işsizler ordusunu sürekli arttıran bir ekonomik-politik modeldir.

İnançların/inanışların kişisel alana hapsedilerek, kurumsal temel belirleyen olmaktan çıkarılması şeklindeki seküler yapı kapitalizmin doğurduğu modernitenin olmazsa olmazlarındandır. “…zira teokrasi Tanrı’nın iktidarı demektir, pratikteyse Tanrı adına konuşmak demektir. Teokrasi moderniteye karşıdır, zira modernite, modern demokrasiye gönderme yapar ki, o da insanların özgürce yasaları yapması, tarihinden sorumlu olması demektir.”(5) Teknoloji çağına girildiğinde laiklik/sekülarizmin kabulünün kaçınılmaz olduğu aşikardır. Buna direnmenin emperyalist-kapitalist yayılmacılığa çanak tutmaktan başka bir anlamı da kalmamıştır. “Oysa, laiklik, politikanın özgür keşif alanı haline gelerek, modern anlamda demokrasinin ön koşulunu oluşturur.”(6) Ancak bu durumun oryantalist düşünceden azade tutulmasının gereği de açıktır. Demokrasinin gelişmiş medeniyetlere ait olduğu yanılgısından uzak durmak ilk adımı oluşturacaktır. Geçmiş tarihe bakıldığında bunun örneklerini görmek mümkündür. Marx’ın öngörüsü burjuva ve proletaryanın çelişkilerinin yoğunlaştığı ülkelerde sosyalist devrimler olacağına dairdi; ancak pratikte bu durum gerçekleşmeyip köylü ağırlıklı toplumlarda önce Sovyetler Birliği’nde ve daha sonra Çin’de somutlaşmışlardır. Dolayısı ile uygarlaşma sürecindeki tüm kazanımların tüm tekellerden uzaklaştırılması gerekir. Unutmamak gerekir ki; modernite, oryantalizm, burjuvanın doğuşu, Avrupa merkezciliği eş zamanlıdır. Bir gecede 40 bin Hintli terzinin İngiliz kolonyalistlerce kollarının kesilmesini ilerici bir adım olarak görmek te aynı şekilde oryantal düşünce ile malüldür. Aydınlanma döneminin seküler demokrasi anlayışı temsili demokrasi ile vücut bulmuştur. Yüz yıllardır uygulanan bu yönetişim tarzında sorunların yeterince çözülemedikleri aşikardır; seküler olmanın tek başına bir anlam kazanmadığı, bunun anlam kazanabilmesi için temsili demokrasilerin tabandan tavana doğru yayılarak yetki, sorumluluk ve katılımının sağlanması ile mümkün olacağı söylenebilir. Kapitalizm gerçeği merkez ve çevre temelinde somutlaşmaktadır; çevreden merkeze doğru para ve sermaye akışı süreklilik arz eder; bu nedenle çevre toplumları/ülkeleri ile kapitalist ülkeler arasındaki çelişkiler ekonomik-politik çelişkilerdir. Merkezi ülkelerin iç çelişkileri mevcudiyetlerini her daim korur; lakin merkezin çevre aleyhine kazanımlarından dolayı merkezin iç çelişkisi çevrenin iç çelişkisinden daha az yoğunlukludur. Bu noktadan hareketle, doğu-batı çelişkisini bir kültür çelişkisine indirgemek gerçek çelişkinin mistifike edilmesini/gizlenmesini sağlayacak bir yaklaşımdır. “Bu garip anlayışa göre, farklı tarihsel güzergahları izlemiş halklar ve onların dini ve kültürü kendine özgüdür, değişmez-bozulmaz
ve ebed müddet geçerlidir…Kapitalist moderniteye ( aradaki farkı dikkate almadan tarihsel sosyalizm deneyleri de ona dahil edilerek ) alternatif olarak sunulan İslami söylem, asla İslami değil, politik niteliktedir.” (7) Kültüralizm temelde kapitalizmin işine gelmektedir; bu şekilde elinde sürekli olarak çevre ülke halklarına karşı kullanabileceği bir koz bulunmakta ve işine geldiğinde bu kozu kullanmakta bir an tereddüt etmemektedir. “ Büyük sermayenin ideolojisi, gerçek dünyadaki reel sosyal çelişkilerin yerine, muğlak, ebed müddet geçerli hayali kültürleri koymaktadır. Sonuç itibariyle politik İslam bir cemaatçiliktir.” (8)

“Aklın üstünlüğü” ile “birey” ve “özgürlük” tarihin sahnesine bir kere çıktıktan sonra modern
anlayışta onu yeniden köleleştirmenin olanaksızlığı da anlaşılabilir bir durumdur. Hiçbir şey edeb müddet değildir; Herakleitos birlerce yıl önce “akan suda iki kez yıkanılamaz” diye boşuna söylememiştir. Aynı suyu temcit pilavı gibi öne koymanın bir anlamı da kalmamıştır. Uygarlaşma sürecindeki tüm birikimler insanlığın ortak mirasıdır ve hiçbir kişinin tekelinde olamaz. Tarihi insanlar yazar; bunun için her şeyden önce iradeleri üzerindeki tüm prangaları kırmak olacaktır. “” Ne toplumların tarihi ne de insanların tarihi “programlanmış”tır. İşte özgürlük, tam de bu farklı alternatifler arasında seçim yapmayı mümkün kılan söz konusu kertelerin mantığının çatışmasının bir tezahürü olarak tanımlanıyor.”” (9)

Modernite-akıl çağı ve düşler; Babil Zigurratları’ndaki inanış ve sosyal yapılanma ki Sümerler’in “Gılgameş, Yaradılış ve Tufan” destanlarında kristalize edilen birer “üstyapı” olarak sınıfsal temelleri üzerine oturmaya başlamıştır. Avrupa’ya yerleşen toplumlar Aristokratlar ve Engizisyonun tekeline karşı palazlanan ticaret burjuvazisi sayesinde reform ve rönesans ile aydınlanma dönemine girmiş ve seküler yapıyı gerçekleştirebilmişlerdir. Bu “sanayii devrimi’ile taçlandırılmıştır.. Kolonyalizm ve sömürgecilik had safhaya ulaşmış ve her işgal etikleri coğrafyadaki toplumları kendi inanış ve kültürlerine angaje etmeye kalkışmışlardır. Uhrevi olanın sosyo-ekonomik-politik altyapısı ile etik/kültürün altyapısı özdeştir. Kısaca söylersek; egemen/baskın sınıfın inanış, etik/kültür üzerindeki sınıfsal çıkarları kitleler üzerinde hemen hemen her coğrafyada benzer şekillerde etkili olmuş ve fakat tüm inanış ve değerler varlıklarını karşı koyarak korumuşlardır. Bilgi inancı ketler, inanç ise bilgiye kapılarını kapatır. Sermayenin hareket tarzını bilmeden salt inançla onun üstesinden gelinemeyeceği açıktır. Zira, “Sermaye, modernleşmeyi (ve dolayısıyla potansiyel demokratikleşme) değil tam tersini yaratıyor: otokrasi ve yoksulluğu modernleştiriyor.”(10) Sürdürülemez olduğu apaçık olan kapitalist ekonomik modelin bireyi gerçek “özne” konumuna yükseltmesini beklemek Godot’yu beklemekten başka bir anlam taşımayacaktır. “Artık kapitalizmi sorgulamadan demokratik gelişme yaşanmayacak.”(11)
“Özgür” birey için düş zenginliğine gereksinim olacak!…

Nejdet Evren,
Kasım 2021/Akarca

Esin Kitabın Künyesi;
Modernite, Demokrasi ve Din, Kültüralizmlerin Eleştirisi, Samir Amin, Yordam Kitap, Üçüncü Basım: Mart 2020, Fransızcadan çevirenler: Fikret Başkaya, Uğur Günsür, Güven Öztürk. 192 sayfa
(1) Age, S: 9
(2) Age, S:17
(3) Age, S:142
(4) Age, S: 18
(5) Age, S: 41
(6) Age, S: 61
(7) Age, S: 65
(8) Age, S: 70
(9) Age, S: 78
(10) Age, S:125
(11) Age, S:145

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here