MOLOZLARDA UNUTULAN EZGİLER*

Otobüsün camından dışarı dalgın dalgın bakan gözlerine yeşil bir kalem çekmiş Sultan. Yanaklarında ateş parçaları, kızıl ejder pulları gibi pırıl pırıl geziyor. Vatan Caddesi’nin iki yanından akan sarı, gri binalara inat dudakları da pespembe. Bu canlı renkler, satamadığından elinde kalan bir demet gülle birlikte, kalın bacaklarını açıkta bırakan çiçekli kısa elbisesine karışıyor önce, ardından bütün yolcuların kaçamak bakışlarına sızıyor. Peşi sıra bulvar boyunca uzanan şehre yöneliyor ama orada korkunç bir yaratığın bilenmiş saldırgan dişleri var. Onlarca yılın yağmuru karıyla boyaları dökülmeye yüz tutan çirkin binalar, yekpare camlarla çevrili yüksek kuleler ve çelik konstrüksiyon heyulalar izin vermiyor böylesi bir cümbüşe.  Sultan, bu haliyle siyah beyaz bir fotoğrafın içinde parlayan renkli bir hayalden farksız. Otobüsün içi de dışı da yanında sönük kalıyor ve üzerine toplanan bakışlarla neredeyse bütün dünya onun çevresinde dönüyor.

Ama bütün bakışların üzerinde toplanması, ne yaparsa yapsın kurtulamadığı bir tutsaklık aynı zamanda. Deliksiz uykulardan, bitmek bilmeyen yolculuklardan, insanı neredeyse çıldırma noktasına getiren can sıkıntılarından daha uzun, daha beter bir tutsaklık. Çırılçıplak bir gerçekliğin içinde saatler, günler geçerken bir türlü içinden çıkamadığı bir tutsaklık.

Ne var ki bu tutsaklığın farkında değil Sultan. Yurdundan kovulan bir kavmin getto yalnızlığından taşınmış kavrukluğu hem yüzünde hem de yüreğinde taşısa da içindeki kara deliğe saklamıştır hüznünü. En azından ağza alınmayacak küfürleri etrafa hoyratça savurduğu zamanlar, ya da bir gül satabilmek için toy âşıklara sırnaşırken o siyah beyaz fotoğraftaki hüzünlü bakıştan eser bulamaz kimse.

Gelgelelim, Sulukule’nin Devriye Evleri’nde neşeli Roman havalarıyla göbek attığı günler aklına geldikçe ve o keman, darbuka, gırnata seslerini duyar gibi oldukça yüzü biraz düşer. Şimdi camdan dışarı bakarken iki yandan yükselen duvarları değil de o acı gerçekliğin arkasında saklanan uzak bir geçmişi görüyor bu yüzden.  Neredeyse bin yıl boyunca sabah akşam demeden süren eğlencenin ve şamatanın içinde melankolik benliğini unutan keman gıy gıylarını, anason kokularının bulutları arasında darbuka darbeleriyle bir sağa bir sola vuran kalçaların ve küçücük sutyenlerde yerinde duramayan kıpır kıpır memelerin yörüngesindeki çapkın ışıltıları görüyor.  İsrafil Borusu gibi insanın nefesini keserek aklını başından alan gırnataların, neredeyse ölüleri dirilten baştan çıkarıcı tılsımını görüyor sonra.

Belki de bütün bu melodilerdir onu kör eden, koca bir şehre bakarken şehri değil de sanki aynaya bakar gibi kendisini görmesi bundandır. Öyle ya, sırlanmış bir kente dokunmaya çalışmak bir hayale dokunmaya benzer! İnsanın kafasını allak bullak eden bir illüzyon da olabilir bu. Ne olursa olsun, gördüğü şey, aslında var değildir. Kim bilir Sultan da kentin aynasına düşen bir yansı olabilir sadece ya da kendini geçmişte arayan bir ses. Tıpkı yerle bir edilerek yok edilen Sulukule gibi uzaktan uzağa güç bela duyulan bir çığlık. Yıkıntıları arasından, Roman ezgileri, edepsiz gülüşler, kaytan bıyıklar, Âdemelmalarından dökülen meyler, camdan cama bağırışlar, göz kırpmaları, durmadan göbek atan çengiler, bol sarımsaklı meze kokuları taşan bir fısıltı.

Sultan’ın kurduğu hayaller de bu hafriyatın içinde bir ölüden farksız boylu boyunca yatıyor işte!  Gözlerine doldurduğu daracık sokaklar, uykularını bölen bütün rüyalar ve iki eliyle birden beline sımsıkı sarılan kara kuru bir oğlanın onu öptüğü o karanlık kuytu, bir iş makinasının canavar dişleri arasında paramparça kanıyor şimdi! O da Sulukule gibi, bir zamanlar kaybolup gitmiş, daha da kötüsü neredeyse unutulmuş bir hikâyeden öte bir şey değil artık.

Bundan mıdır bilinmez ama Sultan ne zaman Vatan Caddesi’nden geçse babasının anlattığı hikâyeleri düşünmekten alamıyor kendini. En çok da Sulukule Kapısı’ndan surları yararak Langa’ya kadar köpüre köpüre akan Lkyos Deresi’nin hikâyesini anımsıyor. Rumların, Ermenilerin ekip biçtiği, dere boyunca uzanan o bostanları, o bahçeleri, sonra dillere destan enginarı tabi… 

Önce adı çalınan ve Bayrampaşa denilmeye başlanan bu derenin, çok geçmeden, balıkları, o balıklarının içinde süzüldüğü yeşil suları da elinden alınmış. Sonra, kuşları, kelebekleri, bostanlarındaki neşeli hasatları. Yetmemiş, o hasatların içinde ele avuca sığmayan yüzlerin geçmişleri ve gelecekleri de Lykos’un pırıltılı aksinden silinivermiş. Adeta yakmışlar Lykos’u, dilini damağını kurutup yatağına zift dökmüşler, yanına yamacına beton dikmişler, bir de nispet eder gibi ölü bedeninin üzerinde zafer geçitleri tertip etmişler.

Otobüs, surlardan dışarı çıkıp kıvrılarak Edirnekapı’ya doğru oflaya puflaya tırmanmaya başladığında, Lykos ile Sulukule’nin yazgısının nasıl da birbirine benzediğini düşünüyor Sultan. Her ikisi de adeta kuşatma altındaki bir şehre, binlerce yıllık derin uykusundaki o şehre, gürültü patırtı çıkarmadan, sessiz sedasız surları yıkarak sızmışlar. Kaftanlarını sürükleyerek bir kulaktan diğerine fısıldayan kurnaz vezirlerin, gizlice şehzadelerini süzerken sakallarını sıvazlayan padişahların, cinlerin ve perilerin durmadan rüyalarında cirit attığı o şehre, bütün bu düşler içinde homurdanan o şehre yavaş yavaş akmışlar. Neredeyse kimse duymamış onları, ne Lykos’un ne de Sulukule’nin farkına kimse varmış.  Kim bilir, belki de daha sonra kolaylıkla yok ederek unutturmak için her ikisini de görmezden gelmişler. Sultan da bu unutulma girdabından kurtulamamış elbet, döküle saçıla içi boş bir posaya dönmüş sonunda.

Bilinmez ama Edirnekapı Kaleboyu Durağı’nda indiğinin farkına bu yüzden varamıyor herhalde. Yıkık dökük surların Sulukule Kapısı’ndan da tıpkı Lykos ve Sulukule gibi, neredeyse kendisinin bile ruhu duymadan geçiyor.   Ama Sulukule’nin yerine yapılan ahşap görünümlü beton yığınları, Osmanlı Konakları gibi düzmece bir ad verilen o soysuz evler karşısına dikilince alışkanlık perdesi keskin bir bıçakla ikiye ayrılıyor sanki.

 O perdenin ardında hayalle gerçek, geçmişle gelecek, ölümle hayat adeta iç içe. Bu içi içe geçmişlik yüzünden, yan yana sıralanmış konutların derinlerindeki Devriye Evleri’nin molozlarından yayılan neşeli havaları duyuyor Sultan. Jiletli tellerle çevrili bahçelere park edilmiş lüks arabaların yerinde, gürültülü motor patlamalarıyla sokak sokak vınlayan Murat 124’leri ve neredeyse uzay gemisi muamelesi yapılan o düş arabalarına doluşan delikanlıların gözlerindeki parıltıyı görüyor. Akşam yemeği için masalara kurulmuş asık suratların gerisinde, ağız dolusu küfürlerle, eşek şakalarıyla ortalığı kırıp geçiren şen şakrak muhabbetler geliyor kulağına. İn cin top oynayan ıssız sokaklardan geçerken, kaldırım taşlarında oturup gelinlerini çekiştiren yaşlı kadınlara, bir kapıdan diğerine kaçarak ebelemece oynayan çelimsiz çocuklara çarptığı duygusuna kapılıyor.  Bir yandan batak oynarken, diğer yandan ikinci kattaki balkonda çamaşır seren karılarına saydıran kahve müdavimlerinin sokağa kadar taşan masalarından dağılan tütün kokularını alıyor. Derken, Devriye Evleri’ne eğlenmeye gelen müşterilere terlik, köfte, ciğer, muhallebi satan satıcıların bağrışlarını işitiyor ve bu hayaller arasından geçerek, onlarca yıldır değişmeden öylece duran Hatice Sultan Mahallesi’ne neredeyse bir zaman yolcusu gibi adım atıyor.

Ama gövdesi Osmanlı Konakları altında kalmış bir kertenkele kuyruğuna benziyor burası. Ne yaptığını bilmez halde can çekişerek amaçsızca kıvranan bu mahallenin içlerine sokulan Sultan, yine de her adımda şimdiki zamandan geçmiş zamana yolculuk yapıyor ve ona yabancı olmayan, dahası zoraki kendisinden alınmış bir zamana geri dönüyor aslında. Böylece cıvıl cıvıl bir panayırdan farksız sokaklarda gezinen hınzır gülüşler onunkine benzeyiveriyor, aman canım ne olacak rahatlığıyla yapılan salla pati yürüyüşler parkelere aynı gölgeleri bırakıyor.

Derken bu aynılık yüzünden üzerindeki bakışların çekilmesiyle birden sıradanlaşıyor Sultan; ne Keçeci Piri Camii kapısında toplanmış pos bıyıklı yaşlılar, ne de rüzgârıyla örtülerini savurduğu pişpirik masalarının üzerinde her biri bir hayal bulutu gibi duran o metruk yüzler fark ediyor onu. Mahallenin tantanasına kusursuzca karıştığından olacak, kahvenin önünde tezgâh kurmuş seyyar köftecinin eski püskü arabasının yanından geçerken de hiç dikkat çekmiyor.

 Burası çağıltılı Lykos Deresi’nden farksız, birbirinin aynası olan damlalar gibi gürül gürül insan kaynıyor sokaklar. Osmanlı Konakları’nın derinlerinden taşan hayaletler Hatice Sultan Mahallesi’nde ete kemiğe bürünmüş.  Ama bütün bu kanlı canlılığa karşın minicik bir keman gıy gıyı olsun duymuyor Sultan.  Bir darbuka patırtısı ya da gırnata ezgisi gelmiyor kulaklarına. Sesini soluğunu yitirmiş bu sokaklar! Müziğini, ruhunu eskilerde bırakmış! Sağdan soldan yayılan kahkahalar, bağırış çağırışlar ise son nefesini verirken çıkardığı son bir hırıltıdan başka bir şey değil.

Ama evine doğru yaklaştıkça çok uzaklardan oynak bir Roman ezgisi yayılmaya başlıyor havaya, her adımda büyüyüp içinde serpilen bir melodi. O yüzden evinin kapısına ulaştığı halde içeri girmiyor, sesin geldiği yöne doğru yürümeye devam ediyor. Biraz daha ilerleyip sokağın köşesine ulaşınca sol taraftaki mahalle düğününü görüyor Sultan. Parıltılı saten kumaşlar, kısacık etekler, dar pantolonlar içinde müziğin ritmiyle kendinden geçmiş kıpır kıpır bir kalabalık var orada. Kadınlı erkekli bu kalabalığın coşkusu hemencecik onu da sarıyor ama durup şöyle bir baktıktan sonra yalnızca bir gölge gibi karışıyor aralarına. Bütün bir gövde şeklinde değil de kollar, bacaklar, eller, parmaklar, kalçalar olarak karışıyor. Saçlar, tırnaklar, kaşlar, gözler olarak. Gömme dolaplarda saklanan yastık yüzlerinin naftalin kokularını yakalayan hatıralarla ve uykusundan sıçratan korkulu düşlerle karışıyor. Göbek atmıyor aslında Sultan, dans etmiyor; her ayak hareketinde, yörüngesinde döndüğü her seferde Sulukule’nin terli akşamlarının Roman ezgileriyle karışmış isimsiz soluk yüzleriyle ve o yüzlerin dışında dalgalanan hayallerle göz göze geliyor. Sadece hayaller değil ama Devriye Evleri’nin dumanlı odalarının sis bulutunda unutulan hayatlar da bir film şeridi gibi, Lykos gibi pırıl pırıl akıyor ruhuna. Derken o film şeridinin içinde bir kayıp ilanındaki harflerden farksız olan kendini görüyor. Ama kimse onu ne arıyor ne de soruyor, Sultan’dan habersizce soluksuz dansına devam ediyor herkes.

 Ergün DOĞAN

  • Molozlarda Unutulan Ezgiler: TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi Teoman Öztürk  Mekan Öyküleri 2021 Birincisi