Başlıktaki soru birçok okuru şaşırtacaktır. Sorudan beklenen de şaşırtmasıdır zaten –duraksatıp düşünmeyi teşvik etmesidir. Ne için duraksatacaktır peki? Çoğu zaman kafamızı meşgul eden mutluluk arayışımız −birçok okurun muhtemelen kabul edeceği gibi− yaşamımızın büyük bir kısmını meşgul eder ve durmak şöyle dursun … en azından (akıp giden, her zaman akıp giden) bir an için bile hız kesmez ve kesmeyecektir de.
Peki bu soru neden şaşırtır? Çünkü “mutluluğun nesi kötü” diye sormak buzun nesinin sıcak olduğunu ya da gülün nesinin leş gibi koktuğunu sormak gibidir. Buzun sıcakla ve gülün leş gibi bir kokuyla bağdaşmaması gibi, bu tür sorular da tasavvur edilemez bir birlikte olma halinin mümkün olduğunu varsayar (sıcaklığın olduğu yerde buz olamaz). Gerçekten de mutluluk nasıl kötü olabilir? “Mutluluk” yanlışın bulunmayışının eşanlamlısı değil midir? Yanlışın mevcudiyetinin imkânsızlığının ta kendisi değil midir? Her türlü yanlışın imkânsızlığı değil midir?
Gene de bu soru, Michael Rustin’in1 sorduğu, nitekim daha önce de kaygılı epeyce insan tarafından sorulmuş ve muhtemelen gelecekte de sorulacak olan bir sorudur. Rustin bunun nedenini şöyle açıklar: Mutluluğun ardından koşan milyonlarca erkek ve kadının devindirdiği bizimkisi gibi toplumlar daha da zenginleşiyorlar, ancak daha mutlu olup olmadıkları hiç de kesin değil. Anlaşılan, insanın mutluluk arayışı pekâlâ kendi kendini baltalamanın göstergesi olabiliyor. Eldeki bütün ampirik veriler, varlıklı toplumların nüfuslarında, mutlu bir yaşamın temel aracı olduğuna inanılan zenginlik artışı ile mutluluk artışı arasında hiçbir bağlantı olmadığını ortaya koyuyor!
Ekonomik büyüme ile mutluluk artışı arasındaki yakın bağıntının, en az sorgulanabilir hakikatlerden biri, belki de en aşikârı olduğuna dair yaygın bir inanış vardır. Bu en azından, en tanınan ve en çok saygı gösterilen politik liderler, onların danışmanları ve sözcülerinin bize söylediği −ve onların fikirlerine bel bağlama eğiliminde olan bizlerin de durup düşünmeden tekrarladığı− bir şeydir. Hem bu insanlar hem de bizler, bağıntının sahici olduğu varsayımıyla hareket ederiz. Onların daha da azimle ve enerjik bir şekilde bu inancı devam ettirmelerini isteriz –ve başarılarının (yani gelirlerimizi, nakdimizi, toplam tasarruflarımızı, mülkümüzü ve servetimizi artırmanın) yaşamlarımıza nitelik katacağını ve bizi daha mutlu hissettireceğini umarak onlara şans dileriz.
Gerçekte Rustin’in irdeleyip araştırdığı bütün araştırma raporlarına göre, “ABD ve Britanya gibi ülkelerde yaşam standartlarında görülen ilerlemeler öznel mutlulukta ilerleme olduğunu göstermiyor.” Robert Lane, savaş sonrası yıllarda Amerika’da gelirlerin muazzam artışına rağmen, Amerikalıların mutluluklarının azaldığı sonucuna varmıştır.2 Richard Layard da ulusal verilerin karşılaştırılmasından yola çıkarak şuna hükmetmiştir: Yaşamdan duyulan tatminle ilgili göstergeler gayri safi milli hasıla düzeyine büyük ölçüde paralel olarak yükselmesine rağmen, söz konusu göstergeler yalnızca yokluk ve yoksulluğun temel, “yaşamsal” ihtiyaçların doyumuna imkân sağladığı noktaya kadar önemli ölçüde yükselir –ve zenginlikte daha sonraki artışlarla birlikte tırmanış durur ya da sert bir biçimde duraksamaya meyleder.3 Genellikle, yıllık kişi başına ortalama geliri 20.000 ile 35.000 dolar arasındaki ülkeleri, 10.000 dolar sınırının altındaki ülkelerden yalnızca birkaç yüzde oranı ayırır. Görünen o ki, insanları gelirlerini artırarak daha mutlu etme stratejisi işe yaramamaktadır. Öte yandan, şimdiye kadar zenginlik düzeyiyle harikulade uyumlu olarak artıyor gibi görünen, vaat edilen ve beklenen, bir toplumsal gösterge de, aslında öznel mutluluk kadar hızlı artan suç artış oranı (ev soyma ve araba hırsızlığı, uyuşturucu ticareti, ekonomik yolsuzluk ve rüşvet) olmuştur. Sürekli olarak birlikte yaşamak şöyle dursun, katlanması bile güç olan, huzursuz ve tedirgin edici bir belirsizlik duygusunun, dağınık ve “kuşatan”, her yerde hazır ve nazır, bununla birlikte görünüşte dayanaksız, belirsiz ve bu nedenle çok daha fazla can sıkıcı ve çileden çıkarıcı olan bir belirsizlik duygusunun artışı olmuştur.
Son yirmi otuz yılda devletlerin belirlediği politikaların yanı sıra uyruklarının, yani bizim, “yaşam politikası” stratejilerimizi yönlendiren asıl amacın, “büyük çoğunluğun” genel mutluluk oranında bir artış −ekonomik büyüme ve gerektiğinde kullanılabilen nakit ve kredinin teşvik ettiği bir artış− sağlamak olduğu düşünüldüğünde, bu tür bulgular büyük bir hayal kırıklığı yaşatır. Bu, aynı zamanda devlet politikalarının ve mutluluk arayışımızın başarı ve başarısızlığını ölçmede asıl kıstas işlevi de görmüştür. Hatta modern çağın, gerçekten bütün insanların mutluluk aramaya hakkı olduğunun beyan edilmesiyle ve (daha etkili olmakla beraber, daha az külfetli ve müşkül hale getirerek) bu arayışın, yerini aldığı yaşam tarzları üzerindeki üstünlüğünü kanıtlama vaadiyle başladığını söyleyebiliriz. O halde, bu tür bir kanıtlamayı (esasen, “gayri safi milli hasıla”daki artışla ölçüldüğü şekilde sürekli ekonomik büyümeyi) gerçekleştirdiği varsayılan araçların yanlış bir şekilde seçilip seçilmediğini sorabiliriz. Eğer öyleyse, bu tercihteki yanlışlık tam olarak neydi?
İnsanların bedensel ya da zihinsel emekleriyle var ettiği çeşitli ürünlerin tek ortak paydası, piyasada onlara biçilen fiyattır. Bu ürünlerin piyasada bulunabilirliğinin artışı ya da düşüşüyle ilgilenen “gayri safi milli hasıla” istatistikleri, alım-satım işlemleri esnasında el değiştiren para miktarını kayıt altına alır. GSMH göstergeleri, bariz görevlerini iyi bir şekilde yerine getirsin ya da getirmesin, mutluluğun artışı ya da azalışının göstergeleri olarak görülüp görülmeyeceklerine ilişkin soru halen ortadadır. Daha çok para harcandıkça bunun, harcayanların mutluluğundaki benzer bir artışla çakışması gerektiği varsayılır; fakat bu muallaktır. Örneğin, heyecan verici, enerji tüketen, risk dolu ve sinir bozucu bir faaliyet olarak bilinen mutluluk arayışı daha sık zihinsel depresyon vakalarına yol açarsa, anti-depresanlara daha fazla para harcanması muhtemeldir. Eğer, araba mülkiyetindeki artış yüzünden, araba kazalarının sıklığı ve kaza kurbanlarının sayısı artarsa, araba tamirleri ve tıbbi tedavi giderleri de o kadar artacaktır. Eğer musluk suyunun kalitesi her yerde düşmeye devam ederse, ister kısa ister uzun olsun, bütün seyahatlerde çantalarımızda taşınmak üzere su satın almaya giderek daha fazla para harcayacağızdır (ne zaman bir havaalanı güvenlik kontrolü noktasına yaklaşsak şişeyi derhal içip bitirmemiz istenir ve biz de kontrol noktasının diğer tarafında bir başka şişe satın almak zorunda kalırız). GSMH rakamlarını yükselten bütün bu tür ve pek çok benzer örnekte, daha fazla para el değiştirir. Buna hiç şüphe yok. Ancak, anti-depresan tüketicilerinin, araba kazası kurbanlarının, su şişesi taşıyanların ve aslında kötü talihten endişe duyan ve acı çekme sırasının kendilerine gelebileceğinden korkan bütün insanların mutluluğundaki paralel bir artış ise çok daha az belirgindir.
Bu yeni bir şey değil aslında. Jean-Claude Michéa’nın yakın zamanda “modern proje”nin4 karmaşık tarihini vakitlice yeniden yazarken hatırlattığı gibi, uzun zaman önce, 18 Mart 1968’de Robert Kennedy başkanlık seçim kampanyasının en hararetli zamanında, GSMH’ye dayalı mutluluk ölçütüne ilişkin yalana sert bir saldırıyla yanıt vermişti:
Bizim GSMH’miz, hesaplamalarında, hava kirliliğini, tütün reklamlarını ve otobanlarımızdan yaralıları toplamak üzere kullanılan ambülansları hesaba katar. Evlerimizi korumak için tesis ettiğimiz güvenlik sistemlerinin ve evlerimize gizlice girmeyi başaranları tıktığımız cezaevlerinin maliyetlerini kayda geçirir. Sekoya ormanlarımızın yıkımını ve bunlarının yerlerini, genişlemenin ve kaotik kentleşmenin almasını içerir. Napalm bombalarının, nükleer silahların ve kent kargaşasını zapt etmek için polisin kullandığı silahlı araçların üretimini içerir. Çocuklara oyuncak satmak için şiddeti yücelten televizyon programlarını… kayda geçirir. Öte yandan, GSMH çocuklarımızın sağlığından, eğitimimizin kalitesinden ya da oyunlarımızın neşesinden söz etmez. Şiirimizin güzelliğini ve evliliklerimizin kudretini ölçmez. Politik tartışmalarımızın niteliğini ve temsilcilerimizin güvenilirliğini değerlendirmekle ilgilenmez. Cesaretimizi, aklımızı ve kültürümüzü dikkate almaz. Ülkemize duyduğumuz şefkat ve adanmışlık hakkında tek bir söz söylemez. Kısacası GSMH, yaşama cefasını değerli kılan şeyler dışında her şeyi ölçer.
Robert Kennedy bu ateşli suçlamayı yayınladıktan ve yaşamı değerli kılan şeylere tekrar önem kazandırma maksadını ilan ettikten birkaç hafta sonra öldürüldü; dolayısıyla eğer ABD başkanı olarak seçilseydi, başarmak şöyle dursun, sözlerini gerçekleştirmeyi deneyip denemeyeceğini bile hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Yine de tek bildiğimiz şey, arada geçen kırk yılda, vermeye çalıştığı mesajın çok az kişi tarafından duyulduğu, anlaşıldığı, benimsendiği ve hatırlandığıdır. Seçtiğimiz temsilcilerin, meta piyasalarının anlamlı ve mutlu bir yaşama giden en rahat yol olduğu iddiasının yapmacıklığını reddederek tanımama yönünde en ufak bir girişimde bulunmamasını, ya da yaşam stratejilerimizi bu doğrultuda yeniden şekillendirme konusunda gösterdiğimiz eğilimlerde pek bir değişiklik belirtisi olmamasını ise bir yana koyalım…
Gözlemciler, insan mutluluğu için önemli şeylerin yaklaşık yarısının hiçbir fiyatı olmadığını ve mağazalardan satın alınamayacağını ileri sürüyor. Eldeki nakdiniz ve krediniz ne olursa olsun, bir alışveriş merkezinde, sevgi ve dostluğu, aile hayatının zevklerini, sevdiklerinizle ilgilenmekten ya da sıkıntıdaki bir komşuya yardım etmekten gelen tatmini, iyi yapılan bir işten elde edilen özsaygıyı, hepimizde ortak olan “zanaatkârlık yeteneğini” tatmin etmeyi, iş arkadaşları ve ilişki kurduğunuz diğer insanların takdir, sempati ve saygısını bulamazsınız. Orada kayıtsızlık, küçümseme, tersleme ve aşağılama tehditlerinden azade olamazsınız. Üstelik, yukarıda sayılanlar gibi ticari ve pazarlanabilir olmayan şeyleri elde etmekte kullanılabilir zaman ve enerjiyi, yalnızca mağazalar yoluyla elde edilebilen bu metalara yetecek kadar para kazanmak için kullanmak ağır bir külfettir. Şu epeyce muhtemeldir ki yitirilenler kazanılanları çoğu kez geçer ve mutluluk yaratmak üzere artan gelir kapasitesinin yerini, “paranın satın alamayacağı” şeylere erişimin azalmasının neden olduğu mutsuzluk alır.
Tüketim (tıpkı alışveriş gibi) zaman alır ve satıcılar doğal olarak tüketim ediminden zevk alınmasına ayrılan zamanı en aza indirmek ister. Aynı zamanda, çok vakit alan ancak çok az ticari kâr getiren, gerekli etkinlikleri mümkün olduğunca azaltmaya ya da büsbütün kaldırmaya çalışırlar. Ticari kataloglarda yer alma sıklıklarından dolayı, satılık yeni ürünlerin açıklamalarındaki vaatler −“kesinlikle hiçbir çaba gerekmez”, “hiçbir yetenek gerektirmez”, “dakikalar içerisinde veya yalnızca tek dokunuşla [müziğin, manzaranın, damak tadının, bluzunuzun eski temizliğine kavuşmasının vb.] keyfine varacaksınız” gibi− satıcı ve alıcıların çıkarlarında bir çakışma varmış gibi bir görüntü sergiler. Bu tür vaatler, satıcıların, müşterilerin kendi ürünlerini kullanmak için daha az zaman harcayarak yeni alışveriş kaçamaklarına vakit bulmalarını istediklerinin gizli/dolambaçlı bir ifadesidir; nedir ki aynı zamanda çok da güvenilir bir satış noktası olmak zorundadırlar. Müstakbel müşterilerin muhtemelen daha çekici alternatiflere zaman ayırmak için hızla sonuca ulaşmayı ve kendi zihinsel ve fiziksel becerilerini yalnızca çok kısa bir süre devreye sokmayı diledikleri keşfedilmiş olmalıdır. Eğer konserve kutuları mucizevî şekilde marifetli yeni bir elektronik konserve açacağı sayesinde daha az “zararlı” türde çabalarla açılabilirse, “yararlı” bir güç sarf etme umudu veren aletlerle, spor salonunda egzersiz yapmak için daha fazla zaman kalacaktır. Ancak, bu tür bir mübadelede kazanımlar ne olursa olsun, bu kazanımların mutluluğun toplam boyutu üzerindeki etkileri gün gibi ortadadır.
Laura Potter −onları oraya getiren “acil iş” ne olursa olsun bekleme zorunluluğuna verip veriştiren− “her kaybolan saniyeye sövüp sayan tez canlı, huysuz, kızgın suratlı insanlar” bulacağını umarak, her çeşit bekleme salonuna ilişkin yaratıcı araştırmasına girişmişti.5 “Anlık tatmin tutkumuz” yüzünden, birçoğumuzun “bekleme yetisini de kaybettiğini” düşünüyordu:
“Bekleme”nin kirli bir kelime haline geldiği bir çağda yaşıyoruz. Giderek herhangi bir şey için bekleme zorunluluğunu (olabildiğince) yitirdik ve yeni, favori sıfatımız “hemen” oldu. Artık bir tencere pirinci kaynatmak için on iki dakika bile ayıramıyoruz, bu yüzden zaman kazandırıcı, iki dakikada pişiren mikrodalga modeli yaratıldı. Bay veya Bayan Doğru’nun ortaya çıkmasını bekleyerek canımızı sıkamayız, bu yüzden flörtlere hız veriyoruz… Görünen o ki, zamanla yarıştığımız yaşamlarımızda, yirmi birinci yüzyıl İngilizlerinin artık hiçbir şeyi beklemeye vakti yok.
Gelgelelim, Laura Potter’ın (ve belki de çoğumuzun) şaşkınlığına karşın, Potter çok farklı bir tabloyla karşılaştı. Nereye giderse gitsin, aynı hissi duyumsadı: “Beklemek bir keyifti… Beklemek bir lükse, sıkıca programlanmış yaşamlarımızda bir pencereye dönüşmüş gibi görünüyordu. ‘Halihazırdaki’ BlackBerry’ler, dizüstü bilgisayarlar ve cep telefonları kültürümüzde ‘bekleyenler’, bekleme salonunu bir sığınak yeri olarak düşünmekteydi.” Potter çalışmasını, belki de bekleme salonu bize son derece zevkli, maalesef unutulmuş gevşeme sanatını hatırlatır, diye bitiriyor…
Gevşemenin zevkleri, başka şeylerin peşine düşmek için zaman kazanma uğruna hızlandırılan bir yaşamın sunağına serilmiş tek şey değildir. Kendi becerimiz, adanmışlığımız ve zor kazanılan marifetlerimiz sayesinde bir zamanlar elde edilmiş sonuçlar yalnızca havalı bir kredi kartı ve bir tuşa basmayı gerektiren bir cihazda “taşeronlaştırıldığında”, birçok insanı eskiden mutlu kılan ve muhtemelen herkesin mutluluğu açısından yaşamsal olan şey (“başarıyla kotarılmış iş”, ustalık, maharet ve beceri karşısında, yıldırıcı bir görevin yerine getirilmesi, inatçı bir engelin üstesinden gelinmesi karşısında duyulan gurur) zamanla yitirilir. Daha uzun vadede, bir zamanlar elde edilen beceriler ve yeni beceriler kazanma ve uzmanlaşma hüneri de yitip gider ve bunlarla beraber, özsaygının açığa çıkardığı mutluluğun yanı sıra, yerine başka bir şey koyması çok güç olan izzetinefsin yaşamsal şartı, yani ustalık yeteneğini tatmin etme zevki de yitip gider.
Şüphesiz ki piyasalar, zaman ve güç eksikliğinizden ötürü artık “kendi kendinize yapamayacağınız” şeyleri, fabrika yapımı yardımcı malzemelerle “tek başına yapılabilir” kılarak, ortaya çıkan zararı gidermek ister. Piyasanın tavsiyesine uyulup, (ücretli ve kâr getiren) hizmetler kullanılarak, sözgelimi, bir iş ortağı, restorana davet edilecek, çocuklara McDonalds’tan hamburger ısmarlanacak ya da “sıfırdan başlayarak” mutfakta yemek hazırlamak yerine dışarıdan yemek sipariş edilecektir; yahut kişisel ilgi, merhamet ve ilginin samimi dışavurumlarının yokluğu ya da yok denecek kadar azlığının yanı sıra birlikte geçirilen zamanın eksikliğini ve birbiriyle konuşma fırsatlarının nadirliğini telafi etmek için sevilen kişilere pahalı armağanlar satın alınacaktır. Yine de restoran yemeğinin hoş tadı ya da mağazalarda satılan hediyelere iliştirilmiş yüksek fiyatlı etiketler ve son derece prestijli markalar bile, yokluklarını veya az bulunurluklarını telafi etmek için üretildikleri şeylerin vereceği ilave mutluluğun değerine pek de erişemeyecektir: Yani hep beraber pişirilen yemeklerle donatılmış bir masa etrafında toplanmanın ya da insanın derin düşüncelerini, umutlarını ve korkularını hesaba katan bir kişi tarafından dikkatle, uzun bir süre dinlenmenin ve şefkatli bir ilgiye, bağlılığa ve özene delalet eden benzer şeylerin değerine. “Öznel mutluluk” için gerekli olan şeylerin hepsinin, özellikle de parayla satın alınamayacak olanların ortak bir niteliği bulunmadığından, bunların dengesini nicelleştirmek çok zordur; eldeki bir şeyin nicelik olarak artışı hiçbir şekilde başka bir nitelikteki ve değerdeki şeyin yokluğunu tam anlamıyla telafi etmez.
Sunulan her şey, onu sunanın öyle ya da böyle bir özveride bulunmasını gerektirir ve mutluluğu artıran kısım da, bu özverinin bilincinde olunmasıdır. Hiçbir çaba ve özveri gerektirmeyen ve dolayısıyla başka gıpta edilen değerlerden vazgeçmeyi gerektirmeyen armağanlar bu bakımdan değersizdir. Büyük hümanist psikolog Abraham Maslow ile küçük oğlu çileği çok severdi. Eşi ve annesi kahvaltıda onları çilekle şımartırdı; Maslow öyküsünü bana şöyle anlatmıştı: “Oğlum, çoğu çocuk gibi, sabırsız, tez canlı, keyif çatmaktan ve neşesini doya doya yaşamaktan acizdi; tabağını hemen bitirir ve sonra iştahla, halen neredeyse dolu olan benimkine bakardı. Ben de her seferinde çileklerimi ona verirdim.” Öyküsünü şöyle bitirmişti Maslow: “O çileklerin onun ağzında benimkinden daha lezzetli hale geldiğini hatırlıyorum…” Piyasalar, sevgi ve dostluğun vefalı yoldaşı özveri dürtüsünü sermayeye çevirme fırsatını mükemmel bir şekilde fark etmiştir. Özveriye duyulan istek, tıpkı tatmin edilmesi, insan mutluluğu için elzem olarak kabul edilen birçok başka ihtiyaç ya da arzu gibi ticarileştirildi (günümüzün Kassandra’sı armağan getirirken bile piyasalara dikkat etmemizi önerirdi…). Özveri şimdilerde çoğunlukla, bilhassa tercihen, gitgide daha büyük bir miktar paradan vazgeçmek anlamına geliyor: GSMH istatistiklerinde layıkıyla kayda geçirilebilen bir edim.
Sonuç olarak, sadece bir göstergeye –GSMH’ye− dikkat kesilerek, insan mutluluğunun kapsamı ve derinliğine özen gösterilebileceği ve hizmet edilebileceği iddiasında bulunmak büsbütün yanıltıcıdır. Bu tür bir iddia, amaçlanan ve sözüm ona takip edilen şeylere karşıt sonuçlar yaratarak bir yönetim ilkesine dönüştürüldüğünde, zararlı da olabilir.
Yaşamın kıymetini artıran şeyler parasal olmayan alandan meta piyasasına geçmeye başladığında, artık bunları hiçbir şey durduramaz; hareket bizatihi momentum kazanır ve kendi kendine ilerleyip hızlanır ve doğaları gereği ancak kişisel olarak üretilebilen, yalnızca yoğun ve içten insan ilişkileri koşullarında gelişebilen şeylerin arzını fazlasıyla azaltır. “Paranın satın alamayacağı” söz konusu şeyleri satışa sunmak ne kadar az olası ise ya da bunların üretiminde başkalarıyla elbirliği etme konusunda ne kadar az gönüllülük var ise (elbirliği etme konusundaki gönüllülük, sunulabilecek en tatmin edici şey telakki edilir çoğu kez), suçluluk ve mutsuzluk hisleri de bir o kadar derin olacaktır. Suçluluğu telafi etme ve günahlardan arınma arzusu, günahkârı, yaşamını paylaştığı insanlara artık sunulamayan şeylerin yerine geçecek daha pahalı, satın alınabilir şeyler aramaya ve dolayısıyla daha fazla para kazanmak için daha uzun saatler onlardan uzakta vakit geçirmeye yöneltir. İnsanın ortaya koyamayacak kadar meşgul ve bitkin olduğu, fena halde özlemi duyulan şeyleri üretme ve paylaşma şansı böylece daha da azalır.
Bu yüzden “milli hasıla”nın artması, mutluluk artışına ilişkin yetersiz bir ölçüttür. Bu, mutluluk arayışımızda kabullenmek üzere baskı gördüğümüz, ikna edildiğimiz, kandırıldığımız −ya da kabul etmeye sevk edildiğimiz− değişken ve yanıltıcı olabilen stratejilerin hassas bir göstergesi olarak görülebilir. GSMH istatistiklerinden –mutluluk arayanların benimsediği stratejiler başka biçimlerde farklılık göstersin veya göstermesin (ki farklılık gösterirler) ve önerdikleri yollar başka biçimlerde farklı olsun veya olmasın (ki farklıdırlar)− mutluluk arayanlarca izlenen yolların ne kadarının, paranın el değiştirdiği başlıca alan olan mağazalara yönlendirilmek üzere yeniden tasarlandığını öğrenebiliriz. Bu istatistiklerden hareketle, mutluluk ile tüketim miktarı ve niteliği arasında içten bir bağ olduğu inancının ne kadar güçlü ve yaygın olduğunu çıkarabiliriz: Mağazaları aracı olarak kullanan bütün stratejilerde üstünde durulan bir varsayımdır bu. Öğrenebileceğimiz bir diğer şey de piyasaların mutluluk-yaratan tüketimi, mağazalarda satışa sunulan nesnelerin ve hizmetlerin tüketimiyle özdeşleştirerek, bir kâr-üretme makinesi olarak söz konusu gizli varsayımı nasıl başarılı bir şekilde kullandığıdır. Bu noktada, pazarlama başarısı acı bir durum olarak ve pazarlamanın en sonunda fayda getireceği varsayılan bizatihi mutluluk arayışının menfur bir başarısızlığı olarak geri teper.
Mutluluğu, mutluluk yaratması beklenen meta alışverişiyle özdeşleştirmenin en önemli sonuçlarından biri de, mutluluk arayışının gün gelip duracağı olasılığına şans tanımamaktır. Mutluluk arayışı asla sona ermeyecektir –arayışın sonu bizatihi mutluluğun sonu anlamına gelecektir. Emniyetli mutluluk durumu erişilebilir olmadığı için, arayışta olanları (bir dereceye kadar da olsa) mutlu tutabilen tek şey, elden sürekli kayıp giden bu zor hedefin takibidir. Mutluluğa giden bu yolda bitiş çizgisi yoktur. Görünüşte araçlar amaçlara dönüşür: Düşlenen ve gıpta edilen “mutluluk durumu”nun belirsizliği için tek teselli, amaçlanan yolda ilerlemektir; bitkinlikten yere yığılmayıp ya da kırmızı kart görmeyip yarışta kalındığı müddetçe nihai zafer umudu canlı kalır.
Piyasalar mutluluk düşünü, yaşamın büsbütün tatmin edilmesi görüşünden, bu yaşama ulaşmakta gerekli olduğuna inanılan zenginlik arayışına çevirerek, mutluluk arayışının asla bitemeyeceğini varsayar. Arayışın hedefleri inanılmaz bir hızla birbirinin yerini alır. Eğer arayış, ilan edilen amacına ulaşırsa, mutluluk arayanlar (ve elbette onların ateşli hocaları ve rehberleri), izlenen hedeflerin hızlı bir şekilde kullanımdan kalkarak, şaşalarını, cazibelerini ve ayartma kudretlerini kaybedeceğinin ve terk edilip benzer bir talihe maruz kalmaya mahkûm başka “yeni ve geliştirilmiş” hedeflerle −defalarca− yer değiştirmesi gerektiğinin tam anlamıyla farkına varırlar. Mutluluk görüsü, hiç fark edilmeden, beklenen bir satın alma-sonrası keyfi olmaktan çıkarak, kendisini önceleyen alışveriş edimine −keyifli beklentiyle dolup taşan, henüz bozulmamış, lekelenmemiş, alt üst olmamış bir umuttan keyif alan bir edime− dönüşür.
Reklam yazarlarının hamaratlığı ve hüneri sayesinde, bu tür yaşam-ve-anacadde bilgisi bugünlerde çok küçük bir yaşta edinilmektedir. Mutluluğun doğası ve mutlu bir yaşamın yolları üzerine incelikli felsefi tefekkürleri incelemek ve bunların taşıdığı mesajlar üzerine kafa yormak bir yana, bunları duyma şansı bile söz konusu olmaz. Örneğin, yaygın bir şekilde okunan ve çok prestijli bir derginin “Moda” bölümünün ilk sayfasından, on iki yaşında bir kız öğrenci olan Liberty’nin “kendi dolabını düzenlemeyi çoktan keşfettiğini” öğrenebiliriz.6 Haklı nedenlerle Topshop “gözde mağaza”sıdır: Kendi deyişiyle, “Gerçekten pahalı olsa bile, oradan elimde modaya uygun bir şeyle çıkacağımı biliyorum”. Sık sık yapılan Topshop ziyaretlerinin onun için anlamı her şeyden önce rahatlatıcı bir güvenlik hissidir: Topshop müşterileri onun adına başarısızlık riskiyle yüz yüze gelir ve seçim sorumluluğunu kendi adlarına üstlenirler. Bu mağazadan alışveriş yaptığında, hata yapma olasılığı sıfır ya da sıfıra yakındır. Liberty, gözüne çarpıveren şeyi (herkesin içinde giymek bir yana) satın almakta bile kendi zevki ve sağduyusuna yeterince güvenmez; ancak o mağazadan satın aldığı şeylerle herkesin içinde güvenle gösteriş yapabilir –tanınacağından, onaylanacağından ve nihayetinde beğenileceğinden ve bununla yakından ilişkili olarak yüksek statü kazanacağından emindir. Sokakta kıyafetleri ve aksesuarlarıyla havalı havalı yürümenin maksadı, kendini iyi hissettiren bütün bu şeylere ulaşmaktır. Liberty, geçen ocak ayında aldığı şort hakkında şöyle diyor: “Şorttan nefret ettim. Başta sevmiştim, ancak daha sonra eve geldiğimde çok kısaymış gibi göründü gözüme. Ama sonra Vogue dergisini okurken, şort giymiş şu kadını gördüm –üstelik şort da Topshop’dan aldığım benim şortumdandı! O zamandan beri bu şorttan kopamıyorum.” Etiketin, markanın ve alışveriş yerinin müşterileri için yapabileceği şey işte budur: Kafa karıştırıcı ölçüde dolambaçlı, bubi tuzaklı mutluluk yolunda onlara rehberlik etmek. Kişinin doğru yolda olduğunu, hâlâ yarışta bulunduğunu ve umut beslemeye devam edebileceğini (yetkili olarak!) onaylayan, herkesçe tanınan ve saygı duyulan bir sertifikayla ortaya çıkarılan bir mutluluktur bu.
Sorun ise şurada: Bu sertifika ne kadar süreyle geçerli olacaktır? Şu iddia edilebilir ki “o zamandan beri” “kopamama”, 2007 Nisan’ında geçerli olsa dahi, Liberty’nin ömründe çok da uzun süre geçerli olamayacaktır. Şort giyen kadın, Vogue dergisinin birkaç sayısından sonra görülmeyecektir. Kamusal onay sertifikasının az sayıda basıldığı ve son derece kısa bir geçerlilik süresi olduğu ifşa olacaktır. Hatta Topshop’a bir dahaki ziyaretinde Liberty’nin aynı şortu –bir ihtimal arayacak olsa bile− bulamayacağı iddia edilebilir. Bununla birlikte Liberty’nin Topshop’a ziyaretlerinin devam edeceği konusunda bahse girerseniz yüzde yüz kazanacağınızdan emin olabilirsiniz. Defalarca oraya gidecektir. Neden mi? Öncelikle, ziyaret gününde raflara ve alışveriş sepetlerine ne konulacağına o mağazada karar veren her kimse onun aklına güvenmeyi öğrenmiştir. Şeyleri herkesçe beğenilme ve toplumca onaylanma garantisiyle beraber sattıkları konusunda onlara güvenir. İkincisi Liberty, raflara ve alışveriş sepetlerine bir gün konan şeyin birkaç gün sonra bulunmayacağını ve neyin “(halen) moda olduğuna” ve neyin “(çoktan) demode olduğuna” dair hızla eskiyen bilgilerini güncellemek ve geçen gün sergilenmemiş olsa da bugünlerde neyin daha fazla “moda olduğunu” öğrenmek için, giysi dolabının kesintisiz “iyi işlediğinden” emin olmak için, mağazanın sık sık ziyaret edilmesi gerektiğini de kısa ama yoğun deneyiminden zaten biliyordur.
Güvenebileceğiniz bir etiket, marka ya da mağaza bulamadığınız müddetçe, kafanız karışır ve kaybolabilirsiniz. Etiketler, markalar, mağazalar sizin güvenliğinizi tehdit eden korkutucu ivintiler ortasında arta kalan birkaç güvenli limandır; can sıkıcı belirsiz bir dünyada kesinlik kazanmış birkaç sığınaktır. Bununla birlikte, eğer güveninizi bir etiket, marka ya da mağazaya yatırmışsanız, geleceğinizi ipotek altına almışsınız demektir. “Moda olmak” ya da “güncel olmak” konusundaki kısa vadeli sertifikalar, siz yatırımınıza devam ettiğiniz müddetçe piyasaya sürülmeye devam edecektir. Etiketin, markanın ya da mağazanın arkasındaki insanlar, yakın zamanda piyasaya sürülen sertifikaların geçerlilik süresinin, eskilerin geçerliliğinden daha kısa olmasa bile, daha uzun olmamasına dikkat edecektir.
Açıkçası, birisinin geleceğini ipotek altına almak ciddi bir iştir ve alınması zor bir karardır. Liberty on iki yaşında ve önünde uzun bir gelecek var. Fakat birinin geleceği ne kadar uzun veya kısa olursa olsun, etiketler, markalar ve mağazalardan meydana gelen tüketimci bir piyasa toplumunda mutluluk arayışı, geleceğin ipotek altına alınmasını gerektirir. Samsonite şirketinin tam sayfa reklamında yer alan ünlü aktör, Liberty’den çok daha yaşlı, ancak aktörün geleceği de benzer şekilde ipotek altına alınmışa benziyor; gerçi yaşına uygun olarak, ipotek sözleşmesi epeyce eskiden imzalanmış (ya da, en azından, reklamın ima ettiği şey bu). Tanıtım metninin başlığı, “Yaşam bir yolculuktur”, kalın harflerle yazılmış, kısmen büyük harfli mesaj da şöyle: “KARAKTER güçlü bir KİMLİĞİ muhafaza etmekle alakalıdır tamamen (“muhafaza etme” kısmına dikkat edin). Arka planda Notre Dame Kilisesi, Seine Nehri’nde bir tekne üzerinde görüntülenen ünlü aktör, en son Samsonite ürünü “Graviton” bir çanta tutmaktadır (hafifliğiyle övünen bir seyahat aksesuarının adındaki “ağırlık” [gravity] göndermesine dikkat edin) –bu, reklam metni yazarlarının, tam olarak özümsenemeyecek diye korkup hiç vakit kaybetmeden açıkladıkları bir imgedir: Ünlü aktörün “Samsonite Graviton ile seyahat ederken bir mesaj verdiğini” söylerler. Yine de mesajın içeriği hakkında herhangi bir şey söylemezler. Kesinlikle haklı sebeplerle, deneyimli okurlar açısından, içeriğin daha fazla açıklama gerektirmeyeceğini umarlar. Mesajın anlamı kolayca kavranacaktır: “Graviton’ların henüz satışa çıkarıldığı John Lewis mağazasından dönüyorum. Yanımda ciddiyet sahibi insanlarla beraber çantadan bir tane de ben satın aldım ve böylece özgün bir ciddiyet kazandım (ciddiyetimi korudum?).”
Liberty için olduğu kadar ünlü aktör için de, doğru etiket veya markayı taşıyan ve doğru mağazadan edinilen şeylere sahip olmak ve bunları herkese sergilemek, esas itibariyle gözettikleri ya da göz diktikleri toplumsal mevkiyi elde etme ve muhafaza etme meselesidir. Toplumsal olarak tanınmadığı, yani, söz konusu kişi doğru “toplum” tipi tarafından (toplumsal mevkideki her kategorinin kendine özgü yasaları ve hâkimleri vardır) meşru ve hak sahibi üye olarak −“bizden biri” olarak− onaylanmadığı sürece toplumsal mevkinin hiçbir anlamı yoktur.
Etiketler, logolar ve markalar, tanınma dilinin ifadeleridir. Marka ve logoların yardımıyla olması beklenen ve bir kural olarak “onaylanması” gereken şey, son yıllarda kimlik adı altında tartışılan şeydir. Tüketicilerin oluşturduğu toplumumuzda bu tür bir merkezilik bahşedilmiş olan “kimlik” kaygısının ardında, yukarıda betimlenen işleyiş yatar. “Karakter” sahibi olma ve “kimliğin” tanınmasının yanı sıra birbiriyle ilişkili bu amaçları gerçekleştirme araçlarını bulup elde etmek, mutlu bir yaşam arayışında temel kaygılar haline gelir.
Modernliğin başlarında “isnat” toplumundan “başarı” toplumuna (yani, insanların kimlikleri içerisine “doğdukları” bir toplumdan, kimlik oluşumunun insanların görevi ve sorumluluğu olduğu bir topluma) geçişten bu yana, “kimlik” önemli bir mesele ve ilgi çekici bir iş olarak kalmasına rağmen, artık başka yaşam donanımlarının kaderini paylaşıyor: Belirlenmiş bir yönden kesinlikle mahrum; artık arkasında katı ve yok edilemez izler bırakmayan kimliğin bundan böyle kolayca çözülmesi ve farklı şekillerdeki kalıplara girmeye uygun olması bekleniyor ve tercih ediliyor. Vaktiyle “yaşamın bütününe” dair bir proje olan kimlik, anın bir özelliğine dönüştürülmüştür artık. Vaktiyle tasarlanan kimlik, artık “sonsuza dek devam etmek üzere inşa edilmez”, aksine sürekli olarak bir araya getirilmesi ve parçalara ayrılması gerekir. Çelişkili görünen bu iki işlemin her biri eşit öneme sahiptir ve eşit ölçüde ilgi çekicidir.
Avans ödemek ve fesih maddesi olmadan ömür boyu üyelik talep etmek yerine, kimliğin manipülasyonu artık “seyrettiğin kadar öde” (veya “konuştuğun kadar öde”) imkânına benzer bir faaliyet olup çıkmıştır. Kimlik hâlâ süren bir sorundur. Bununla birlikte bu sorun artık, en geçici ilgi tarafından bile massedilebilen, son derece kısa (pazarlama tekniklerindeki ilerleme sayesinde hiç olmadığı kadar kısa) çeşitli çabalara bölünmüştür. Bu bölünme önceden tasarlanmış ya da öngörülebilir olmayan fakat hemen ardından gelen ve gereğinden fazla uzun kalma tehdidi taşımayan dolaysız etkilere sahip, beklenmedik ve çılgın hamle silsilesinden oluşur.
Kimlik manipülasyonunun akışkan, modern bir şekilde yeniden işlenmesi ve çevrime sokulmasına meydan okumak için gereken beceriler bir jonglörün, hatta daha isabetli olarak, bir hokkabazın hüner ve el çabukluğuna benzer. Bu tür becerilerin pratiği, sıradan, bayağı tüketicinin erişim alanına simulakr vasıtasıyla taşınmıştır −(Jean Baudrillard’ın unutulmaz tanımlamasıyla) simulakr, “şeylerin asıl halleri” ile “şeylerin -mış gibi halleri” arasındaki, “gerçeklik” ile “yanılsama”, ya da olayların “gerçek durumu” ile “simulasyonu” arasındaki ayrımı kaldırmakla maruf psikosomatik hastalıklara benzeyen bir fenomendir. Bir zamanlar, sonu gelmez zahmetli bir iş olarak görülen ve katlanılan, kesintisiz mobilizasyon ve her “içsel” kaynağın sonuna kadar kullanılmasını gerektiren şeye, artık az miktarda para ve zamanın harcanmasıyla, satın alınabilir ve kullanıma hazır tertibat ve cihazların yardımıyla ulaşılabilir. Gelgelelim, satın alınmış eşyalardan oluşan bir kimliğin cazibesi, harcanan paranın miktarına göre artar elbette. En prestijli ve seçkin tasarımcı mağazalarının bekleme listeleri sunmasıyla birlikte, yakın zamanda bu cazibe bekleme süresiyle de artmaya başlamıştır. Açıktır ki edinilmesi beklenen kimlik simgelerinin alıcıya bahşettiği ayrımı geliştirmekten başka bir amaç taşımaz bu. Toplumbilimin kurucu babalarından biri olan Georg Simmel’in uzun zaman önce işaret ettiği gibi, değerler, onları elde etmek için katlanılması gereken diğer değerlerle ölçülmektedir; doyumun ertelenmesi de akışkan modern tüketim toplumumuzun karakteristiği olan hızla devinen ve değişen ortamları paylaşan insanlar açısından muhtemelen en eziyetli özverilerdendir.
Geçmişi ortadan kaldırmak, “tekrar doğmak”, eski, yıpranmış ve artık istenmeyen benliği ıskartaya çıkarırken farklı ve daha çekici bir benlik edinmek, “tamamen farklı biri” gibi yeniden hayata gelmek ve “yeni bir başlangıç” yapmak… bu tür cazip teklifleri elinin tersiyle itmek güçtür. Gerçekten de, böyle bir didinmenin kaçınılmaz olarak gerektirdiği bütün bu yorucu çaba ve zahmetli özveriyi içeren kişisel gelişim üzerinde neden uğraşılacaktır ki? Bütün bu çaba, özveri ve zararlı tasarruf, kayıpları yeterince çabuk telafi etmekte başarısız olduğunda neden parayı çöpe atalım ki? Zararları telafi edip yeniden başlamanın −eski derilerden, sivilcelerden, siğillerden vb. kurtulup yeni, giyilmeye hazır bir deri satın almanın− daha masrafsız, daha çabuk, daha mükemmel ve elverişli olduğu açık değil midir?
İşler gerçekten sarpa sardığında kurtuluş aramanın bir yeniliği yoktur; insanlar her zaman bunu denemiş ve çeşitli ölçülerde de başarılı olmuştur. Gerçekten yeni olan şey, kişinin kendi benliğinden kurtulma ve ısmarlama bir benlik edinme düşüdür; ve bu tür bir düşü gerçek kılmaya duyulan inanç erişilebilir bir şeydir. Bu, erişilebilir bir tercih olmanın ötesinde aynı zamanda en kolay, sıkıntılı bir durumda işe yaraması pek muhtemel bir tercihtir; daha az külfetli, daha az zaman ve enerji isteyen ve dolayısıyla, Simmel’e göre, vazgeçilmesi veya kısılması gereken diğer değerlerin tutarıyla karşılaştırıldığında neticede daha ucuz olan kestirme bir tercihtir.
Eğer mutluluk, sürekli olarak erişilebilir bir şeyse, eğer reklam sayfalarına göz atmak ve cüzdandan bir kredi kartı çıkarmak için gereken birkaç dakikada mutluluğa erişilebiliyorsa, o zaman belli ki mutluluğa ulaşmayı beceremeyen bir benlik, “gerçek” ya da “sahici” değil, −hepsi olmasa bile− miskinlik, cahillik ya da aptallık kalıntısı olabilir ancak. Böyle bir benlik, sahte ya da hilekâr olmalıdır. Mutluluk noksanlığı, yetersiz mutluluk veya yeterince sıkı çalışmış ve uygun becerilerle uygun araçları kullanmış herkesçe erişilebilir türden bir mutluluğa kıyasla daha az yoğun olan mutluluk, kişinin sahip olduğu “benliği” kabullenmeyi reddetme ve benlik keşfine (daha doğrusu benlik icadına) yönelik bir yolculuğa çıkıp bunu sürdürme ihtiyacının yegâne sebebidir. Gerçek benlik arayışının devam etmesi gerekirken, sahte ya da şişirme benlikler “sahici olmayışlarından” ötürü bertaraf edilmelidir. Kısa bir zamanda yaşanan anın tarih olacağı ve yeni vaatler taşıyan, yeni potansiyeller barındıran, yeni bir başlangıcın işareti olan bir başka anın tam zamanında gelip çatacağından eminseniz, aramayı bırakmanın hiçbir gerekçesi yoktur.
Alışverişçilerden oluşan bir toplumda ve alışverişten oluşan bir yaşamda, mutlu olma umudunu kaybetmediğimiz müddetçe mutluyuzdur; bu umudun birazı canlı kaldığı müddetçe mutsuzluktan azadeyizdir. Öyleyse mutluluğun anahtarı ve mutsuzluğun ilacı, mutlu olma umudunu canlı tutmaktır. Bu umut da ancak, hızlı bir “yeni şanslar” ve “yeni başlangıçlar” silsilesinin ve ileriye dönük son derece uzun yeni başlangıçlar zincirinin mevcut olması şartıyla canlı kalabilir. Bu şart, yaşamı bölümlere, yani, tercihen her biri kendi teması, kendi karakterleri ve kendi akıbetleriyle müstakil ve kendine yeterli zaman dilimlerine ayırarak yerine getirilir. Eğer bölüm sırasında oynayan ya da oynanan karakterlerin, sonraki bölüme katılma taahhüdü olmaksızın, sırf söz konusu bölümde yer aldığı farz edildiğinde, son şart −akıbet− yerine getirilmiş olur. Her bölümün kendi teması vardır, her bölüm kendi oyuncularına ihtiyaç duyar. Her türlü belirsiz, uzadıkça uzayan bağlanma, birbirini izleyen bölümler için mevcut olan temaları ciddi olarak sınırlayacaktır. Belirsiz bir bağlanma ve mutluluk arayışı, karşıt amaçlarmış gibi görünür. Tüketim toplumunda, bütün bağlar müşteri ile satın alınan metalar arasındaki ilişki modelini takip etmelidir: Metaların haddinden fazla kalıp tadı kaçırması beklenmez ve yaşamı güzelleştirmek yerine alt üst etmeye başladıklarında, yaşam sahnesini terk etmeleri gerekir; halbuki müşteriler ne eve aldıkları şeylere ebedi bağlılık yemini etmeye ya da bunlara sürekli oturma hakkı vermeye gönüllüdür ne de onlardan böyle bir şey beklenir. Tüketime özgü ilişkiler, başından itibaren, “yeni bir uyarıya kadar”dır.
Stuart Jeffries, eski “ölüm bizi ayırana kadar” tarzının yerini alma eğiliminde olan yeni ilişki tipleri hakkındaki yakın dönem bir araştırmada, “bağlanma korkusu”nun yükselişine işaret eder ve “riske maruz kalmayı asgariye indiren bağlılık vaadi olmayan şemalar”ın “giderek yaygınlaştığı”nı ortaya serer.7 Bu şemalar iğneyi sıkıp içindeki zehri çıkarmayı amaçlar. Birlikteliğin dikenleri ve tuzakları yavaş yavaş ortaya çıktığından ve bunların tam dökümleri önceden güç bela oluşturulabildiğinden, ilişkiye girmek her zaman riskli bir iştir. İlişkileri iyi günde kötü günde, ne olursa olsun idame ettirecek bir bağlanmanın eşlik ettiği ilişkilere girmek, boş bir çek imzalamaya benzer. Bu, başvurulacak hiçbir özel kurtuluş şartının olmadığı, henüz bilinmeyen ve tasavvur edilemez sıkıntılar ve ıstıraplarla karşılaşma ihtimalinin habercisidir. “Yeni ve gelişmiş” “bağlılık vaadi olmayan” ilişkiler, öngörülen sürelerini, beraberinde getirdikleri tatmin süresine indirger: Bağlanma, tatmin canlılığını kaybedene ya da makul standardın altına düşene kadar geçerlidir, bir an bile fazla sürmez.
Birkaç yıl önce, halen yalnızca geçici bir heves olduğu düşünülen yükselen bir eğilime set çekme umuduyla, “Köpek yalnızca Noellik değil, ömürlüktür” sloganı altında bir mücadele yürütüldü. Bu mücadele, çocukların Noel hediyelerinin haz verici potansiyelinden yorularak, hayvan bakımının gerektirdiği günlük işlerden usandığı ocak ayının sonunda istenmeyen hayvanların terk edilmesini önlemeye çalışıyordu. Bununla birlikte Jeffries’in çalışmasından öğrendiğimiz kadarıyla, kiralanmak için beslenen “sevimli ve tamamen eğitimli” köpeklerden biriyle “müşterilere birkaç saat ya da birkaç gün geçirmelerini sağlayacak” son derece başarılı bir Amerikan firması olan Flexpetz’in ekim ayında Londra’da bir şubesi açıldı. Flexpetz, “mülkiyet cefası olmaksızın geleneksel hazlar konusunda hizmet sunmakta” uzmanlaşmış, hızla çoğalan şirketlerden biri. Bir zamanlar sürekliliğin hüküm sürdüğü yerlere geçiciliği yerleştirme eğilimi, hayvanlarla sınırlı değil. Bu eğilimin öteki ucunda da, “beraber yaşayan” ancak evlilik yeminine yanaşmayan çiftlerin oluşturduğu ve sayıları hızla artan haneler var. 2001’e kadar, İngiltere’deki hanelerin yüzde kırk beşi evli çiftlerden oluşuyorken, 2005’te birlikte yaşayan çiftlerin sayısı (muhtemelen hep böyle kalmayacak) iki milyonun epey üstüne çıktı.
“Bağlanma korkusu”nun, çağdaşlarımızın mutluluk halleri ve beklentileri üzerindeki etkisini değerlendirmenin en az iki farklı yolu var. Bunlardan biri, zevk alınacak zamanın maliyetinin düşürülmesini hoş karşılamak ve takdir etmek. Sadık birliktelikler üzerinde her zaman sallanıp duran gelecek sıkıntısının yarattığı kuruntu, ne de olsa, malum atasözünde geçen ufak ama mide bulandıran sinekti; bu sineği, zarar vermeye başlamadan önce yok etmek açıkçası hiç de kötü bir gelişme değil. Bununla beraber, Stuart Jeffries’in ortaya koyduğu gibi, en büyük araba kiralama şirketlerinden biri, müşterilerine defalarca kiraladıkları arabalara kişisel isimler vermelerini öneriyor. Jeffries şu yorumu yapıyor: “Öneri dokunaklı. Bu durum kesinlikle şunu gösteriyor ki, herhangi bir şeye uzun vadeli bağlanmakta daha önce hiç olmadığımız kadar isteksiz olsak da, bağlılığın duygusal, hatta belki de kişiyi kandıran hazları −eski varoluş tarzlarının hayaletleri gibi− hâlâ içimizde”.
Ne kadar da doğru. Sık sık, daha önce birçok defa olduğu gibi, hem bunu hem onu istemenin mümkün olmadığını görüyoruz. Ya da hiçbir şeyin bedava olmadığını; her kazanç karşısında bir bedel ödenmesi gerektiğini görüyoruz. Ara sıra kullandığınız herhangi bir şeyin zahmetli günlük bakımından kurtulabilirsiniz: Bir arabanın sık sık yıkanması, lastiklerinin kontrol edilmesi, anti-frizinin ve yağının değiştirilmesi, ruhsat ve sigortasının yenilenmesi ve önemli önemsiz onlarca başka şeyin hatırlanması ve yapılması gerekir; öyle ki söz konusu külfetten ve daha zevkli meşgaleler için kullanılabilecek değerli vaktin kaybından ötürü sıkılıp söylenebilirsiniz. Ancak (bazılarının şaşırdığı, bazılarının da tahmin ettiği üzere) arabanızın ihtiyaçlarıyla ilgilenmek kesinkes tatsız bir edim değildir. Aynı zamanda işin bizatihi düzgünce yapılmış olmasının getirdiği ve sizin –becerilerini kullanan ve adanmışlığını kanıtlayan bilhassa sizin− bu işi yapmış olmanızın getirdiği bir keyif söz konusudur. Böylece yavaşça, belki de farkında olmadan, haz duymanın hazzı ortaya çıkar: Sağlıklı gelişmesini sizin ilgi nesnenizin niteliklerine ve ilginizin niteliğine eşit ölçüde borçlu olan “bağlılığın hazzı.” “Ben-Sen”in, “birbirimiz için yaşıyoruz”un, “birimiz hepimiz için”in, ele geçmez, ama fazlasıyla gerçek ve karşı konulmaz hazzı. Yalnızca sizin için önem taşımanın ötesinde olan “bir fark yaratma”nın hazzı. Bir etki ve iz bırakmanın hazzı. İhtiyaç duyulan ve yeri doldurulamaz hissin hazzı: Elde etmesi çok güç olsa da kaygının getirdiği yalnızlıkta ve ilginin kişisel yaratım, kendini ispatlama ve kişisel gelişime sınırlı olarak odaklandığı durumda düpedüz erişilemez, ayrıca tasavvur edilemez son derece zevk veren bir his. Bu hissi, birlikteliğin ve bağlılığın göz alıcı kumaşlarının örüldüğü biricik iplik olan, özenle dolu zamanların tortusu geri getirebilir ancak.
Friedrich Nietzsche’nin tam anlamıyla insani, mutlu yaşam için ideal reçetesi −ki yaşadığımız postmodern ya da “akışkan modern” zamanlarda popülerlik kazanan bir idealdir bu− çoğu sıradan ölümlüye ayak bağı olan her türlü prangadan kaçınabilen yahut kurtulabilen, kendini ispatlama sanatının büyük üstadı olan “Üstinsan” imgesidir. “Üstinsan” gerçek bir aristokrattır −“bütün alçak, fesat, kaba, avam”ın büyük hıncının karşı etkisi ve şantajına boyun eğip, köşesine çekilerek özgüven ve kararlılığını yitirene kadar, “kendilerinin ve eylemlerinin iyi olduğunu düşünen, kudretli, yüksek statülü, yüce gönüllü olandır”.8 Üstinsan’ın, (daha doğrusu Nietzsche’nin geçmişte bir zamanlar var olduğunu düşündüğü/tasvir ettiği) ilk, katışıksız ve saf halinde yeniden canlandırılan ya da yaşam verilen, geçmişin aristokratı olduğunu söyleyebiliriz. Bu Üstinsan, kendi geçici talihsizliklerinin ve aşağılanmışlıklarının geride bıraktığı bütün ruhsal kalıntılarından kurtulan ve kendi iradesi ve eylemiyle geçmiş günlerin asıl aristokratlarına doğal ve gerçekçi gelen şeyi yeniden yaratan kişidir. (Nietzsche şunu vurgular: “‘Soylu’ olanlar kendilerini düpedüz ‘mutlu’ hissediyordu; mutluluklarını yapay bir şekilde üretmek… [ya da] mutlu oldukları konusunda kendilerini telkin etmek ve kandırmak zorunda değildiler… Dört başı mamur, kuvvetle dolup taşan ve bu nedenle kaçınılmaz olarak canlı insanlar olsalar da, mutluluğu eylemden ayrı düşünemeyecek kadar akıllıydılar –onların zihinlerinde eylem mutluluk addediliyordu kaçınılmaz olarak.”9)
Nietzsche’nin “Üstinsan”ı açısından, güç ve bütün kuralları ve yükümlülükleri önemsememe kararı, uzlaşmaya karşı canını dişine takarak savunulması gereken yüce bir değerdir. Gelgelelim, çok geçmeden Nietzsche’nin de ortaya çıkaracağı gibi, Üstinsan tarzında kendi kendisinin efendisi olmaya giden yolda, çetin bir engel de, zamanın boyun eğmez mantığıydı –Hanna Buczynska-Garewicz’in içgörülü yorumuna göre,10 özellikle de can sıkıcı bununla birlikte ehlileştirilemez “anın dayanma gücü” idi. Kendi kendisinin efendisi olmak, öz-yaratım projesine ters düşen dış güçlerin etkisini geçersiz kılma ya da en azından nötrleştirme yeteneği gerektirir. Bununla birlikte bu tür güçlerin arasında en çetin ve karşı konulmaz olanlar, müstakbel Üstinsan’ın tamamen kendi kendisinin efendisi olmaya yönelik kendi dürtüsünün izleri, tortuları ya da artıklarıdır; kendisinin üstlendiği ve onun uğruna başardığı eylemlerin sonuçlarıdır. Mevcut an (nitekim tamamen kendi kendisinin efendisi olma yolundaki her adım şöyle ya da böyle “mevcut andır”) halihazırda bütün bu olup bitenden muntazam bir şekilde koparılamaz. “Yeni bir başlangıç” layıkıyla yerine getirilemeyecek bir fantezidir. Zira aktör mevcut ana varırken bütün önceki anların silinmez izlerini taşır; “Üstinsan” olmak için, geçmiş anların izlerinin kendi geçmiş eylemlerinin izleri olması kaçınılmazdır. Tamamen kendine yeterli ve bağımsız “bölüm” bir mittir. Edimlerin, kendilerinden daha uzun yaşayan sonuçları vardır. Buczynska Garewicz şu yorumda bulunur: “Geleceği tasarlayan istenç, geçmiş tarafından özgürlüğünden yoksun bırakılmıştır. Eski hesapları düzenleme istenci geçmişe yönlendirir ve bu [Nietzsche’nin edebi sözcüsü Zerdüşt’ün ifade ettiği gibi] istencin diş gıcırdatması ve bir başına çektiği eziyettir.” “Anın dayanma gücü”, “yeni başlangıç” denemelerinin ölüm çanıdır diyebiliriz. Yatkın bir kulak açısından bunun sesi, “yeni başlangıca” girişilmeden çok daha önce işitilebilir olacaktır. Kendi kendinin efendisi olmanın oluştuğu gebelik döneminde, pek çok embriyonun yaşamı düşükle sonlanır.
Nietzsche “Üstinsan”ın (kendi geçmiş eylemleri ve sorumlulukları da dahil) geçmişe alayla yaklaşmasını ve kendini bunlardan kurtulmuş hissetmesini ister. Ancak bir kez daha tekrarlamam gerekirse: Yaratıcılığın hareketini yavaşlatan ya da durduran ve geleceğin tasarımcılarının ellerini bağlayan geçmiş, yitip gitmiş anların tortusundan başka bir şey değildir. Şimdiki zayıflıklar, bunların geçmişteki güç gösterilerinin doğrudan ya da dolaylı sonuçlarıdır. Daha da korkuncu, hırslı “Üstinsanlar” (yani, Nietzsche’nin çarpışma çağrısını ciddiye alan ve onu izlemeye karar veren insanlar) daha becerikli ve azimli hale geldikçe, gücün ve onun görüntülerinin içerisinde yuvalanan mutluluğu yenileyip genişletecek mevcut anların her birine ve her türlüsüne de bir o kadar ustalıkla hükmeder, manipüle edip sömürürler. “Başarıları”nın etkileri ne kadar derin ve hatta silinmez olursa, gelecekte manevra alanları da bir o kadar dar olacaktır.
Nietzsche’nin “Üstinsan”ının akıbeti de, sıradan insanlar olan çoğumuzun akıbeti gibi olmaya mahkûm gibi görünmektedir. Örneğin, Douglas Kennedy’nin “kendi hayatını yaşamak isteyen adam”ın öyküsündeki kahraman gibi.11 Bu adam, her daim daha fazla özgürlük düşlerken, aile yaşamının gitgide artan kapan ve tuzaklarıyla aralıksız bir şekilde kalınlaşan, kendisini çevreleyen yükümlülük duvarları arasına hapsolmayı sürdürüyordu. Yüklerden kurtulmuş olarak yolculuk etme kararı vermişken, kendisini olduğu yere bağlı tutan yükleri çoğaltıyor ve böylece de en küçük hareketi külfet haline getiriyordu. Bu tür çözülmez çelişkilere bulaştığından (daha doğrusu kendi kendini bulaştırdığından), Kennedy’nin kahramanı yanı başındaki kişiden daha fazla baskıya maruz kalıyor değildi. Hiç kimsenin kurbanı, yahut hiç kimsenin kininin ya da kötülüğünün hedefi de değildi. Özgürce kendini ispatlamaya dair düşlerini engelleyen, kendisinden ve kendini ispatlamaya yönelik çabalarından başka bir şey değildi. Altında ezildiği ve sızlandığı yük, Kennedy’nin öne sürdüğü gibi, sabah yataktan çıkmak için iyi bir neden sunan bütün bu takdire şayan ve gıpta edilen “yaşamın ürünleri” olan çabaların –kariyerinin, evinin, çocuklarının, büyük banka kredisinin– gıpta edilen ve aslında değer verilen meyvelerinden oluşuyordu.
Dolayısıyla Nietzsche’nin maksadı bu olsun ya da olmasın, (ki muhtemelen onun maksadına karşıt olarak….) onun mesajını bir uyarı olarak yorumlayabiliriz: Kendini ispatlama bir insanlık kaderi olmasına rağmen ve bu kaderi hayata geçirmek için hakikaten kendi kendinin efendisi olmaya yönelik bir üstinsan gücüne ihtiyaç duyulacak olmasına rağmen, ayrıca bu kaderi tamamına erdirmek ve böylece kendi insani potansiyelinin hakkını vermek için gerçekten bir üstinsan gücünün araştırılması, toplanması ve harekete geçirilmesine ihtiyaç duyulacak olmasına rağmen, “Üstinsan projesi”, belki de kaçınılmaz biçimde, en başından kendi yenilgisinin nüvelerini taşır.
Farkında olalım veya olmayalım, hoşumuza gitsin veya gitmesin, yaşamlarımız sanat yapıtıdır. Yaşamlarımızı yaşama sanatının gerektirdiği gibi sürdürmek için, tıpkı herhangi bir sanatın ustası gibi, kendimize (en azından ortaya kondukları anda) açıkça karşı koyması güç olan sorunlar belirlememiz gerekir. Her ne yapıyor veya yapabiliyorsak, onunla aşık atmak için, (en azından seçim anında) erişimimizin epeyce ötesinde olan hedefler ve (en azından çoktan edinilmiş) becerilerimizi can sıkıcı bir şekilde epeyce aşıyormuş gibi görünen mükemmellik standartları seçmeliyiz. İmkânsız olanı denememiz gerekir. Kesinlik bir yana, hiçbir güvenilir, yararlı öngörüden destek almadan, uzun ve zahmetli bir çabayla, bu standartları bazen yakalayabileceğimizi, bu hedeflere varabileceğimizi ve böylece sorunlarla başa çıkabileceğimizi olsa olsa umabiliriz.
Belirsizlik insan yaşamının doğal habitatıdır –belirsizlikten kaçma umuduysa insan yaşamındaki arayışların motorudur. Belirsizlikten kaçmak, yalnızca zımnen varsayılsa bile, her türlü karma mutluluk hayalinin en önemli bileşenidir. “Gerçek, muntazam ve eksiksiz” mutluluğun, her zaman belli bir uzaklıktaymış gibi görünmesinin nedeni de işte budur: Malum ufuk gibi, ne zaman yakınlaşmaya çalışsanız uzaklaşır.
Zygmunt Bauman
Yaşam Sanatı
Versus Yayınları
Çevirmen: Akın Sarı
1) Michael Rustin, “What is wrong with happiness?”, Soundings (Yaz 2007), s. 67-84.
2) Robert E. Lane, The Loss of Happiness in Market Democracies, Yale University Press, 2000.
3) Richard Layard, Happiness: Lessons from a New Science, Penguin, 2005.
4) Jean-Claude Michéa, L’Empire du moindre mal. Essai sur la civilisation libérale, Climats, 2007, s. 117.
5) Bkz. “English patience”, Observer Magazine, 21 Ekim 2007.
6) Bkz. “My favourite outfit”, Observer Magazine, 22 Nisan 2007, s. 39.
7) Stuart Jeffries, “To have and to hold”, Guardian, 20 Ağustos 2007, s. 7-9.
8) Friedrich Nietzsche, The Genealogy of Morals, çev.: Horace B. Samuel, Dover, 2003, s.11. [Ahlakın Soykütüğü, çev.: Zeynep Alangoya, Kabalcı Yayınevi, 2011].
9) A.g.e, s. 20.
10) Bkz. Hana Buczynska-Garewicz, Metafizyczne rozwazania o czasie [Metaphysical Reflections on Time], Universitas, 2003, s. 50 ve devamı.
11) Bkz. Douglas Kennedy, The Pursuit of Happiness, Arrow, 2002.