Kuşaklar arasındaki değişimi ve özellikle de bu değişim sonucu ortaya çıkan yaşam tarzlarını son derece doğru ve içgörülü bir biçimde analiz eden Hanna Swida-Ziemba, “Eski kuşaklar kendilerini gelecek kadar geçmişle de tanımlıyorlardı,” diyor. Ama yeni kuşaklar için var olan tek şey şimdiki zaman. “1991-1993 arasında yürüttüğüm araştırma sırasında konuştuğum gençler şunu soruyordu: Dünyada neden bu kadar fazla saldırganlık var? Mutluluğu tam anlamıyla elde etmek mümkün mü? Bu tür soruların artık onlar için önemi yok.”44
Swida-Ziemba Polonyalı gençlerden söz ediyordu. Ancak, hızla küreselleşen dünyamızda araştırmasını nerede yoğunlaştırırsa yoğunlaştırsın çok benzer eğilimlerle karşılaşırdı. Söz konusu verilerin toplandığı, her yerde çoktan geride bırakılmış yaşam biçimlerini yapay olarak korumuş ve mutluluğun nasıl aranacağı konusunda sıkı disiplin uygulamış bir ülke olan Polonya, dünyadaki eğilimleri yoğunlaştırıp tek bir yerde toplayarak, daha sarih ve böylece de daha belirgin ve kolay fark edilir hale getirmişti yalnızca.
Muhtemelen size “Saldırganlık nereden kaynaklanıyor?” sorusunu sorduran şey bu konuda bir şeyler yapmayı arzulamanızdır; saldırganlık konusunda güçlü duygulara sahip olduğunuzdan ve saldırganlığa son vermeyi ya da ona karşı savaşmayı içtenlikle arzuladığınızdan kökenlerinin nerede bulunduğunu öğrenmek istiyorsunuzdur. Muhtemelen, saldırgan dürtülerin ya da saldırgan tasarıların beslendiği ve çokça bulunduğu yerlere ulaşmaya ve sonra da bunları etkisiz hale getirip yok etmeye çalışmaya heveslisinizdir. Eğer saikleriniz hakkındaki bu tahmin doğruysa, insan yaşamı için rahatsız edici ya da büsbütün uygunsuz olan saldırganlıkla yüklü ve bu yüzden de adaletsiz olan bir dünyaya içerliyor, ama aynı zamanda böyle bir dünyanın başka bir dünyaya, insanlar için daha barışçıl, huzurlu ve uygun bir yere dönüştürülmesinin mümkün olduğuna ve çok uğraşırsanız –ki uğraşmalısınız da− kendinizin bu dönüştürücü gücün bir parçası olabileceğine ve dünyayı başka bir dünya haline getirmek zorunda olduğunuza da inanıyorsunuz demektir. Tamamen mutlu olmak mümkün mü diye sorduğunuzdaysa, daha güzel, değerli ve tatmin edici bir yaşama tek başınıza kavuşabileceğinizi düşünüyor, kendinizi değerli her davanın gerektirdiği çabayı, hatta fedakârlığı göstermeye ve bu işin, takipçilerinin önüne koyduğu zorlu görevlere katlanmaya hazır hissediyorsunuz demektir. Başka bir deyişle, bu soruyu sorarak mevcut durumu uysalca kabullenmek yerine, önünüze koyduğunuz standartlar, görevler ve hedefler doğrultusunda gücünüzü ve yeteneklerinizi sınama eğiliminde olduğunuzu, −yoksa hırslarınızı ve amaçlarınızı elinizdeki ya da o anda toplayabildiğiniz güçle ölçmeye çalışmadığınızı− göstermiş oluyorsunuz demektir.
Şüphesiz, bu tür varsayımlarda bulunmuş ve bunları izinden gitmiş olmalısınız; aksi halde bu tür sorular sormakla uğraşmazdınız. Bu soruların aklınıza gelmesi için, öncelikle etrafınızdaki dünyanın kesin olarak “belirlenmediğine”, değiştirilebileceğine ve dünyayı değiştirme işine kendinizi hasrederek kendinizin de değişebileceğine inanmış olmalısınız. Dünyanın durumunun şimdikinden farklı olabileceğini ve bizzat yaptığınız ya da yapmaktan geri durduğunuz şeylerin dünyanın –geçmişteki, şimdiki ve gelecekteki− durumuna ne kadar bağlıysa, dünyanın ne kadar farklı olabileceğinin de bizzat yaptıklarınıza (daha fazla olmasa da) o kadar bağlı olduğunu kabul etmiş olmalısınız. Kendi yaşam seyrinizin yanı sıra yaşadığınız dünyada da bir fark yaratma yeteneğiniz olduğuna güvenmiş olmalısınız. Velhasıl, kendinizin yaratım ve şekillendirmenin bir ürünü olabildiğine inandığınız gibi, şeyleri yaratıp şekillendirebilen bir sanatçı olduğunuza da inanmış olmalısınız…
“Yaşam bir sanat yapıtıdır” önermesi, (“tıpkı ressamların resimlerini ya da müzisyenlerin bestelerini yapmaya çalıştıkları gibi, yaşamınızı güzel, ahenkli, duyarlı ve anlamlı yapmaya çalışmak” türü) bir varsayım ya da nasihat değil gerçeğin bir ifadesidir. Eğer yaşam bir insan yaşamı ise –yani irade ve seçme özgürlüğüyle donatılmış bir varlığın yaşamıysa− sanat yapıtı olamaması mümkün değildir. “Yapacağım” ifadesinin yerine “yapmalıyım”ı dayatan ve dolayısıyla olası tercih boyutunu daraltan dış güçlerin ezici baskısına nedensel rol atfederek, irade ve seçimin varlığını yadsımaya ve/veya gücünü gizlemeye yönelik her türlü çabaya rağmen, irade ve seçim yaşam biçimi üzerinde iz bırakır.
Yaşam seçiminizden, seçimler arasındaki seçiminizden ve seçimlerinizin sonuçlarından sorumlu olmak anlamında, bir birey olmak seçim meselesi değil, talihin bir buyruğudur. Yine de çoğu zaman insanın, bu sorumluluğu hem entelektüel hem de pratik anlayışını tamamen aşan koşullar altında yerine getirmesi gerekir. İnsan yaşamı, (failin iradesine doğası gereği her zaman dirençli ve çoğu zaman da karşı gelen bir madde olan “gerçeklik” olarak algılanan) “dışsal koşullar” ile “yaratıcılar”ın (müelliflerin/faillerin) tasarıları arasındaki aralıksız çatışmadan meydana gelir: Yaratıcılar, maddenin etkin ya da edilgen direncinin, meydan okumasının ve/veya ataletinin üstesinden gelerek, gerçeği kendi ‘iyi yaşam” anlayışlarına göre yeniden biçimlendirmeyi amaçlar. Paul Ricoeur bu anlayışın, “ideallerden oluşmuş bir sis ve başarılardan oluşmuş düşler” olduğunu ve loş ışığı altında yaşamdaki başarı ya da başarısızlık derecesinin izlendiğini ve belirlendiğini söyler.45 Bu ışıkta bazı adımlar ve onların getirdiği sonuçlar mantıklı ve uygun görülürken, bazıları da sadece araçsal değil aynı zamanda “özerekli” (autotelic) oldukları için bir kenara konur: Yani başka bir yüce amacın yerine getirilmesinin aracı olarak gerekçelendirilip savunulmaya ihtiyaç duymayan, “başlı başına iyi” amaçlar olarak bir kenara konur.
Ricoeur iyi yaşama dair görüşleri nebulaya benzetir. Nebulalar yıldızlarla doludur. Bunların hepsini sayamazsınız ve parlayıp ışıldayan sayısız yıldız insanı hayran bırakır, imrendirir. Yıldızlar, gezginlerin yabanda kendilerine bir yol –herhangi bir yol− çizmesini sağlayabilecek ölçüde karanlığı aydınlatabilir; peki hangi yıldız kişinin adımlarını yönlendirecektir? Çok sayıda yıldızın arasında rehber olarak belli bir yıldızı seçmenin yerinde ya da talihsiz bir karar olup olmadığına hangi noktada karar verilmeli? Seçilen yolun hiçbir yere varmadığı, artık bu yolu terk edip geriye dönerek, daha iyi bir tercih olacağı umuduyla bir başkasını seçme vaktinin geldiği sonucunu ne zaman çıkarmalı? Önceden seçilmiş yoldan gitmenin getirdiği sıkıntılara rağmen, böyle bir karar akılsızca bir adım olabilir: Şimdiye kadar takip ettiğiniz yıldızı terk etmenin daha ağır ve nihayetinde daha üzücü bir hata olduğu ortaya çıkabilir ve alternatif yolların daha da büyük sıkıntılara yol açtığını anlayabilirsiniz. Bütün bunları kesin olarak bilemezsiniz, bilmeniz de pek mümkün değildir zaten. Yazı mı tura mı, kazanma ya da kaybetme şansınız yarı yarıya.
Bütün bu ikilemlerin doğrudan, kesin bir çözümü yoktur. Ne kadar aksi denenirse denensin, yaşam belirsizlikler eşliğinde yaşanır. Her karar, rastlantısal kalmaya mahkûmdur. Hiçbiri riskten muaf değildir ve başarısızlığa ve sonradan duyulacak pişmanlıklara karşı güvence altına alınmamıştır. Bir seçim yönündeki her sava karşılık, aynı ağırlıkta olan bir karşı sav bulunabilir. Nebulanın ışığı ne kadar parlak olsa da, başlangıç noktasına geri dönmeyi arzulama ya da buna zorlanma ihtimaline karşı bize garanti vermeyecektir. Mazbut, şerefli, tatmin edici, değerli (ve elbette mutlu!) bir yaşam yolunda ilerlerken, bize rehberlik edecek ışığı temin ettiği için seçilmiş bir yıldıza güvenerek, hataları önlemeye ve belirsizlikten kurtulmaya çalışırız. Gelgelelim çok kısa bir süre sonra öğreniriz ki, rehberlik edecek yıldızı seçen son kertede bizizdir ve bu seçim de diğer seçimlerimiz kadar risklere gebedir ve böyle de olmak zorundadır. Sonuna kadar da bizim seçimimiz, bizim sorumluluğumuz olarak kalacaktır…
Michel Foucault’nun ileri sürdüğü gibi, “kimlik doğuştan verilen bir şey değildir” önermesinden tek bir sonuç çıkıyor: Kimliklerimizin (yani “Ben kimim?”, “Bu dünyadaki yerim ne?”, “Dünyadaki amacım nedir?” gibi soruların yanıtlarının) tıpkı sanat yapıtları gibi yaratılmaları gerekiyor. Bütün pratik hedef ve amaçlar açısından, “Her bireyin yaşamı bir sanat yapıtı haline gelebilir mi?” (ya da daha manidar olarak, “Her birey kendi yaşamını yaratan sanatçı olabilir mi?”) sorusu, kaçınılmaz olarak “Evet” ile yanıtlanacak, tamamen retoriğe dayalı bir sorudur. Bu kadarını Foucault da varsayarak şunu sorar: Eğer bir lamba ya da ev sanat yapıtı olabiliyorsa, insan yaşamı neden olmasın ki?46 Swida-Ziemba’nın karşı karşıya getirdiği hem “genç kuşaklar” hem de “geçmiş kuşaklar” Foucault’nun varsayımına tüm kalpleriyle katılırdı sanırım. Bununla birlikte Swida-Ziemba’nın karşılaştırdığı her iki kesimden insanların “sanat yapıtı”nı düşünürken kafalarında farklı şeyler olacağını tahmin ediyorum.
Geçmiş kuşaklar muhtemelen kalıcı değere sahip, ebedi, zamanın akışına ve kaderin cilvesine karşı direngen olan bir şeyler düşünecektir. Eski ustaların alışkanlıklarını izleyerek, ilk fırça darbelerini uygulamadan önce tuvallerini kılı kırk yararak kullanıma hazırlayacak ve boya katmanlarının kurudukça çatlamayacağını ve ebediyen olmasa da, yıllarca renklerindeki canlılığı koruyacağını garantiye almak için çözücüleri de aynı dikkatle seçeceklerdir… Daha genç kuşaklar ise, şu andaki ünlü sanatçıların pratiklerini “happeningleri” ve “enstalasyonları” taklit etmelerini sağlayacak hünerler ve örnekler bulmaya çalışacaktır. Happeningler konusunda yalnızca şunu biliriz ki bunların sonuçta hangi yolu izleyeceği konusunda hiç kimse (hatta bunların tasarımcıları, üreticileri ve baş aktörleri bile) emin olamaz; bunların izleyeceği yol (“kör”, kontrol edilemez) talihe rehin bırakılmıştır; bunların seyirleri sırasında her şey olabilir ama kesin surette ne olacağı konusunda hiçbir şey söylenemez. Enstalasyonlar ise kırılgan, dayanıksız, tercihen “kendi kendine parçalanabilir” öğelerle yamanmıştır, çünkü herkes bilir ki bunlar serginin bitmesinden sonra ömürlerini tamamlayacaktır. Gelecek sergilere yer açmak için, galeri eskinin kalıntısı olan (ve artık kullanılmaz durumdaki) ufak tefek şeylerden temizlenmelidir. Gençler, sanat yapıtlarını, odalarındaki duvar kâğıtlarının üzerine yapıştırdıkları posterlere ve diğer afişlerle ilişkilendiriyor da olabilir. Afişlerin, tıpkı duvar kâğıtları gibi, sonsuza kadar odalarını süsleyemeyeceğini bilirler. Er geç yeni idollerin suretine yer açmak için duvardan sökülerek “güncellenmeleri” gerekecektir.
“Eski” ve “yeni” her kuşak, sanat yapıtlarını belli bir dünyanın suretinde hayal eder ki bu dünyanın hakiki doğası ve anlamının da bu yapıtlarca gözler önüne serileceği ve sorgulamaya açık hale getirileceği varsayılır ve umulur. Bu dünyanın, sanatçıların emekleri sayesinde daha anlaşılır, belki de tamamen anlaşılır kılınması beklenir. Ancak bu olmadan çok önce, söz konusu dünyayı “yaşayan” kuşaklar tabiri caizse, “otopsi”den –yani bu yol yordamı onlara aktarmak ve anlamlı kılmak üzere yaygın bir şekilde anlatılan kişisel deneyimler ve hikâyelerden− bu dünyanın yol yordamını bilir veya en azından sezerler. O halde (önceki kuşaklarla taban tabana zıt olarak) gençlerin, insanın yaşam yolculuğunun başlangıcından önce tasarlanmış yollara gerçekten bağlılık andı içemeyeceğine inanmasına şaşmamalı. Zira tesadüfi ve önceden kestirilemez talih ve kazalar, bu yolculuğun rotasını pekâlâ değiştirebilir. Swida-Ziemba, Polonyalı gençlerden bazıları hakkında şunları söyler: “Bu gençler, bir arkadaşlarının şirkette iyice yükseldiğini, çok defa terfi edip zirveye vardığını, sonra şirket iflas edince de kazandığı her şeyi kaybettiğini belirtiyor. İşte bu nedenle gayet iyi giden eğitimlerini bırakıp bir inşaatta çalışmak üzere İngiltere’ye gidebilirler.” Diğerleriyse geleceği hiç düşünmüyor bile (zaman kaybından başka ne ki?). Yaşamın, (muhtemel olan) şansın yüzlerine gülüvermesi ve (eşit derecede muhtemel olan) kaldırımda muz kabuğuna basmak dışında bir mantık sunmasını beklemiyor ve bu yüzden de “her anlarının zevk içinde geçmesini” istiyorlar. Gerçekten de: her anlarının. Hazsız bir an boşa geçmiş bir an anlamına geliyor. Şimdiki feragatin gelecekte, şayet getirecekse, ne tür yararlar getirebileceğini hesaplamak imkânsız olduğu için, insan “halihazırda” çekip alabileceği anlık hazlardan neden vazgeçsin ki?
“Yaşam sanatı” yaşlı ve genç kuşakların üyelerine farklı şeyler ifade edebilir, ancak hepsi bunu kaçınılmaz olarak deneyimler. Yaşamın “bütün amacı” ya da “nihai hedefi”nin ve aynı zamanda yaşamın seyri ve ard arda gelen her yaşam döneminin anlamı, günümüzde kendin-yap tarzı işler olarak görülüyor; hatta bunlar IKEA tarzı teçhizatlı uygun modüler mobilya tipi seçimi ve montesinden oluşsa bile böyle bu. Yaşayan herkesin, tıpkı sanatçılar gibi, işin sonuçlarının sorumluluğunu üstlenmesi ve bu sonuçlar dolayısıyla övülmesi ya da suçlanması bekleniyor. Tekrar edeyim: Bugünlerde her insan kendi seçimleri olduğu için değil, deyim yerindeyse, evrensel talih öyle buyurduğu için birer sanatçıdır.
“Buyruk yoluyla sanatçı olmak” eylemsizliğin de eylem sayılması anlamına gelir. Yüzmek ve dümen tutmak kadar, kendinizi dalgalara bırakmak da önsel olarak bir yaratıcı sanat edimi farz edilir ve geçmişe dönüp bakıldığında da genellikle böyle kaydedilir. Seçimlerinin, kararlarının ve girişimlerinin mantıksal sırası, sürekliliği ve sonuçları olduğuna ve tasarılarının, şeytanın bacağını kırıp feleği yenecek ve yaşamı önceden tasarlanmış ve seçilmiş istikrarlı bir yolda tutacak kadar uygulanabilir ve akla yakın olduğuna inanmayı reddeden insanlar bile aylak aylak oturmaz. İçinde bulundukları koşulların buyurduğu sayısız küçük işi, bir montaj kitine iliştirilmiş çizimleri takip edermişçesine yaparak, “talihe yardım ederler.” Hazzı ertelemenin anlamsız olduğunu düşünerek “günü yaşayanlar” kadar, geleceği önemseyen ve ileride önlerine çıkabilecek talihsizliklerin farkında olan insanlar da yaşamın vaatlerinin gelip geçiciliğinin farkındadır. Görünen o ki sağlam ve güvenilir kararlar almanın, sayısız ardışık adımdan tam olarak hangisini seçmiş olmanın (geriye dönüp bakıldığında!) daha doğru olacağını öngörebilmenin imkânsız olduğu konusunda mutabıktırlar; ya da yerlere rastgele saçılmış tohumlardan hangilerinin bolca lezzetli meyve vereceğini, hangi tomurcuğun aniden esen bir rüzgâr ya da çiçekten çiçeğe gezinen bir yaban arısı tarafından döllenme fırsatını yakalayamadan solup gideceğini kestirmenin imkânsız olduğu konusunda da mutabıktırlar. Dolayısıyla başka neye inanırlarsa inansınlar, insanın elini çabuk tutması gerektiği ve hiçbir şey yapmamanın ya da yavaşça ve uyuşuk bir şekilde yapmanın zararlı olduğu konusunda hepsi hemfikirdir.
Swida-Ziemba’nın belirttiği gibi, “ne olur ne olmaz” anlayışıyla deneyim ve referans toplayan özellikle gençlerdir. Genç Polonyalılar “moe” [belki] aynı yaşlardaki İngilizler “perhaps”, Fransızlar “peut-être”, Almanlar “vielleicht”, İtalyanlar “forse”, İspanyollar “tal vez” derken aslında hepsi hemen hemen aynı şeyi kastedecektir: Bir dahaki büyük piyango çekilişinde şu ya da bu biletin kazanıp kazanmayacağını kim bilebilir? Yalnızca satın alınmamış biletin kazanma şansı yoktur…
Eski ve Şimdiki Kuşaklar
Başka hiçbir yerde bulunmayan, bütün birimlerinde ortak olan özelliklere sahip bir bütünlük anlamındaki “kuşak” kategorisinin, sosyal bilimler ve kamu söyleminde “Büyük Savaş” denen olayın sonrasında ortaya çıkması ve yerleşiklik kazanması tesadüf değildi (göreceğimiz gibi, yirminci yüzyılda yaşanmış “dünya savaşları”ndan yalnızca ilkinin “büyük” sıfatını kazanmış olmasına şaşmamalı; halbuki İkinci Dünya Savaşı etkilediği alan, yarattığı yıkım, şiddetin ölçeği ve sonuçlarının vahameti bakımından ilkini çok geride bırakmıştı). Ortega y Gasset’in kuşaklararası iletişim ve çatışma konusunu işleyen ufuk açıcı eseri de o döneme rastlar. Ondan kısa bir süre sonra Karl Mannheim, yeni keşfedilmiş bu kategoriyi, başka bir yeni kavram olan “ideoloji” ile birleştirerek, bu kavramların göz alıcı kariyerlerini başlatır. Denebilir ki Ortega y Gasset’in ileri sürdüğü ve akabinde Mannheim’ın kanonikleştirdiği anlamda (yani farklı bir dünya görüşüyle belirlenmiş olan, aynı zamanda kendi başına ve kendi özel çıkarları adına hareket etmeye muktedir ve meyilli olan “kolektif özne” anlamında) “kuşak”ın keşfi bizatihi bir kuşağın başarısıydı: Büyük Savaş kuşağının.
Gerçekten de hiç şaşırtıcı değil… 1755’te Lizbon’u yerle bir eden deprem, yangın ve selden beri, dünyanın kendini “uygar” olarak tanımlayan bölümü “Büyük Savaş”la kıyaslanabilecek bir ruhsal ve ahlaki şok yaşamamıştı hiç. Lizbon felaketi, yeşeren “modern uygarlığı” Doğa ile savaşa sokmuş, aynı zamanda da İlahi yaratımın hikmeti, inayeti ve adaletine duyulan asırlık güveni baltalayıp neticede ortadan kaldırmıştı. Bu olay, filozofların Doğa’nın alt edilip insanların denetimi altına alınması konusundaki ısrarına muazzam ölçüde ikna edici, hatta adeta perçinleyici bir argüman katmıştı: Doğa’nın gelişigüzelliğinin yerine, aklın güdümünde, titizlikle tasarlanıp gözlenen, kazalara mahal vermeyen, öngörülebilir ve hepsinden de öte kontrol edilebilir bir düzen getirmek ve böylece yeni (insani) yönetim altında, insanların çıkarlarına doğru dürüst hizmet etmeye zorlamak.
“Büyük Savaş” felaketi, hem bilim ve teknolojiye dayalı olan, insanların kurduğu düzenin hikmeti ve faydasına, yaklaşık iki yüzyıldır duyulan güveni zayıflattı, hem de böylesi bir düzenin Doğa’nınkinden çok daha adil ve iyi olduğu inancına dair şüpheler doğurdu. Susan Neiman’ın öne sürdüğü gibi, “Aydınlanma bizi kendimizi düşünmeye teşvik ettiği kadar, içine doğduğumuz dünyanın sorumluluğunu almaya da yöneltmiştir.” Ancak, “insanlar tarafından üstlenilmesi gereken kötülüğün dozu arttıkça, bu sorumluluğun gitgide değersizleştiğini kabul etmişlerdir.”47 “Büyük Savaş”ın hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde gösterdiği (şayet daha fazla teyit gerekirse, kısa bir süre sonra dünyayı silip süpürecek soykırımların da teyit ettiği) şey şuydu: İnsanların yönetimi, en az, iki yüz yıl önce suçlanan Doğa’nınki kadar kaprisli, öngörülemez, kör, düşüncesiz ve erdemlerle günahlara karşı kayıtsız, üstelik de daha gaddar ve yıkıcı olabilir.
“Uygarlık”ın öncü ve sözcülerinin özgüveni, kibri ve gururunun karşı karşıya kaldığı şok gerçekten de çok büyük olmalı. Sonuçta Avrupa yirminci yüzyıla eşi benzeri görülmemiş bir iyimserlikle adım atmıştı. Neredeyse her şey iyi gidiyor ve her geçen yıl daha da iyileşiyordu. Geniş topraklar ve denizler Avrupa’nın iradesine tamamen boyun eğmiş ve göründüğü kadarıyla, önyargının boyunduruğunu kırmaktan ve bir elinde silah tutup diğer elinde İncil sallayan uygarlık elçileri ve misyonerlerince vaaz edilen sonsuz ilerlemeye dair muzaffer amentüleri benimsemekten başka bir şey düşlemiyordu. Biliminsanları her gün insan aklı ve kapasitesini sınırladığı iddia edilen bir şeyin daha ortadan kaldırıldığını duyuruyordu. Her geçen yıl (şimdilik!) henüz herkes olmasa da birçok kişi, daha rahat ve daha zengin yaşıyordu. Mesafeler kısalıyor ve daha az zahmetli hale geliyordu. Zaman daha hızlı akıyordu, öyle ki zamanın her biriminde gitgide daha çok zevk veren lütuflara kavuşulması ve bunlardan tat alınması mümkündü. Akıl krallığı, yasanın ve düzenin müşterek üstünlüğü −hepsi şuracıkta bizi bekliyordu. Mükemmelliğe giden yolda birtakım kötü ve huysuz insanlar dışında hiçbir direnişle karşılaşılmıyordu ve bu tür kötü maksatları gizlice güden ya da besleyen herhangi biri, şeytani işlerle çirkin düşüncelerin peşine düşmeye çalışırsa başarısız olmaya mahkûmdu. Toplum –heves ve hız bakımından, henüz istenen ve bir gün kesinlikle gerçekleşeceği umulan ölçüde olmasa da− tepeden tırnağa aydınlanıyordu. İnsanın şeytani tutkuları hiç olmadığı kadar güvenle evcilleştiriliyor, âdetleri daha kibar ve birliktelikleri daha huzurlu hale geliyor gibi görünüyordu. İnsanlar arasındaki anlaşmazlıkları çözmek için savaşmak yavaş yavaş, ama gözle görülür ölçüde ortadan kalkıyor, bunun yerini aklın otoritesinin kabulü ve daha çok insanın daha çok mutlu olması yolundaki dava alıyordu. Tarih, girdiği yolda hiç sekmeden ilerliyor ya da en azından öyle görünüyordu. Yön değiştirmek söz konusu değildi, geri çekilmek ise aklın almadığı bir şeydi.
Kısacası, uygarlığın geleceği güvendeydi. İnsan idaresi altında dünya güvenliydi ve daha da güvenli olacağı kesindi. Ilona adlı romanında Hans Habe zamanın ruhunu canlı bir şekilde tasvir ediyordu:
İnsanlar 1899 yılbaşı gecesi coşkuyla yeni yüzyılın başlangıcını kutlarken ne yaptıklarının farkında değildiler. Nehirler yataklarından taşana, çayırları göllere çevirene ve “sular dağları on beş arşın aşana” dek kesilmeyeceğini bilmeksizin, yağmuru kutluyorlardı. Suların bir günde çekilemeyeceği konusunda şüphe duymuyor, yıllar içerisinde yavaş yavaş artacağını varsayıyorlardı. Tanrının yirminci yüzyıldan bıkacağından hiç şüphelenmemişlerdi. Tufanın şerefine içiyorlardı.
Tufanın şerefine… Gerçekten de, birdenbire, herkesi şaşkına çevirerek, nehirler yataklarından taştı ve tufan başladı. İnsanlığın belleğindeki en kitlesel kıyım başlamıştı. Ortaçağın son karanlık günlerinde son heretiğin diri diri yakılmasından beri duyulmayan ıstıraplar içerisinde milyonların ölümü. Süngülerle delik deşik edilmiş, şarapnel parçalarıyla kesilmiş, tankların paletleri altında ezilmiş ve zehirli gazlarla şişmiş cesetler. Kendileri bataklık gibi siperlerde aylarca canlı canlı çürürken, acı çekmeden aniden ölen şanslıları kıskanan, kinin, önyargının ve hurafenin kurbanları. Orduya yazılan askerlerle beraber, bütün Avrupa’da Doğu Prusya bataklıklarından Somme’nin sularına kadar kazılmış siperlerde uygarlık, yavaşça, şefkatten yoksun bir şekilde, eziyet çeke çeke ölüyordu; dünyaya kefil olacağına inanılan dünyanın konforlu rahatlığı da uygarlıkla beraber yitip gidiyordu. Güvenli dünya hiçbir dirilme ümidi olmadan, düşüncesizce ve amaçsızca dökülen insan kanlarının oluşturduğu nehirlerde boğulmuştu.
Görünüşe bakılırsa, bütün bu dehşet, bir dizi kazanın (örneğin, Saraybosna’da Franz Ferdinand’a sıkılan ikinci kurşun, hüsrana uğramış bir öğrenci tarafından sıkılmıştı, çünkü kraliyet aracının şoförü hastaneye sürerken yanlış bir yola girmişti; ilk kurşunun asil hedefi bu kurşunla kazara vurulan kurbana asil teessürlerini göstermek için hastaneye gitmek istemişti) ve bir dizi savaş planının bir araya gelmesinden doğmuştu; bu planların her biri, gezegenin en gelişkin köşelerinin en ileri, en modern ve en donanımlı ordularının üst düzey uzmanları tarafından kılı kırk yararak ve bilimsel bir hassaslıkla hesaplanmıştı –her şey düşmanlıklara neredeyse kansız bir şekilde hemen son vermek ve hem hızlı hem de kesin sonuçlar ortaya çıkarmak üzere son derece rasyoneldi ve dikkatlice hesaplanmıştı. Gelgelelim insan planlamasının ve insan ürünü kazaların bu karışımından çıkan şey, hiç kimsenin planında yoktu. Hiç kimse karşılıklı katliamlarla dört yıl sürecek bu tür bir mezbaha planlamamıştı. Belki de bu, Büyük Savaş’ın en hayret verici ve korkutucu tecellilerinin en hayret verici ve korkutucu yanıydı. Bu tüyler ürpertici olay programlanmamış, tasarlanmamış, öngörülmemiş ve hatta tasavvur edilebilir olduğuna bile inanılmamıştı. Planlanmamış görevlere hizmet etmesi için seçilmiş araçların da alakasız ve muazzam ölçüde etkisiz, hatta işe yaramaz olduğu ortaya çıkmıştı.
Sorun hesapların yanlış çıkması değildi. Hatalı hesaplar düzeltilebilir ve bunları düzeltmek faydalı, rasyonaliteye hizmet eden bir girişim olabilir. Zira insanlar hatalarından ders almaya eğilimlidir ve böylece geleceklerini kazalara ve musibetlere karşı daha bağışık kılarlar. Sorun daha ziyade tam da şu düşünceydi: Elde yeterli bilgi ve teknoloji bulunduğunda, başvurulan araçların keskinleştirilmesi sayesinde gelecek hesaplanabilir ve amaçlar garanti altına alınabilirdi ki bu araçlar Somme, Verdun ve Doğu Prusya’daki ölüm meydanlarında bulunan mezarlara sevk edilmişti. Avrupa’nın özgüveni, uygar insanların aklın tutkular üzerindeki nihai zaferine olan inancı, tarihin hikmeti ve cömertliğine duydukları güven, güvenli bir şimdi ve garantili bir geleceğe duydukları rahatlatıcı, iyimser inanç da katledilip, milyonlarca askerle beraber kitlesel mezarlara gömülmüştü.
Ortega y Gasset ve Mannheim’ın hem kendilerinin hem de okurlarının dikkatlerini kuşakların tarihte oynadıkları role çevirmelerine yol açan düşünce zincirlerini tamamen yeniden kurmak kolay değildir. Yine de Büyük Savaş’ın tecellileri ve beraberinde getirdiği “kimlik şoku” olmasaydı, onların böyle bir bakış açısına varmalarının çok daha güç olacağı düşünülebilir. Paul Ricoeur’ün “kimlik” fenomenini ikiye ayırdığı (l’ipséité, yani diğer insanlardan ayırt edici özelliğinin sürekliliği ve la mêmeté, yani kişinin başkalarıyla benzerliğinin sürekliliği) göz önüne alındığında, Büyük Savaş’ın muazzam bir soru işareti koyduğu şey, kimliğin bu ikinci kısmıydı. Büyük Savaş’tan önceki “Ben”, sonraki “Ben” ve savaşın hem “öncesini” hem de “sonrasını” kapsayan “Ben”in her biri farklı dilden konuşuyordu. Her biri diğer ikisiyle kolay kolay iletişime geçemiyordu. Katliamdan canlı kurtulmuş olanlar, bir zamanlar mezbahaya giderken duydukları coşkuyu, açıklamak şöyle dursun, tam anlamıyla anlayabilirler mi? Eğer anlayabilirlerse, yeni edindikleri bilgileri, seferberlik gününde meydanlarda alkış tutan ve dans eden, geçmişteki benliklerimize, ifade edebilecekler midir? O zamanlar hayal bile edemeyip şimdi bildikleri şeyin nasıl ortaya çıktığını ve ihtimali düşük olmakla beraber o zamanlar bu şey onlara teklif edilmiş olsa, bunu doğrudan şeytani sözler addedip reddedeceklerini, buna aracılık edenleri de linç edebileceklerini kavrayabilirler mi? Verdun ve Somme’den sonra doğan ve “insanlığın en büyük sınavını”, “en heyecan verici” ve “karakter oluşturucu” maceralarını kaçırmış oldukları için görünüşte acı çeken insanlara, bedeli ağır ödenen bu kavrayışlarını aktarabilirler mi? Eğer aktarmayı denerlerse, anlaşılabilirler mi?
Avrupalılık kimliğinin la mémeté’sine vurulan darbe, “kuşak” fikrinin toplumsal ve siyasi bölünmelerin analizindeki ana kavramsal araçlardan biri haline gelmesinde belirleyici bir unsurdu muhtemelen. Nesnel analitik kategorinin hammaddesi, dikkat çekecek ölçüde farklı, birbirinden yalıtık, ikiye bölünmüş bir yaşamın öznel deneyimiyle karşılanıyordu. Keza muhtemelen kuşak kavramının ilk olarak icat edildiği laboratuar “şimdiki biz” ile “bir zamanlar biz” arasında yaşanan karşıtlıktı. Öznel deneyimden damıtılmış ve daha sonra işlemden geçirilerek dünyayı “oracıkta” irdeleyecek mercekler haline getirilmiş bu kavram, “biz”i “onlar”dan ayıran sınırın çizilmesinde kullanılabilirdi ve aslında kullanıldı da. Kuşaklararası iletişim kopukluğu ve ayrılığı, parçalanmış bir kişisel yaşam deneyimini anlama, “anlamlandırma” ve malum Lebenswelt’i [yaşam dünyası] parçalara ayıran ve yok edip yerine henüz keşfedilmemiş ve bilinmeyişinden ötürü korkutucu bir dünya koyan zaman yarılmasını anlaşılır kılma çabalarıyla ortaya çıktı; bu dünya, hem haritaların bulunmayışından hem de haritasının çıkarılmasını önceleyebilecek uzun gelişigüzel yaklaşımlar, riskli teşebbüsler ve potansiyel olarak ölümcül hatalardan ötürü daha da korkutucuydu.
Benzer (ama çok daha mütevazı ve daha az dramatik olduğu kabul edilen) öznel kopuş deneyimleri, zamanın akışı hızlanıp süratle değişen insanlık durumunun birbirini izleyen tecessümleri arasındaki mesafe kısaldıkça, artan sıklıkla tekerrür edecekti. Bir kere yeri belirlenip adlandırıldıktan sonra, kuşaklararası bölünme ve iletişim sorunlarının güncelliklerinden hiçbir şey kaybetmeden büyük ilgi uyandırmaya devam ettiğine şüphe yok. Hem akademik hem de yaygın söz dağarcığında uzun süre yer alacakları düşünülebilir.
Bununla birlikte, insan varoluşunun bütün yönlerinin zorunlu ve saplantılı olarak modernleşmesiyle ve modern çağın “akışkan” evresinin karakteristiği olan değer hiyerarşisinde geçiciliğe ve sürekliliğe (ya da dolayımsızlığa ve uzun vadeye) atfedilen mertebelerin tersine çevrilmesiyle harekete geçirilen gerçekten de kesintisiz bir devrimin halihazırdaki durumunda, tartışılan fikirlerin bazılarının yararlılıklarını kaybedip kaybetmediği ve mevcut insanlık durumunu tanımlama ve kavrama işini yerine getirmeyi bırakıp bırakmadığı açık değildir ve büyük ölçüde de ucu açık bir mesele olarak kalır. Bu meselelerin dünya görüşümüzde devam eden varlıklarının, Ulrich Beck’in “zombi terimleri”ne (sözcük olarak var olsa da cismen var olmayan kavramlar); ya da yalnızca sous rature (yani, anlatının iletişimsel uygunluğu bakımından kaçınılmaz olan, bununla birlikte bir ihtar/anımsatıcı gerektirerek kullanıldığında dünyevi göndergeleri varlıkların envanterinden çoktan silinmiş olarak) kullanılabilen, Jacques Derrida’nın terimlerine benzer bir örnek olduğu ileri sürülebilir. Bense bunlara neden olan çarpışmadan çok sonra yankılanmaya devam eden “yankılanan kelimeler” diyeceğim…
Aslında, (en azından kültür alanımızdaki) değişim hızı günümüzde akıllara durgunluk vericidir. Değişimler sürekli ve her yerdedir. Kuşaklara dayalı yeni bir sınır çizgisi çizmeyi haklı gösterecek kadar yoğun olan değişim yoğunlaşmaları, ya neredeyse günlük, rutin bir olay ya da aksine (eğer etkilerini “Büyük Savaş”ın şokuyla karşılaştırmayı tercih edersek) hiç olmadığı kadar azalıyor gibi görünüyor. Görünürde sayısız değişim vardır ve bunlar insanlık durumunun kalıcı özellikleri olarak, olağanüstü olaylardan ziyade olağan olaylar olarak, anormallikten ziyade normallik olarak, istisnadan ziyade kural olarak görülür. Oysa deneyimin süreksizliği neredeyse evrenseldir ve bütün yaş kategorilerini eşit ölçüde etkiler. Bu şartlar altında, kuşaklararası sınırları çizmek yalnızca keyfi olabilir. Sınır çizmeye yönelik her girişim ihtilaflı ve tartışmalı olacaktır. Bunların toplumun haritasına yansıtılması ise, eğer yanıltıcı değilse, çok da aydınlatıcı olmayacaktır. Öne sürülen bölümlemeler, betimlenen toplumun morfolojisi hakkında güvenilir bilgiden ziyade, istatistiksel veri işlemeye ilişkin tercih edilen yöntemin artçı etkileri olma riski taşır.
Değişim belki de fazlasıyla hızlı ve yeni fenomenlerin kamu bilincinde ortaya çıkma ve gözden kaybolma hızı da fazlasıyla baş döndürücüdür. Bu, “zamanın ruhu”nun sağlam işaretleri olarak kaydedilmeye ve bir kuşağın biricik ve kalıcı nitelikleri olarak yeniden biçimlendirilmeye uygun olan tutumlarda, davranış kalıpları, değer sendromları ve dünya görüşlerinde belirginleşmesini, yer etmesini ve pekişmesini engeller. Dağınık ve görünüşte bağlantısız bir süreksizlik yığınında, “devrim”e özgü görünürlük ve biçimlendirici güç elde edebilen değişimler çok nadirdir. Şayet varsa da çok azı kuşaksal bir kopuş fikri uyandıracak kadar, kendi kuşağını oluşturma ve etkin olarak kendini ispatlama için gerekli hammadeyi sağlayacak kadar ön plana çıkar.
Bir değişimin “devrim” olarak kabul edilmesi için, “değerlerin [kapsamlı ve zamanca sıkıştırılmış olarak] yeniden değerlendirilmesini” ve değer hiyerarşinin esaslı olarak yeniden düzenlenmesini harekete geçirmesi ya da içermesi gerekir. Şimdiye kadar uygun, etkili ve takdire layık olarak algılanan kuralların, normların ve modellerin hatalı, faydasız ve mahkûm edilebilir olarak yeniden biçimlendirilmesi gerekir. Değerlerin bu şekilde tersine çevrilmesinin sonucunda, bir bütün olarak geçmiş ve halen kamu belleğinde canlı olan geçmiş parçası karalanacak ve sıkı (ve saldırgan) bir sorguya tabi olacaktır. Geçmişin her bir öğesi zan altında kalacak ve masumiyeti kanıtlanana kadar suçlu addedilecektir (gerçi masumiyet neredeyse hiçbir zaman kesin surette kanıtlanamayacak, aklama hiçbir zaman tamamlanamayacaktır –şüphe de hiçbir zaman büsbütün ortadan kalkmayacaktır). Olsa olsa hüküm ertelenecek ve bu, geçmişte temyize tabi olmadığı ilan edilmiş kararlara da uygulanacaktır. Öte yandan, geçmişte mahkûm edilen ya da mahkûm edilebilir olduğu düşünülen şey –benzer bir şekilde topyekûn ve önsel olarak− ıslah edilecektir. Geçmişte esirgenen tanınmaya, şayet varsa birkaç soru yöneltilecek ve meziyete dair başka hiçbir kanıt gerekmeyecektir.
Sonuçta, gerçek bir “devrim” durumunda, geçmiş değerlendirmelerin tersine çevrilmesinin tek sebebi, ancak halihazırda onaylanmayan ve itiraz edilen “geçmiş”te dile getirilmesidir. Erdemler ahlaksızlık, başarılar kabahat, bağlılıklar da hainlik olarak –ya da tam tersi olarak− yeniden yazılır. Geçmişin değer ve pratiklerinin değer yitimi, henüz başlayan gelecek sise büründüğünden, çok daha fazla belirleyici ve uzlaşmaz olmalıdır. Geleceğin şekli hakkında, geçmişten farklı olacağı ve karanlıkta el yordamıyla hareket etmenin rahatsız edici önsezisini yatıştırmak üzere birkaç bildik nirengi noktasının el altında olacağı dışında, kesin hiçbir söylenemez. Yolu önceden gösteren yön tabelalarının yokluğunda, muhtemelen geçmişten miras alınan yön tabelalarını tersine çevirmek işe yarayacak, tamamen olumsuz da olsa bir ölçüde yönlendirme sağlayacak ve ne kadar çürük ve güvenilmez de olsa, gelecekteki olayların nihai seyrinin kontrol altında olduğu duygusunu verecektir. Öyleyse şu hiç de küçük bir avantaj değildir: Devrim anında gelecekteki erdemler ve başarılara ilişkin sınanmış ve güvenilir hiçbir ölçüt (yani gelecek, bugüne dönüşürken hâlâ bağlayıcı olduğuna güvenilebilen ölçütler) mevcut olmasa da, güvenilir birtakım değer ikameleri ve böylece de gediği kapatacak bir meritokrasi biçimi, geçmişteki erdemsizlikleri erdem diye, erdemleri de erdemsizlik diye yeniden adlandırmaya dayalı basit bir çareyle halihazırda meydana getirilebilir.
Bu türden “devrimler” bizim zamanımızda anormalliktir. Daha doğrusu tam tersi: Devrimler günlük bir diyete dönüştüğünden, ancak birkaç gün boyunca heyecan verip korkutabilirler; ta ki sonraki “tarihi” ya da “devrim niteliğindeki” olay, TV’deki ünlü sunucular tarafından nefes nefese duyuruluncaya ve bütün gazetelerin ilk sayfasını kaplayıncaya kadar; bunun hemen ardındansa bu olay, başka bir “sansasyonel” ve “eşi benzeri görülmemiş” olaylar dizisi tarafından kamunun eğreti dikkatinden silinip süpürülecektir. “Devrim” fikri bugünlerde değersizleşti. Kuşe kâğıda basılmış bir derginin her nüshasında devrim hakkında olmasa da düne kadar hiç duyulmamış ama illaki “devrim niteliğinde” olan – ve spot ışığı altındaki kimi bireylerin “yaşamını ve dolayısıyla da onları izleyen herkesin yaşamını değiştirecek”− birçok şey hakkında bir şeyler vardır.
Biraz daha ciddi bir açıdan bakarsak, akışkan modern dünya sürekli bir devrim halindedir; bu hal “katı” modernlik zamanlarından hatırlanan bir kereye mahsus “tekil” devrimlere imkân vermez. Eğer günümüzde halen devrimlerden bahsetmek mümkünse de yalnızca geçmişe bakılarak yapılabilir bu; geçmişe baktığımızda fark ederiz ki gayet küçük ve görünüşte önemsiz değişimler üst üste gelmiş ve insanlık durumunda yalnızca tedrici değil, nitel bir dönüşüm de meydana getirmiş. Evvelki göndergelerinden yoksun olan “devrim” fikri değersizleştirilmiştir: Her türlü “yeni ve gelişmiş” ürünü “devrimci” şeklinde tanıtan reklam yazarlarınca her gün kullanılır ve istismar edilir…
Sürekli ve sık rastlanan değişimlerin ortasında, ta derinlerde olan, ama gelişmeye de devam eden tamamlanmamış dönüşümlerin “devrimci” doğasını doğru bir şekilde kavramak güç, belki de imkânsızdır. Bu tür dönüşümleri peşinen tasarlamak ve toplumsal durum üzerindeki etkilerini tahmin etmek ise daha da imkânsızdır. Yine de eğer gerçek bir devrim olursa, dönüşümden sonraki yaşam deneyimlerinin daha önce hatırlananlardan kesinlikle farklı olacağına şüphe yoktur. Dönüşümün bir tarafındaki insanlar açısından olsa olsa bir istisna, rutinin ihlali olan şey, diğer taraftakiler açısından normal bir durum olarak görülecektir. O zaman, ortaya çıkan kuşaklararası bölünmenin ilk semptomu “iletişimsel kargaşa” olacaktır. Esas mesele, (iletişimsel soruna sonradan eklenen ideolojik bir cila olan) “çıkar çatışması”ndan ziyade, uygunluk ve öncelik meseleleriyle ve farklı farklı konumlanmış, birbirileriyle örtüşmeyen bilgisizlik alanlarından kaynaklanan sorunlarla ilgili bir anlaşmazlıktır. Bir grup için esas olan deneyimler bir başka grubun deneyimlerinde ya çok az göndergeye sahiptir ya da bunlar hiç yoktur. Nitekim bir grup açısından çok önemli olan meseleler, diğeri için “geçerli değildir”.
Yalnızca iki kamp –“yaşlılar” (ya da yetişkinler) ve “gençler” (henüz yetişkin olmayan ya da yetişkin olmaya yanaşmayanlar)− oluşturmak üzere sık sık iç içe geçen kuşaklar arasındaki karşılıklı şüphenin öyküsü eskiye dayanır. Çok eski zamanlara kadar uzanan ilk belirtilerinin izi kolayca sürülebilir. Ama bu şüphe, dünyanın (en azından insanla ilgili kısmının), mevcut halinden farklı olabileceği ve onu farklı hale getirmenin de insanların elinde olduğunun kabul edilmesiyle, yaşadığımız modern çağda adamakıllı ortaya çıkmıştır. Ayrıca dünyanın, tek bir insanın yaşamında “artık devir değişti” ibaresini dile getirtecek kadar, bunun sonucunda da “olan” ile “olması gereken” arasında bir gediğin görülmesini ve “hey gidi günler”e karşı “daha iyi bir gelecek” tarzı kavramların hem felsefi düşüncede hem de yaşama dair popüler algılamalarda ortaya atılıp yer etmesini sağlayacak kadar hızlı değişmesiyle ortaya çıkmıştır. Ancak o zaman, dünyanın aralıksız dönüşümünün farklı aşamalarında dünyaya gelen insanlar, paylaştıkları zamanı değerlendirme bakımından muazzam şekilde farklılaşmaya başlamış olabilirler. İyice öğrenilip hâkim olunmuş becerilerin ve âdetlerin uygulanmasına imkân tanıdığı için bazı insanlara rahat ve konforlu gibi görünebilen şey, diğerlerine tuhaf ve itici görünmüş olabilir. Nitekim bazı insanlar, diğerlerini huzursuz edebilen, bocalatan ve şaşkına çeviren durumlarda, kendilerini çok rahat hissedebilir. Bazılarına “dünya hali bu” ya da “böyle gelmiş böyle gider” şeklinde görünebilen şey, diğerlerine gayri meşru, ahmakça, hakkaniyetsiz ve büsbütün iğrenç görünebilir.
Sonuçta, yaşlı ve genç kitleler birbirilerine yanlış anlama ve kuruntu bileşimiyle bakarlar. Yaşlılar, kendi büyüklerinin itinayla koruduğu şeyi, dünyaya yeni gelenlerin mahvedip ortadan kaldıracağından korkacaktır; gençler ise, eskilerin berbat ettiği şeyleri yoluna koymak için şiddetli bir arzu duyacaktır. Her iki kitle de olayların mevcut halinden memnuniyetsiz olacak ve bunların kötü hali konusunda diğer kitleyi suçlayacaktır. Son derece saygın haftalık bir İngiliz dergisinin ard arda iki sayısında, hırlaşan iki iddia yer aldı: Bir köşe yazarı “gençleri” “durgun, uyuşuk, zührevi hastalıklı ve hiçbir işe yaramaz” olmakla suçluyordu. Buna karşılık bir okur kızgınlıkla sözüm ona miskin ve kayıtsız gençlerin gerçekte “akademik olarak başarılı” olduklarını ve “yetişkinlerin yarattığı müşkül durumdan kaygı duydukları” cevabını veriyordu.48 Diğer sayısız benzer anlaşmazlıklarda da olduğu gibi, buradaki fark deneyimin şekillendirdiği bakış açılarının telkin ettiği değerlendirmelerdir ve ortaya çıkan ihtilaf da “nesnel bir şekilde” çözümlenemez.
Bana gelince, ben de “geçmiş kuşaklar”dan biriyim.
Gençliğimde, çağdaşlarımla beraber, Jean-Paul Sartre’ın le projet de la vie [yaşam projesi] seçimi hakkındaki açıklamalarını dikkatle okumuştum. “Yaşam projesi” seçimi, “seçimlerin seçimi”, ilk ve son kez, baştan aşağı, (ikincil, türetilmiş, müeccel) seçimleri belirleyecek üst seçim anlamına geliyordu. Sartre’tan öğrendiğimiz üzere, her projeye bir yol haritası ve güzergâhın ayrıntılı bir tarifi eklenecekti. Bir kere varış yeri seçildiğinde, geriye kalan tek şey, harita, pusula ve yol işaretlerinin de yardımıyla en kısa ve en az rizikolu yolu planlamak olacaktı…
Sartre’ın mesajını anlamakta güçlük çekmiyorduk ve bunu göründüğü kadarıyla etrafımızdaki dünyanın ilan ettiği ya da imlediği şeyle uyumlu buluyorduk. Sartre’ın dünyasında –yani benim kuşağımın paylaştığı dünyada− haritalar, şayet mümkünse, yavaş yavaş eskimişti (hatta bunların bazıları “eksiksiz” olmakla övünürdü). Yollar da, bir kere döşendikten sonra, araçların artan sayısı, ağırlığı ve hızına uyum sağlamak üzere zaman zaman tekrar döşenebilirdi. Bununla birlikte, bu yollardan gidildiğinde her defasında aynı yerlere varılırdı ve kavşaktaki tabelalarda ve trafik işaretlerindeki boya defalarca yenilenmiş olsa da, üzerlerinde yazan şey hiç değişmezdi.
Keza akranlarımla beraber, başkaldırmak şöyle dursun tek kelime itiraz etmeksizin, aç farelerle yapılan laboratuvar deneylerine dayalı sosyal psikoloji derslerini sabırla dinlemiştik; fareler bir labirentin içinde, tek “doğru” yolu (yani labirentin içinde ödüle –labirentin öbür ucundaki peynir parçasına− giden tek rotayı) ararken, bu yolu yaşamlarının geri kalanı için öğrenip ezberlemeyi amaçlıyordu. Buna hiç itiraz etmedik, çünkü Sartre’ın tavsiyesinde olduğu kadar, laboratuvar farelerinin itişip kakışmasında kendi yaşam deneyimlerimizin yankılandığını duymuştuk…
Günümüzde çoğu genç laboratuar farelerinin kaygısına baktığında kendi deneyimlerini idrak etmekte kesinlikle başarısız olacaktır. Keza yolun başında bütün yaşam rotasının haritasını hemen çıkarmaları tavsiye edilse, omuz silkmeleri muhtemeldir. Gerçekten de şu şekilde itiraz edeceklerdir: Gelecek ay ya da yılın ne getireceğini biliyor muyuz? Tek bir şeyden emin olabiliriz ki cevabı da kendileri vereceklerdir: Gelecek ay ya da yıl şimdi yaşadığımız zamandan farklı olacaktır. Farklı olacağı için de şimdi sahip olduğumuz birçok bilgiyi ve şu anda kullandığımız teknik bilginin çoğunu (hangi kısım olduğu konusunda hiçbir tahmin olmasa da) geçersiz kılacaklardır. Gurur duyduğumuz ve bugün yücelttiğimiz birçok şeyden (hangisinin yitip gitmek zorunda olacağı konusunda gene hiçbir tahmin olmasa da) kurtulmak zorunda kalırken, öğrendiğimizin çoğunu kuşkusuz unutmak zorunda kalacağızdır. Bugün en çok tavsiye edilen seçimler, yarın utanç verici büyük hatalar olarak kötülenebilir. Buradan çıkan sonuca göre (diye ekleyeceklerdir) en başta gerçekten edinmemiz gereken beceri esnekliktir (kısırlaştırılmış ve dolayısıyla halihazırda politik olarak doğru sayılan korkaklığa verilen ad). Bu, borca dönüşmüş geçmiş servetleri hızla unutma ve hemen elden çıkarma yetisinin yanı sıra yol ve yöntemleri hiç pişmanlık duymaksızın kısa sürede değiştirme kabiliyetidir. Gerçekten ilelebet hatırlamamız gereken şey, herhangi bir şeye ve herhangi birine ömür boyu bağlılık konusunda ant içmekten kaçınmak gerektiğidir. Ne de olsa fırsatlar, ansızın ortaya çıkma ve aynı derecede aniden yok olma eğilimindedir. Kasten veya olağan olarak, bu fırsatlara sonsuza kadar sahipmiş gibi davranan beleşçilerin vay haline…
Öyle görünüyor ki günümüzde bütün bir yaşamı peşinen senaryolaştırma konusunda halen düş kurulabilse ve bu düşün gerçekleşmesi için ter dökülse bile, bugünlerde bir senaryoya, hatta insanın düşlerini süsleyen senaryoya tutunmak riskli bir iştir ve intihara eşdeğer olabilir. Geçmişin senaryoları oyunun daha provaları başlamadan, modası geçip kullanımdan kalkabilir ve açılış gecesine kadar dayanmayı başarırlarsa, oyunun süresinin yine de fena halde kısa olduğu ortaya çıkabilir. Yaşamın bütünü bir yana, koca bir yaşam sahnesini, önceden tasarlanmış bu tür bir senaryoya adamak çok daha güncel, şimdinin modasına daha uygun ve dolayısıyla geleceği daha parlak olan birçok prodüksiyonu (ki bunların kaç tane olduğu asla bilinemez…) kaybetme şansına denktir elbette. Ne de olsa yeni fırsatlar, kapıyı çalmaya devam eder ve ne zaman, hangi kapıyı çalacağına dair hiçbir şey söylenemez.
Tom Anderson örneğini ele alalım. Sanat okuduğu için, muhtemelen çok fazla mühendislik teknik bilgisi edinmemişti ve teknolojik şeylerin çalışması konusunda çok az fikre sahipti. Çoğumuz gibi, modern elektronik aletleri kullanıyordu ve gene çoğumuz gibi, bilgisayar kasasının içinde ne olduğunu, şu değil de diğer tuşa bastığında ekranda nasıl bunun değil de şunun belirdiğini tahmin etmek ve düşünmek için çok fazla zaman harcamış olamazdı. Birdenbire, muhtemelen onu da şaşırtan şekilde, “sosyal ağ”ın yaratıcısı, öncüsü ve “ikinci internet devrimi” unvanını alıveren şeyin mucidi olarak bilgisayar dünyasında alkışlarla karşılandı. Belki de en başta büyük ölçüde bir hobi olarak düşünülen blogu, yalnızca birkaç yıl içinde, MySpace adlı şirkete dönüştü; bu blog genç internet kullanıcılarının akınına uğradı (daha yaşlı web kullanıcıları ise yeni şirketi ve onun inanılmaz popülerliğini bir şekilde duymuş olsa bile, belki de onu önemsememiş ya da ömrü bir kelebeğinki kadar olacak bir başka gelip geçici heves ya da ahmakça fikir olarak alaya almıştı). “Şirket” kayda değer hiçbir kâr getirmiyordu ve Anderson’ın da muhtemelen şirketi mali açıdan kazançlı duruma nasıl getireceği konusunda hiçbir fikri yoktu (muhtemelen böyle bir şeye hiç niyeti de yoktu). Ta ki 2005 Temmuz’una kadar… Bu tarihte Rupert Murdoch o zamana kadar ucu ucuna olan bir parayla ayakta kalmış şirket için 580 milyon dolar teklif etti. Murdoch’ın Myspace’i satın alma kararı, bu dünyanın sihirli kapısını, en yaratıcı ve karmaşık tılsımların sihrinden çok daha uygun bir şekilde açtı. Servet avcıları hiç vakit kaybetmeden aynı şeyi yaptı ve işlenmemiş elmas arayışına çıkarak interneti fethetti. Yahoo “sosyal ağ” kategorisinde bir başka internet sitesini bir milyar dolara satın aldı. 2006 Ekim’inde Google bir başka siteyi (henüz bir buçuk yıl önce, tamamen ev içi üretim tarzında, bir başka amatör girişimci çift olan Chad Hurley ve Steve Chene’in başlattığı) Youtube’u satın almak için 1.6 milyar dolar ayırdı. 8 Şubat 2007’de New York Times, Google’ın, yerinde fikirlerinden ötürü Chene’e piyasa değeriyle 326 milyon dolar değerinde, Hurley’e de 345 milyon dolar değerinde hisse verdiğini yazıyordu.
O ana dek keşfedilmemiş ya da layıkıyla takdir edilmemiş yeteneklerin arayışında olan yüce ve azametli bir hami ya da becerikli bir patron kişiliğinde cisimleşmiş olan, Talih tarafından “keşfedilmek”, masallar, Ortaçağ’ın sonları ve Rönesans’ın ilk dönemlerinden beri ressamların, heykeltıraşların ve müzisyenlerin biyografik folkloründe popüler bir motif olmuştur (gelgelelim sanatın İlahi yaratının büyüsünü, itaatkâr ve doğru bir şekilde anlatma yolu olarak görüldüğü antik çağda bu böyle değildi: Yunanlılar “ilahi esinin himayesindeki yaratma fikrini, yaratılan eserlerin parasal karşılığıyla uzlaştıramazdı.”49 Antik çağda “sanatçı olmak”, mali başarı şöyle dursun, herhangi bir dünyevi başarıdan ziyade, feragat ve yoksullukla, “kendinden geçmiş”likle bağdaştırılırdı).
Yüce ve azametli biri tarafından “keşfedilme”yle ilgili etiyolojik mit, ancak modern çağın eşiğinde icat edilmişti. Bu mit, bir yandan doğumun hiçbir temyiz hakkının olmadığı müebbet hapis olarak düşünüldüğü ve kendi kendini yetiştirmiş adam (hele hele kendi kendi yetiştirmiş kadın) fikrine olanak tanımayan bir toplumda, (çok nadiren) sanatçıların birdenbire eşi görülmemiş bir şekilde üne ve zenginliğe kavuşmasına açıklama getirmek içindi. Ayrıca bu mit −iktidar, güç, otorite, nüfuz düzeni ve zenginlik ve şaşa hakkı anlamına gelen– “normu” baltalamaktansa onu inatla sağlamlaştıracak ve doğrulayacak biçimde, yukarıdaki olağanüstü örnekleri izah etmek içindi. Tamamen dışlanmış olmasa da alt sınıftan olan, sanatın gelecekteki ustaları, genellikle şu kanıya vardılar (en azından etiyolojik mit bunu ima ediyordu): Nadir görülen büyük bir azim ve samimi bir görev aşkıyla birleşmiş, en yüce yetenekleri kazandıran ilahi lütuf bile, şanın, servetin ve takdirin başka yollarla ulaşılamaz alanına erişmek üzere kendilerine uzatılan güçlü bir el olmadan, kendi kaderlerini tamama erdirmek için yeterli değildi.
Modernitenin gelişiminden önce, “talihin dönmesi” miti neredeyse sırf sanatçılarla sınırlıydı. Buna da şaşmamak gerek, zira sonradan “güzel sanatlar” olarak adlandırılacak olan alanın, ressam, heykeltıraş, mimar ve bestekâr gibi icracıları, aşağı mevkilerinden yukarı çıkmayı başaran, krallar ve papalarla olmasa da prensler ve kardinallerle akşam yemeğinde boy gösteren, neredeyse tek gruptu. Gelgelelim, modernite ilerledikçe, sınıf engellerini yıkan tabakaların sayısı artmıştı.
“Zıpçıktılar”ın sayısı çoğaldıkça, “talihin dönmesi”den esinlenen öyküler de demokratikleşti. Bunlar artık her türlü yaşam sanatçısının, yani gündelik yaşamın sıradan sanatının sıradan icracılarının yaşam beklentilerine biçim veriyor ve hepimiz ya da çoğumuz da bu tür sanatçılarız. Ne de olsa, bugünlerde hepimizin, başarılı ve mutlu bir yaşama yol açacak olan, “talihin dönmesi” fırsatını ya da talih kuşunu yakalaması buyrulmuş. Eğer yaşamlarımızı anlamlı, başarılı ve tamamen mutlu kılmak “talihin dönmesi”ne dayanıyorsa, umut etmekte, bahtımızın açılmasını beklemekte haklıyızdır ve hayal gücümüzü son noktaya kadar genişleterek ve bir araya getirmeyi başardığımız bütün kaynakları ustalıkla kullanarak (başka bir deyişle, hiçbir şansı elden kaçırmadan) bahtımızın açılmasına yardımcı olmamız da gereklidir.
Gerçekten de, fukaralıktan zenginliğe olağanüstü yükseliş masalları allanıp pullanan ve alenen onaylanıp takdir edilenler çoğunlukla güzel sanat icracılarıdır (daha doğrusu, bir anda üne kavuşmaya nail olarak, icraları tartışmasız “güzel sanatlar” olarak sınıflanan şeyleri icra eden sayıları çok da fazla olmayan şanslı insanlardır). Örneğin, gazetelerin orasından burasından kesilmiş ve alt kısma üstünkörü yapıştırılmış, pop idollerinin fotoğraflarıyla süslü 50 peni değerindeki cam kül tablasının her birini 2 pounda satan kızın hikâyesini alalım… Doğu Londra’nın alelade bir sokağındaki alelade bir dükkânda uygun zamanı bekleyen bir kız; ta ki bir gün, tıpkı Sinderella masalında balkabağını her yeri altın bir faytona dönüştürmek üzere sihir kullanan meşhur büyücü nine gibi, bu kızın dağınık yatağını paha biçilmez bir yüksek sanat yapıtına dönüştürecek yüce sanat hamisini taşıyan bir limuzin dükkânın önünde duruncaya kadar…
Güzel sanatlar üstatlarının (daha doğrusu büyülü bir şekilde üstada dönüştürülen oğlan ve kızların) öyküleri, tarihi yüzyıllara dayanan öykü anlatım geleneğince hazırlanmış bir zemin bulma avantajına sahiptir. Bunlar, bizim akışkan modern zamanlarımızın tarzına pekâlâ uyar, çünkü modernliğin ilk dönemlerindeki öykülerin (örneğin, ayakkabı boyacısı bir oğlanın milyoner olmasına ilişkin ünlü efsane) tersine, evvelce yaşamda başarının gerektirdiği düşünülen sabır, sıkı çalışma ve özveri gibi garip, cefalı ve oldukça itici meseleler hakkında sessiz kalırlar. Günümüzde ünlü görsel ya da gösteri sanatçılarına dair popüler hikâyeler, kişinin kendini adadığı etkinlik türü ve bunu yapma tarzı meselesini önemsizmiş gibi gösteriyor; ne de olsa, akışkan modern dünyada, hiçbir değerli etkinlik değerini çok uzun süre koruyamaz. Bilakis akışkan modern hikâyelerin genellikle odaklandığı genel ilke şudur: Cömert talihin bulunduğu bir bileşime gelişigüzel eklenmiş her türlü bileşen, ne kadar yaygın, yalın ve alelade olursa olsun, “yaşam” denilen bulanık çözeltiden parlak başarı kristallerini çökeltebilir. Her tür bileşen: İlle de klasik-modern hikâyelerin ortaya attığı angarya, özveri, çilecilik ya da fedakârlık değil.
Bu koşullarda, bilgisayar ağlarının icadı fevkalade işe yaradı. İnternetin birçok faydasından biri şudur: Şimdilerde içerlenen, eskimiş ve demode olan, iş ile boş zaman; efor ile dinlenme; amaçlı eylem ile tembellik ya da aslında gayret ile miskinlik arasındaki karşıtlıklar konusunda taraf tutmanın sıkıntılı zorunluluğunu ortadan kaldırmıştır. Keza internetin akıl almaz süratte büyümesinin temel nedenlerinden biri de budur: 1997’de halen ihmal edilebilir olan internet kullanıcılarının sayısının 2010’da 2.5 milyarı geçmiştir; yalnızca bir yıldaki (2006) elektronik posta trafiği –yaklaşık bir milyar gigabyte− “ezelden beri bütün insan dilinin nakledeceğinden” yüzde 20 daha fazla enformasyon içeriyor.50 Web sitelerinde gezinirken bilgisayarınızın önünde geçirdiğiniz saatler neye harcanır? İşe mi yoksa eğlenceye mi? Çalışmaya mı yoksa zevke mi? Söyleyemezsiniz, bilemezsiniz ve açıkçası umurunuzda da değildir. Cehalet ve kayıtsızlığınızın günahlarından arınmanız gerekiyor. Zira bu ikilemlere güvenilir bir yanıt verilmeyecek ve kader elini uzatana kadar da yanıt gelmeyecektir.
Bu yüzden 31 Temmuz 2006’a kadar sayısı 50 milyonu bulan blogların dünya çapında internete dahil edilmesinde ve daha sonraki hesaplamalara göre bunların sayılarının o zamandan beri günde ortalama yüz yetmiş beş bin büyümesinde şaşılacak bir şey yoktur. Bu bloglar “internet kamuoyuna” ne tür bilgiler verir? Sahiplerinin/yazarlarının/işletmecilerinin aklına gelen her şey hakkında bilgi verirler (Rupert Murdoch’ların ya da Charles Saatchi’lerin bu dünya hakkında aniden dikkatini nelerin çekebileceğini kim bilebilir ki…). “Kişisel bir site”, bir blog yaratmak lotonun yalnızca bir başka çeşididir: Kazanan biletleri önceden bilmenizi (ya da bir başkasının bilmesini) sağlayan kurallar olduğuna dair yanılsama olsun ya da olmasın, “her ihtimale karşı” bilet satın almaya devam edersiniz. Bu kurallar da kendi uygulamalarınızda işe yarayacak bir şekilde sadakatle riayet etmek amacıyla öğrenip belleyeceğiniz türde kurallardır en azından. Sayısız blogu incelemiş olan Jon Lanchester, bir blogcunun kahvaltıda tükettiği şeyleri müthiş bir ayrıntıyla aktarırken, diğerinin önceki akşamki oyununun şakalarını açıkladığını; bir kadın blogcunun eşinin mahrem kusurlarından şikâyet ederken, bir başkasının kendi evcil köpeğinin çirkin bir fotoğrafını sergilediğini; biri polis yaşamının sıkıntılarını düşünürken, bir başkasının Çin’de bir Amerikalının cinsel istismarını konu edindiğiyle karşılaşmıştı.51 Her ne kadar içerikleri değişse de, hemen hemen bütün blogların paylaştığı bir nitelik vardı: En özel deneyimleri ve en mahrem maceraları kamuda sergilemek konusunda sınırsız bir açıklık ve doğruluk. Kabaca söylemek gerekirse, kendini (ya da kişiliğin en azından bazı taraflarını ya da yönlerini) piyasaya çıkarma konusunda aşikâr olan, kendine ket vurma eksikliğidir bu. Belki de bir şeyler, mühim bir internet gezgininin durup daha yakından bakmasını sağlayabilir; belki de müstakbel bir müşterinin, hatta zengin ve nüfuzlu bir müşterinin, ya da belki internette gezinen sıradan bir vatandaşın hayal gücünü ateşleyebilir; ama onlara yeten tek şey, nüfuzlu birkaç kişinin dikkatini çekmek ve bu kişilerin blog yazarlarına reddedemeyecekleri ve piyasadaki fiyatlarını yukarı fırlatacak bir teklif sunmasını esinlemektir. Çoğu kişisel ve gizli olduğu varsayılan ilişkilere dair kamusal itiraflar (ne kadar ağız sulandırırsa o kadar iyidir), daha “ciddi” (siz bunu daha zengin olarak okuyun) yatırımcıların rutin bir şekilde kullandığı paraya gücü yetmeyenlerin yararlandığı bir çeşit “yedek para”dır. Ürettiği objets d’art’ın [sanat yapıtı] sokaklarda ve kamusal alanlarda ya da birinin özel çalışma odasında takdir edileceği konusunda biraz olsun umut olmadıkça, yaşam sanatının çok fazla anlamı yoktur…
İrfan sahibi çoğu sanat eleştirmeni, güzel sanatların bugünlerde bütün yaşam dünyasını kuşattığını öne sürer. İlle de gerçekleşmesini istedikleri ve umdukları biçimde olmasa da, geçen yüzyılın avangardının sözüm ona boş düşleri yerine getirilmiştir. Görünen o ki bir kere muzaffer olduğunda, güzel sanatlar artık kendi varoluşunu dışavurucak sanat yapıtlarına ihtiyaç duymayabilecektir.
Kısa zaman önce ve hiç şüphesiz avantgardın altın çağında, güzel sanatlar kendi faydasını dünya ve sakinleri için belgelemeye çalışarak yaşamda kalma hakkını kanıtlamaya çalıştı. Arkalarında başarılarının katı ve kalıcı izlerini, yaptıkları faydalı hizmetlerin sağlam kanıtlarını bırakma ihtiyacı duymuşlardı; sonsuza dek yaşamayı vaat eden, elle tutulur ve muhtemelen silinmez izlerdi bunlar. Bununla birlikte, artık, varlıklarının katı izleri olmadan pekâlâ idare etmenin yanı sıra, çoğunlukla gereğinden fazla kalma tehdidi taşımama ve böylece çabuk ve uygun bir şekilde ortadan kaldırılamayacak kadar derin olan herhangi bir iz bırakmama konusunda dikkatliler. Görünen o ki günümüzde güzel sanatlar çoğunlukla hızlı montaj konusunda uzmanlaşmıştır ve kendi yaratılarının hemen parçalanmasını teşvik eder. En azından, montaja ve parçalara ayırmaya, sanatsal yaratıcılığın eşit ölçüde geçerli, değerli ve vazgeçilemez biçimleri gözüyle bakarlar. Amerikalı meşhur bir ressam olan Rauschenberg, bir zamanlar bir başka ünlü Amerikalı ressamın, de Kooning’in resim yaptığı kâğıtları satışa çıkarmıştı; ama bunlardan neredeyse bütün kalem izlerini büyük bir gayretle silmişti. Koleksiyoncular için para edecek şey, Rauschenberg’in kendi yaratıcı katkısı olan, silme izleriydi. Dahası, Rauschenberg yıkımı sanatsal yaratım mertebesine yükseltmişti. Yaptığı şeyler aracılığıyla, güzel sanatların çağdaşlarına sunduğu değerli hizmetler olarak temsil etmeyi amaçladığı şey, dünyada izler bırakmak değil, dünyada kalmış izleri ortadan kaldırmaktı. Rauschenberg en seçkin ve etkili çağdaş sanatçılar arasında böyle bir mesaj gönderen tek kişi değildi kesinlikle. Örneğin “öz-yıkıcı sanatın” öncüsü ve sanatın yıkıcılığı üzerine 1966 tarihli sempozyumu düzenleyen Gustav Metzger’i hatırlayalım. İzleri yok etme ya da örtme, şimdiye kadar yalnızca bu izlerin kakılması ve işlenmesi ya da başka yollarla –tercihen kalıcı olarak− belirginleştirilmesinin bulunduğu seviyeye yerleştirilmişti ve halen de bu seviyededir. Bu durum diğer seviyede –yaşam sanatları seviyesinde− de vuku bulur: Burada çok acilen ihtiyaç duyulan yaşam araçları deneye tabi tutulur ve insanın varoluşsal durumunun en ağır zorlukları tespit edilir, ele alınır ve bunlarla yüzleşilir.
Gerçekten de, yukarıda güzel sanatların yakın zamandaki dönüşümü hakkında söylenen her şey, sanatın en yaygın olan ve evrensel olarak icra edilen türüne de, yani yaşam sanat(lar)ına da atfedilebilir. Aslında, güzel sanatlarda meydana gelen ve halen de devam eden can alıcı kopuş, sanatçıların yaşam sanatındaki değişimleri, ya da en azından onun son derece gösterişli bir şekilde sergilenen türlerini yakalama çabalarından kaynaklanmakta. Diğer birçok bakımdan olduğu gibi, bu durumda da güzel sanatlar yaşamı kopya eder. Çoğu durumda, güzel sanatlardaki yeni akımlar, yaşam tarzındaki değişimleri biraz gecikmeyle de olsa takip eder –gerçi bu akımların yaratıcıları bu değişimleri sezinlemek için ellerinden geleni yaparlar ve bazen bir değişimi esinler ya da olanaklı kılar ve gündelik yaşamın pratiklerine girmesini kolaylaştırabilirler. “Yaratıcı yıkım”, sanatçılar tarafından keşfedilmeden önce gündelik yaşamın zaten en bilinen, hatta rutin bir şekilde uygulanan yollarından biri olarak yaygın bir şekilde uygulanıyordu ve yerleşiklik kazanmıştı. Rauschenberg’in yaptığı şey, “temsili resim”in anlamını güncelleştirme çabası olarak yorumlanabilir… İnsan deneyimlerini, (hem Erfahrungen [deneyim] hem de Erlebnisse [yaşantı] biçiminde) ortaya koymak, sergilemek ve anlaşılır kılmak isteyen azimli her profesyonel sanatçının, tüm yapıtlarının bu deneyimleri sadakatle temsil etmesini isteyen herkesin, yaratma ile yıkım arasındaki yakın ilişkiyi belirginleştirme, irdelemeye uygun hale getirme ve maskesini düşürme konusunda Metzger’in manifestosunu ve Rauschenberg’in örneğini izlemesi gerekir…
Yaşam sanatının icra edilmesi ve kişinin yaşamını bir “sanat yapıtı” haline getirmesi, akışkan modern dünyamızda, kesintisiz bir dönüşüm durumunda olmak, kişinin şimdiye kadar olduğundan başka bir kişi olarak (ya da en azından olmaya çalışarak), sürekli kendi kendini yeniden tanımlaması anlamına gelir. Gelgelelim “bir başkası olmak”, şimdiye kadar olunan kişinin son bulması; bir yılanın derisinden ya da kabuklu bir deniz hayvanının kabuğundan sıyrılması gibi kişinin eski biçiminden kurtulması ve kopması; kullanıla kullanıla eskimiş benliklerin teker teker atılması anlamına gelir ki bu da sürekli sunulan “yeni ve gelişmiş” fırsatların eskimiş, çok dar kapsamlı olması ya da geçmişte olduğu kadar tatmin edici olmamasıyla ortaya konur. Alenen yeni bir benliğin sergilenmesi ve bir aynada ve diğerlerinin gözünde takdir edilmesi için, kişinin eski benliğini, kendisinin ve diğer insanların nazarından ve muhtemelen de kendisinin ve diğer insanların anılarından silmesi gerekir. “Kendini tanımlama” ve “kendini ispatlama”ya giriştiğimizde, yaratıcı yıkıcılık uygularız. Hem de her gün.
Birçok insana, özellikle de geride çoğunlukla sığ ve gizlemesi kolay birkaç iz bırakmış gençlere, bu yeni yaşam sanatı türü, pekâlâ cazip ve sevimli görünebilir. Kuşkusuz ki bunun haklı sebepleri de vardır. Bu yeni sanat türü gelecek için, sonsuzmuş gibi görünen uzun bir keyif dizisi vaat eder. Üstelik mutlu, tatmin edici bir yaşam arayışındakilerin asla nihai, kesin, değiştirilemez bir yenilgi yaşamayacağını; her aksilikten sonra ayağa kalkmak için ikinci bir şans ve olanak tanınacağını; bunun onlara zararlarını telafi etme, “yeniden başlama”, “yeni bir başlangıç yapma”, hatta “yeniden doğma” ediminde kaybedilen şeyleri tamamen geri kazandıracağını ve telafi edeceğini vaat eder (bunu şöyle okuyun: çok daha kullanıcı dostu ve uğurlu olan bir başka “türünün tek örneği” ekler). Böylece yaratıcı yıkımın ardıl edimlerindeki yıkıcı unsurlar kolayca unutulabilir ve kaybın acı tadı yeni perspektiflerin ve henüz sınanmamış vaatlerinin tatlılığıyla giderilebilir.
Yukarıda andığımız ve Jean-Paul Sartre’ın “yaşam projesi”nin tutarlı icrasının, yaşam sanatının özü olduğunu ileri sürdüğü zamanlarda, ardıl yaşam durumları ve bunların güçlükleri, insanlara kendini idame ettirme ve kendine yetme epizotları olarak görünmedi. Doğru ya da yanlış bir şekilde, bunlar birbiri ardına katı, “doğal”, hatta belki de önceden hesaplanmış bir düzenle yerleştirilmiş, önceden tasarlanmış bir yolun aşamaları olarak algılanıyordu; kişinin sayarken uymak zorunda olduğu, önceden belirlenmiş, tartışılmaz ve değiştirilemez bir sırada dizilmiş tespih taneleri gibi.
Sartre’ın öne sürdüğü yola göre, yaşamın ilk anından sonuna kadar, yaşamın izleyeceği yol, daha ilk adım atılmadan çok önce tasarlanmış bir rota üzerinde ilerleyecekti. Sartre’ın yaşam projesi, kurtuluşa giden yolun, ebedi letafet ile ebedi lanet arasındaki kavşağa doğru yapılan bir hac olarak yaşamın seküler bir eşdeğeriydi, ne var ki letafetin, günahlardan arınmanın ve kurtuluşun seküler versiyonları ahret yaşamı açısından hiçbir işe yaramıyordu. Seküler yorumda hac yolculuğu, nihai hedefiyle beraber, baştan aşağı bu dünyanın cismani yaşamına yerleştirilmiş ve dahil edilmişti. Ancak her iki versiyon da, yani dini aslı kadar seküler eşdeğeri de, yaşamı kati olarak belirlenmiş bir varış noktasına yapılan hac yolculuğu olarak sunuyordu. Her iki versiyon da varış noktası bir kere seçildiğinde, ona nasıl varılacağına dair kesin açıklamaların elde edilip öğrenilebileceğini varsayıyordu. Yolcuya kalan sorumluluk, güya kestirme yolların, daha manzaralı ya da yürümesi daha kolay olan yolların cazibesine direnerek, rotayı sadakatle takip etmekten ibaretti.
İnatçı, kararlı ve dayanıklı insanlar yine de kalplerini ve zihinlerini Sartre’ın varsayımının peşinden gitmeye adayabilirler; bununla birlikte bu insanlar kendilerine arka çıkılacağına ilişkin hiçbir güvence ya da gerçekçi bir umut taşımayan ürkütücü bir görevi tercih ettiklerinin bilinciyle, görevin gerçekten de göz korkutucu olduğunun farkında olmalıdırlar. Karşılaşmaları muhtemel sınavların sertliğine ve bu sınavları geçmenin gerektirdiği olası fedakârlığın boyutuna karşı, kendi adanmışlıklarının gücünü ölçüp biçmelidirler. Bu tür insanlar (tıpkı geri kalanlarımız gibi), hac yolculuğu sırasında, yolculuk koşullarının bugün göründükleri gibi kalmaya mahkûm olduğunun farkında olmalıdır: Bu koşullar toplumsal konumların ve geçim kaynaklarının onulmaz kırılganlığıyla, insanlararası bağların gevşekliğiyle, şiddetle arzulanan değerler ve kamuoyunun dikkat ve çabaya layık olarak tavsiye ettiği meseleler hakkında bukalemun gibi değişebilirlikle damgalanmıştır; sanki etraftaki her şey, adanmış hacıların yaşamını zor ve can sıkıcı hale getirmek ve alınan karara dair sebat ve bağlılıklarından ötürü onları cezalandırmak için dolap çeviriyormuş gibidir.
Sartre’ın yaşam deneyimlerini kavradığı ve mesajını ilettiği insanlara, benzer şekilde “ezelden ebede kadar” şiddetle arzulanan mükâfatı vaat eden bir labirentteki yegâne yolu bulma, öğrenme, ezberleme ve “ezelden ebede kadar” izlemeye zorlanan laboratuar farelerinin kullanılmasına dayanan psikolojinin öğretildiğini hatırlatayım. Başka bir deyişle, farelerin yaşam görevinin, düzenli, katı ve sakin bir dünyanın tartışılamaz biçimine davranışlarını uyarlayarak, uyum sağlamak için öğrenmeye ve yaşamda kalmak için uyum sağlamaya dayandığı varsayılıyordu. Bununla birlikte eğer günümüzde öğretilen psikolojinin hikmeti bir labirentteki farelerle yapılan deneylere dayandırılıyor olsaydı ve psikoloji öğretmenleri öğrencilerinin bunu kendi dünyalarının makul bir yansıması ve kendi yaşam deneyimleriyle alakalı bir model olarak kabul edebileceğini umuyor olsaydı bile, labirentin içindeki bölmelerin tekerlekler üzerine konması ve her bir testte taşınması, hedefe varanlara verilecek ödüllerin ise her seferde yeni ve hiç beklenmedik bir yere konması gerekecekti. Ancak, o zaman da, insan yaşamlarının müstakbel uygulayıcılarına öğretmek üzere fare deneylerinin kullanılmasını destekleyen, dünyanın kalıcı, temelli taleplerine yönelik kalıcı, temelli bir adaptasyon olarak yaşam fikri bizatihi, öğrencilerine olduğu kadar öğretmenlere de tamamen saçma ve gülünç olmasa da belirsiz görünecektir.
Bizimkisi gibi bir dünyada, yani izinden gitmeye değeceğine inanılan bir hedefin, çoğu kez şimdiye kadar gezilmeye değer ve ümit verici olduğu bilinmeyen yerlerde ya da (daha da kötüsü) geçmişte başarılı bir şekilde adımlanan ve dolayısıyla iyice denendiği addedilen yolların artık başka yönlere saptığı yerlerde yalnızca kısa bir anlığına ortaya çıktığı bir dünyada, uzun vadeli girişimlerin planlanması çoğunlukla riskli bir iş olmaya mahkûmdur. Oldukça alışılmamış niteliklerle donanımlı az sayıda insan, riski gönüllü bir şekilde üstlenmeye ve yüksek olasılıkla yenilgiyi kabullenmeye meyilli olacaktır. Tuzaklar ve pusularla dolu bir dünya, kestirme yolları, kısa zamanda tamamlanabilen projeleri ve hemen ulaşılabilen hedefleri destekleyip ödüllendirir. Böyle bir dünya “bütün bunların anlamı ne” türünden düşünce ve endişelere engel olurken, “şimdi eğlen sonra öde” tutumunu da teşvik edecektir. Sanki tespih tanelerini bir arada tutan ip kesilmiş ve taneler her yere dağılmış gibidir; dolayısıyla artık hangisine önce el sürüldüğünün önemi yoktur; en “rasyonel” hareket tarzı, en az gayret ve gecikmeyle yakalanabilecek olan en yakın tespih tanesini yakalamaktır.
“Akıllı” füzeler örneğinde olduğu gibi, (önceki balistik füzelerin aksine) araçsal rasyonalite stratejisine göre öncelik verilen hedefler, füzenin fırlatılmasından önce nadiren seçilirler. Bu hedefler (çıksa çıksa), eylemin öbür ucunda, sonradan akla gelen fikirler olarak, öngörülmemiş sonuçlar olarak ortaya çıkar. Eylemin “hedefi”, eylemin saiki olarak biçimlendirilip belirlenmeyecek, bunun yerine olaylar zincirinin en ucunda geriye dönüp bakılarak araştırılacak, keşfedilecek ya da yorumlanacaktır.
Paradoksal bir şekilde baskı, bariz zorlamaya başvurmadığında ve şiddet tehdidinde bulunmadığında direnmesi, karşı koyması ve püskürtmesi en güç şeydir. “Bunu yapmalısın (veya yapmamalısın), yoksa…” buyruğu, kin uyandırır ve isyana neden olur. Öte yandan, “onu istiyorsun, hak ediyorsun; o sana ait, onu elde edebilirsin, öyleyse git yakala onu” tavsiyesi sürekli olarak övgüye aç bir amour de soi [benlik sevgisi] teşvik eder. Bu durum, özsaygı konusunda sürekli bir oburluk besler ve keşfedilmemişin keşfini teşvik eder…
Yaşadığımız tüketim toplumunda, halihazırda en son piyasa arzlarınca tavsiye edilen ve ücretli veya gönüllü piyasa sözcülerince övülen yaşam tarzını kopya etme arzusu (ve bunun sonucunda da kişinin kimliğini ve kamusal kişiliğini sürekli olarak onarma zorunluluğu) artık baskıyla (dışsal ve dolayısıyla özellikle saldırgan ve can sıkıcı bir baskıyla) ilişkilendirilmemektedir. Bilakis bütün bunlar (pohpohlayıcı ve sevindirici) kişisel özgürlüğün dışavurumları olarak algılanır. Kişi bu özgürlüğün ne kadar sınırlı olduğunu, parkuru sahiplenen ya da yöneten, girişleri tutan ve yarışçıları koşuya sevk eden güçlerin ne kadar güçlü olduğunu, ancak elde edilmesi güç, ilelebet tamamlanmayacak bir kimliği kovalamaktan vazgeçmeye çalıştığında ya da bu kovalamacadan dışlanıp defedildiğinde veya buna a priori kabul edilmediğinde öğrenecektir. Bu kişi ancak o zaman talihsizliğe ya da itaatsizliğe verilen cezanın ne kadar ağır olduğunu anlayacaktır. Bu da banka hesabı ve kredi kartları olmayan ve giriş ücretini karşılayamayan insanlarca gayet iyi bilinen bir durumdur. Diğerleri ise bu tür heyulaları, yoğun alışveriş günlerinin ardından geceleri kendilerine musallat olan karanlık önsezilerden; ya da, hatta daha somut olarak, banka hesabı açık verdiğinde veya mevcut kredinin sıfırlanmasıyla beliren tehlike durumundan hareketle sezebilirler.
Yaşam rotalarını belirten yol işaretleri pek haber vermeden belirir ve kaybolur. İleride geçilmesi muhtemel bölgelere ilişkin haritaların neredeyse günlük olarak güncellenmesi gerekir ki düzensiz ve habersiz de olsa güncellenir zaten. Haritalar birçok yayıncı tarafından basılıp satışa çıkarılır ve bayilerde çokça bulunur. Ancak, hiçbiri güvenilir şekilde geleceği kontrol ettiği iddiasında bulunan bir makam tarafından “onaylanmamıştır.” Hareketlerinizi hangi haritaya göre yönlendirirseniz yönlendirin, risk ve sorumluluk sizdedir. Kısacası, kimlik arayıcıları/kurucuları/reformcularının yaşamı beladan kurtulmaz; özgül yaşam sanatları çok para, bitip tükenmeyen bir gayret ve pek çok durumda da çelik gibi sinirler gerektirir. Vaat ettiği ve zaman zaman da verdiği bütün keyif ve neşe dolu anlara rağmen, pek çok insanın, gerçek bir seçme özgürlüğü göz önüne alındığında, böyle bir yaşamı sürdüreceğini düşünmekte tereddüt etmesine şaşmamalı.
Bu tür tereddütlü insanların, özgürlüğe açıkça düşman değilse de kayıtsız olduğu ya da bunun keyfini çıkaracak kadar büyümediği ve olgunlaşmadığı söylenir çoğunlukla… Nitekim akışkan modern tüketim toplumunda hâkim olan yaşam tarzına katılmamak, genellikle ya ideolojik olarak özgürlüğe duyulan hınçla ya da özgürlüğün armağan ve nimetlerini kullanmaktaki acemilikle açıklanır. Böyle bir açıklama da olsa olsa yalnızca kısmen doğrudur.
Her türlü kimliğin geçiciliği, kırılganlığı ve narinliği, kimlik arayışındaki birini kimlik belirlemenin günlük angaryalarına dahil olma göreviyle karşı karşıya bırakır. Bilinçli bir üstlenme olarak başlamış olan şey, zaman içerisinde, artık üzerinde kafa yorulmayan bir rutine dönüşebilir. Haliyle de durmadan her yerde tekrarlanan “kendini bir başkasına dönüştürebilirsin” savı, “kendini başkasına dönüştürmelisin” ifadesine dönüşür. “Yapmalısın” ifadesi, vaat edilen ve beklenen özgürlükle bağdaşmaz ve birçok insan da içten özgürlük arzusundan ötürü buna karşı çıkabilir. “Yapmanız gerekeni yapmanızın” talep ettiği maddi kaynaklara sahip olsanız da olmasanız da, bu “yapmalısın” ifadesi, hayal edilebilir her türlü özgürlük tecessümünden ziyade kölelik ve baskı gibi gelir kulağa. Bazıları için leziz bir yemek, başkaları (ya da çoğunluk?) için zehirdir, fakat hepimiz için gıda ve zehir karışımıdır bu. Eğer “özgür olmak” kişinin istekleri adına hareket edebilmesi ve seçtiği amaçların peşinden gitmesi demekse, yaşam sanatının akışkan modern tüketimci versiyonu hepimize özgürlük vaat edebilir, ancak bunu tedbirli ve seçici bir şekilde sağlar. Sürekli risk dolu bir yaşamı yaşanabilir kılmak adına, Loic Wacquant’ın adlandırdığı gibi “prekarya”nın* önemli bir kısmı, kendi “öznellikleri”ni, diğerleri tarafından (düşmanca) nesneleştirmeden (klişeleştirmeden) hareketle şekillendirmeye zorlanır. “İleri marjinallikleri”:
yalıtılmış ve sınırlandırılmış bölgelerde yoğunlaşır ve hem dışardakiler hem de içerdekiler tarafından, yalnızca toplumun artıklarının yaşamayı kabul edeceği, sanayi sonrası metropolün merkezindeki toplumsal araflar, hastalıklı verimsiz topraklar olarak algılanmaya başlar.52
Yaşam sanatı üzerine felsefi fikirlerden oluşan yetkin bir incelemede Alexander Nehamas, Avrupalı filozofların Sokrates’in şahsından, daha doğrusu Ksenofon ve Platon’un onun sıradışı yaşam tarzına ilişkin ortaya koyduğu renkli portresinden gizemli bir şekilde büyülenmelerini ortaya koyup açıklamaya çalışır.53 Bu iki yazarın ölümsüzleştirdiği düşüncelerin hiçbirini Sokrates’in kendisi yazmamıştır. Sokrates, kendisi haline nasıl geldiğinin nedenlerini bildirmekten kaçınmıştır. Nehamas’ın dile getirdiği gibi, Sokrates “kendisi hakkında inatla susmuştur”.
Modern çağın en güçlü düşünürleri ve onların müritleri, hem politik bağlılık duygusu ve değerlerine hem de dünyayı algılayışları ve felsefenin görevine ilişkin keskin ve esaslı farklılıklara rağmen, Platon’un Sokrates’ini anlamlı ve vakur bir yaşam modeli olarak seçmekte mutabıktılar. Üstelik hepsi de aynı nedenle onu seçmişti: Sokrates’i (özellikle de Platon’un ilk diyaloglarındaki Sokrates’i) seçtiler çünkü bu antik bilge ve modern düşüncenin atası, tamamen “kendi kendini yetiştirmiş bir insan”, özyaratım ve kendine güvenin erbabıydı. Ancak kendi tercih ettiği varoluş biçimini, diğer bütün insanların öykünmesi gereken yegâne kıymetli bir yaşam tarzı modeli olarak asla sunmadı (Platon, ancak Savunma’dan başlayarak, son diyaloglarında, ani fikir değişimiyle, hem Sokrates’in, seçtiği yoldan ayrılmamaktaki tutarlılığını hem de seçimin kendisini evrensel olarak taklit etmeyi salık vermeye başlamıştı. Ancak, Platon araştırmacıları arasında yaygın olan fikirlerle mutabık olan Nehamas’ın belirttiği gibi, kendini Sokrates gibi felsefeye adamanın saygın bir yaşam için tek reçete olduğuna okuyucularını inandırmak üzere Platon’un başvurduğu savlar, hem ikna edici olmaktan uzak hem de yetersiz ya da kusurluydu ve karşı konması da görece kolay savlardı). Sokrates’i takip edilecek bir model olarak öneren büyük modern filozoflara göre, “Sokrates’i taklit etmek” kişinin kendisini, kişiliğini ve/veya kimliğini özgürce ve özerk bir şekilde oluşturması demekti. Bu, Sokrates’in kendisi için yarattığı kişiliği veya kim oluşturmuş ve icra etmiş olursa olsun bir başka kişiliği kopya etmemek demekti. Kişinin yaşamını “Sokratik tarzda” yaşamasının anlamı, kendi kendini tanımlamak ve kendini ispatlamaktı; ayrıca yaşamın, erdemleri ve kusurlarından (tasarının hem tasarlayanı hem de uygulayanı olan) “müellif”in tek başına sorumlu olduğu bir sanat yapıtından başka bir şey olamayacağını kolayca kabul etmek demekti. Başka bir deyişle “Sokrates’i taklit etmek”, sebatla taklidi reddetmek demekti; ne kadar değerli olursa olsun “Sokrates”in –veya bir başkasının− kişiliğini taklit etmeyi reddetmek demekti. Sokrates’in tercih ettiği, titizlikle oluşturduğu ve emek vererek kendisi için geliştirdiği yaşam modeli, kendi kişilik tarzına mükemmel biçimde uymuş olabilir, ancak bu, Sokrates’in yaptığı gibi yaşama önem veren herkese ille de uygun düşmez. Sokrates’in kendisine kurduğu ve tereddütsüz, sebatla sadık kaldığı özgül yaşam tarzını körü körüne taklit etmek, onun mirasına ihanet etmek, mesajını yadsımak demektir. Bu, insanların her şeyden önce kendi akıllarını dinlemelerine ve bu münasebetle bireysel özerklik ve sorumluluğa çağrıda bulunan bir mesajdır. Böyle bir taklit, bir fotokopi makinesine ya da tarayıcıya uyabilir, ancak asla özgün bir sanatsal yaratımla sonuçlanmayacaktır; oysa (Sokrates’in varsaydığı gibi) insan yaşamının hedefi özgün bir sanatsal yaratım olmaktır…
Tıpkı ressamlar ya da heykeltıraşlar gibi, biz de −yaşam sanatını ihtiyari değilse de gayri ihtiyari icra edenler− herhangi bir sanatsal yaratıma (herhangi bir yaşam modeline) razı gelmeyeceğiz. Hepimiz ya da en azından çoğumuz, özel, biricik ve görkemli, hatta “mutlak” bir şeyi, “nihai” bir modeli, bütün diğerlerinden daha iyi bir modeli, kusursuz bir modeli, çok iyi bir modeli öyle ki “daha iyi” hiçbir şeyin var olamayacağı veya hayal edilemeyeceği için daha fazla geliştirilemeyen bir modeli elde etmeye çalışırız. İyi yaşamın ihtiyaç duyduğu ve gerektirebileceği bütün iyi şeyleri kapsayan, söz konusu sebeplerle bütün alternatiflere baskın çıkacak, gölgede bırakacak ve değersizleştirecek bir modelin ardından koştururuz. Peşinde olduğumuz model muhtemelen felsefi evrensel geçerlilik testini geçemeyecektir –ancak onun peşinden giden bizler için bu, mutlak olana varmayı engellemez.
Tzvetan Todorov şu uyarıda bulunuyor: “Mutlak” peşinde olanların karşılaşabilecekleri yaygın bütün tuzaklar, aşk peşinde olanların sıklıkla yöneldiği dolambaçlı yollara çarpıcı biçimde benzer.54 Yaygın olsa da yanıltıcı inanç ve beklentilerin tam aksine, tıpkı aşk gibi, “Mutlak” da keşfedicisini kullanıma hazır bir şekilde beklemez. “Mutlak” olanın yaratılması ve hayat verilmesi gerekir ve bu da bir defaya mahsus bir yaratım edimiyle yapılmamalıdır. “Mutlak” sürekli bir yaratım durumunda var olabilir; günbegün, saat saat mütemadiyen yeniden yaratılması gerekir. Mutlaklar bulunmaz, yaratılır. Yalnızca yaratılma biçiminde var olurlar. Kimlik arayışındakilerin düşlediği Mutlak’ın değeri ve cazibesi, farkında olsunlar ya da olmasınlar, özyaratım uğraşında bulunur.
Şurası bir gerçek: İnsan neredeyse mutlak bir mükemmelliğe (ya da neredeyse mutlak bir aşka) tesadüfen rastlayabilir. Mükemmellik için didinen diğer sanat yapıtları gibi, düşlenen Mutlak da, çok sık olmasa da, ömrüne bir tür “bulunmuş nesne” olarak başlayabilir. Bununla birlikte, her türlü adanma ve ihtiyat eksikliği, dikkat ve ilgi gevşemesi Mutlak’ın (benzer biçimde “kazara”) kaybolmasına neden olabilir. Seçimimiz konusundaki adanmışlığımızda, baki kararlılığımızda ve çabalarımız konusundaki sebatımızda ne kadar süreklilik varsa, yaşam kılavuzumuz ve yaşamımızın ürettiği şeyin yüce yargıcı olarak hizmet etmek üzere seçilmiş bir “mutlak değer”de de (en fazla) o kadar tutma gücü vardır.
Todorov seçimini yapmıştır, üstelik de (meçhul) okurlarına tavsiye edecek kadar güvenle yapmıştır bunu. Ona göre, başarılı bir sanat yapıtının ortaya koyabileceği −ve ondan beklenen− en büyük tatmin türü, Hakikate, Güzelliğe, Erdeme, Sevgiye erişmiş veya en azından yakınına yönelmiş bir yaşamdan çıkarılabilir. Başka bir deyişle, evrensel kategorilere yaklaşan bir yaşamın, bu kategorilerin araçsal kullanımından ziyade bizatihi kendi doğası sayesinde arzu ve gayretli çabalara layık olduğu varsayılır. Bununla birlikte paradoksal bir şekilde ve bizim varsayımlarımıza ve sözlü bildirimlerimize rağmen (söz konusu kategorilerin çekici güçlerini kaybedecekleri korkusuyla yapamayacağımız varsayımlar; ve eğer tercihlerimizin toplumsal onay kazanmasını istiyorsak yapmak zorunda olduğumuz bildirimler), bu örnekte peşinde olduğumuz şey, “bireysel Mutlak”tır. “Mutlak” olan doğası gereği evrensel, birey-üstü ve bu bağlamda gayri şahsi olduğu ölçüde bu, elbette bir oksimoron* ve mantıksal bir olanaksızlıktır; bu yüzden “bireysel mutlak” mantığa aykırıdır… Todorov’un belirttiği gibi, mantığın kurallarına göre, kendilerini geçersiz kılması gereken içsel bir çelişkiyle dolu olsun veya olmasınlar; büyüleyici, alımlı, neşeli, hakikaten duygu ve anlam dolu bir yaşamı, beş para etmez öteberi ve fani eğlencelerin derlemesi bir yaşamdan ayırt etmemizi sağlayan şey, (seçenin bireysel sorumluluğuyla, bireysel olarak seçilmiş ve bireysel olarak yüce değer mertebesine çıkarılmış) “bireysel mutlaklardır” kesinlikle.
Nasıl bakarsanız bakın, yaşam sanatına dair düşünceler, son kertede, öz-belirlenim ve kendini ispatlama fikrine ve böylesi göz korkutucu bir görevi göze almanın kaçınılmaz olarak gerektirdiği güçlü iradeye varır.
Yaşam filozofluğunda da aşağı kalır yanı olmayan büyük romancı Max Frisch’in günlüğünde belirttiği gibi, bütün sanatların muhtemelen en zahmetlisi olan “kendi olma” sanatı, başkaları tarafından dayatılan ya da telkin edilen tanımları ve “kimlikleri” azimle reddetme ve defetmeye dayanır; akıntıya direnmeye, Heidegger’in kalabalığın içinden doğup kalabalıkla güçlenen ve aciz bırakan gayri şahsi das Man’ına ya da Sartre’ın l’on anlayışına dayanır; yani kısacası “başkası olmaya” ve dışsal baskıların herkesi olmaya mecbur ettiği bir kişi olmamaya dayanır. Frisch’in zengin edebi eserleri (özellikle romanları Homo Faber, Stiller ya da For Instance, Gantenbein) bu sav üzerine kapsamlı, kurgulanmış yorumlar olarak okunabilir.
François de Singly, bireyselleşmiş toplumumuzdaki en yaygın yaşam deneyimlerine dair dikkat çekici bir sentezde, her bir yaşam sanatı icracısını keskin ve onulmaz bir kararsızlık ve sonsuz bir tereddüt durumuna iten ikilemleri sıralar.55 Yaşam meşgaleleri, örneğin, katılmak ile caymak, taklit ile icat, rutin ile kendiliğindenlik gibi, birbiriyle uyumsuz, hatta tamamen zıt hedefler arasında gidip gelmek zorundadır. Bütün bu karşıtlıklar, bireysel yaşamın tescil edildiği ve kendini kurtaramadığı üst-karşıtlığın, yüce karşıtlığın örneklerinden ibarettir: Yani güvenlik ile özgürlük arasındaki karşıtlığın örnekleridir ki bunların ikisi de şevkle arzulanır, ama uzlaştırılması müthiş ölçüde zor ve aynı anda tamamen tatmin edilmesi de neredeyse imkânsızdır.
Yaşam sanatının ürünü sanatçının “kimliği” olarak kabul edilir. Ancak, özyaratımın boş yere uzlaştırmaya çalıştığı karşıtlıklar ve sürekli değişen dünya ile benzer bir biçimde sürekli değişen yaşam şartlarına yetişmek için didinen bireylerin istikrarsız öz-tanımlamaları arasındaki etkileşim düşünüldüğünde, kimlik içsel olarak tutarlı olamaz; keza herhangi bir noktada, daha fazla ilerleme için hiçbir mahal kalmadığını ima eden (ve ilerlemeye yönelik hiçbir arzu uyandırmayan) bir sona ermişlik havası da yayamaz. Kimlik, sürekli doğum halindedir; kimliğin sırayla büründüğü her bir biçim az çok şiddetli bir iç çelişkiden muzdariptir. Her bir biçim, hoşnut etmede az çok başarısız olur, her biri reforma can atar ve her biri ancak rahat ve uzun bir yaşam beklentisiyle elde edilebilecek güvenilirlikten yoksundur.
Claude Dubar’ın ileri sürdüğü gibi, “kimlik hem bireyleri kuran hem de kurumları tanımlayan çeşitli toplumsallaşma süreçlerinin −eş zamanlı olarak sabit ve geçici, bireysel ve kolektif, öznel ve nesnel, biyografik ve yapısal− sonucundan başka bir şey değildir”.56 Yine de, şunu gözlemleyebiliriz ki yakın zamana kadar evrensel olarak kabul edilen ve halen sıklıkla dile getirilen fikirlerin aksine, “toplumsallaşma”nın kendisi tek yönlü bir sürecin ürünü değildir. “Toplumsallaşma”, özyaratımın bireysel özgürlüğüne duyulan arzu ile yalnızca bir referans topluluğunun (ya da topluluklarının) imzasıyla tasdik edilmiş, toplumsal onay damgasının sunabileceği güvenliğe duyulan eşit ölçüde güçlü bir arzu arasında süregiden etkileşimin karmaşık ve değişken ürünüdür. İkisi arasındaki gerilimin yatışması nadiren uzun sürer ve gerilim neredeyse hiç bitmez.
De Singly, haklı olarak, günümüz kimliklerinin teorileştirilmesinde, “kökler” ve “kökünden sökme” metaforlarının (ya da, ben de şunu ekleyeyim ki, birbiriyle ilişkili “yerli yerine oturtma” ve “yerinden etme” mecazlarının) –ki bunlar, içine doğulan topluluğun himayesinden ve son ermişlikten bir defaya mahsus bireysel kurtuluşu, bu edimin geri çevrilemezliğini ima eder− terk edilerek, yerine demir atma ve alma mecazlarının geçmesinin daha iyi olacağını ileri sürer.57
Gerçekten de, “kökünden sökme” ve “yerinden etme” durumlarının tersine, demir almada, bırakalım nihai olanı, değiştirilemez hiçbir şey yoktur. Kökler yetiştikleri topraktan çekip çıkarıldığında büyük olasılıkla kurur ve besledikleri bitkiyi öldürerek tekrar canlanmasını neredeyse bir mucize haline getirir. Demir ise ancak yeniden atılmak üzere alınır ve benzer bir şekilde, yakın veya uzak birçok farklı limana demir atılabilir. Ayrıca kökler, içlerinden büyüyüp gelişen bitkinin alacağı biçimi önceden tasarlar ve belirler; herhangi bir başka biçim olasılığını bertaraf eder. Bununla birlikte şurası açık ki demirler, bir yere bağlanma ya da bir yerden ayrılmaya yarayan araçlardır ve hiçbir surette geminin niteliklerini belirlemezler. Demir almayı yeniden demir atmaktan ayıran zaman aralıkları, geminin rotasındaki bir aşamadan ibarettir. Demirin gelecek sefer atılacağı liman tercihi, büyük ihtimalle geminin o anda ne tür yük taşıdığıyla belirlenir. Bir yük türü için iyi olan liman bir diğeri için tamamen uygunsuz olabilir.
Tüm bunlar hesaba katıldığında, demir metaforu, “kökünden sökme” metaforunun gözden kaçırdığı şeyi (yani bütünüyle ya da artan oranda çağdaş kimliklerin tarihindeki süreklilik ve süreksizliğin birbirine geçmesini) kavrar. Tıpkı sırayla ya da aralıklarla çeşitli limanlara demirleyen gemiler gibi, (kimliklerinin tanınıp onaylanması arayışında yaşam boyu yaptıkları seyahatler boyunca giriş izni almaya çalıştıkları) “referans toplulukları”ndaki benlikler de her durakta kendi itimatnamelerini kontrol ettirip onaylatırlar. Her bir “referans topluluğu”, ibraz edilecek kanıt türü için kendi şartlarını belirler. Geminin sicili ve/veya kaptanın seyir defteri, çoğu zaman, onayın dayandığı ve her limanda (önceki limanların kayıtlarıyla sürekli olarak şişen) geçmişin yeniden incelenip değerlendirildiği belgeler arasındadır.
Elbette itimatnamelerin kontrolünde çok da detaycı olmayan ve ziyaretçilerinin geçmiş, şimdi ve gelecekteki varış yerlerini pek de önemsemeyen limanlar olduğu gibi, böyle topluluklar da vardır. Bunlar, diğer birçok limanın girişinde (veya diğer başka toplulukların kontrol noktalarında) muhtemelen geri çevrilecek gemiler de dahil olmak üzere, hemen hemen her türlü gemiyi (veya “kimliği”) kabul edecektir. Ama diğer taraftan böyle limanları (ve bu tür “toplulukları”) ziyaret etmek çok az “kimliklendirici” değer taşır ve bunlardan da kaçınmak gerekir. Zira oraya kıymetli yükler boşaltmak, yarardan ziyade günün birinde zarar getirebilir. Paradoksal bir biçimde, benliğin özgürleşmesi, güçlü, titiz ve iddialı aracı topluluklara ihtiyaç duyar.
Özyaratım bir gerekliliktir ve aslında kaçınılmaz bir başarıdır, ancak kendini-olumlama daha çok düpedüz hayal ürünü gibidir (ve genellikle bir otizm ya da kendini aldatma örneği olarak kötülenir). Eğer özyaratım için harcanan bütün çabaların ardından nihai edim ve amacı olan olumlama gelmeyecekse, bu çabalar bireyin duruşu, kendine güveni ve harekete geçme yeteneği konusunda ne fark yaratabilir ki? Ancak, özyaratım işini tamamlayabilecek olumlama yalnızca bir otorite tarafından sağlanabilir: yani kabulü reddetme gücü olduğundan kabul gücü olan bir topluluk tarafından… En özgün güzergâhlar bile art arda uğranılacak limanların listesinden başka bir şey olamaz.
Jean-Claude Kaufmann’ın öne sürdüğü gibi, “aidiyet”, günümüzde “esas itibariyle egonun bir kaynağı olarak kullanılmaktadır.”58 Kaufmann, “kolektif aidiyetlerin” zorunlu olarak “bütünleyici topluluklar” olarak düşünülmesine karşı uyarıda bulunur. Bunları bireyleşme sürecinin zorunlu refakatçileri olarak tasavvur etmek daha yerindedir; diyebiliriz ki bunlar, bir dizi istasyonlar ya da yol üzerindeki hanlar olarak, kendini oluşturan ve dönüştüren egonun izleyeceği yolu belirler.
“Bütünleyici topluluk” artık geçip gitmiş “panoptik” bir çağdan kalma bir kavramdır. Bu kavram, “bizi” “onlar”dan, “içerisini” “dışarı”dan ayıran sınırı muntazaman çizme ve güçlendirmeye yönelik düzenli çabalara gönderme yapar; bu çabalar, yabancıların girişini kısıtlayıp mensupları içeride tutmaya ve içeridekilerin normları çiğneyip rutinin kıskacını gevşetmelerini engellemeye yöneliktir. Neticede bu, tekbiçimliliği teşvik etmeye ve davranış üzerinde katı bir sınırlama uygulamaya gönderme yapar. Bu kavram, hareket ve değişime yönelik kısıtlamaların olduğunu öne sürer: “Bütünleyici topluluk” esas itibariyle muhafazakâr (kollayan, sağlamlaştıran, rutinleştirici, koruyucu) bir güçtür. Katı bir şekilde yönetilen, sıkıca gözetlenen ve kollanan bir ortamda rahat hisseder kendini –sırf (ya da büyük ölçüde) değişmek adına hız ve ivme, yenilik ve değişim kültünü barındıran akışkan modern dünyada ise pek de öyle hissetmez.
“Katı modern” geçmişten miras alınan geleneksel biçimleriyle panoptik araçlar, günümüzde, dışlanmışların, tüketim toplumunun hakiki üyelerinin içine yeniden girişini önlemek ve kovulmuşların taşkınlıklarına engel olmak amacıyla toplumun periferisinde kullanılıyor. Günümüzde Orwell’ın “Büyük Birader”i ya da Jeremy Bentham’ın “Panoptikon”unun güncellenmiş versiyonu zannedilen şey, aslında sözde orijinallerin tam aksidir: “bütünleştirme”, “içeride tutma” ve “hizada tutma”ya değil, dışlama ve “dışarıda tutma”ya hizmet eden bir mekanizma. Bu, yabancıların topluluk içinden birine dönüşme ya da böyle biriymiş gibi davranmasını önlemek için hareketlerini gözetler. Böylece topluluktan olanlar içeride rahat hissedebilir ve bu rahatlık hissine dayanarak, içerdeki kurallar daha az gözetim ve zorlamayla uygulanabilir.
“Anaakım” bireylerin yaşam yolculuklarının bir aşamasında bağlılıklarını sunduğu, ama gelecek ya da bir sonraki durakta bu bağlılıktan vazgeçiverdiği bireyüstü varlıklar, geçmişin bütünleyici toplulukları değildir kesinlikle: Bu varlıklar etraflarındaki insan trafiğini izlemez, her iki yönden de sınırı geçenleri kaydetmez, “katılma” ya da “ayrılma” konusundaki bireysel kararların neredeyse hiç farkında olmaz; ve bütün bu izleme, fişleme ve kayıt tutma işini yürütebilecek bürolara sahip değildirler. Bu varlıklar, halihazırda “ait olanları” bütünleştirmek yerine, bireylerin “katılma” ve “örneği izleme” kararlarınca (gevşekçe ve kolayca durdurulabilir ve tersine çevrilebilir bir tarzda da olsa) oluşturulur ve “bir arada tutulur”; bu da bu tür kararların alınmaya başlamasından muazzam sayıda kaçışların başlamasına kadar sürer.
Çağdaş “aidiyet” biçimleri ve işaretleri ile ortodoks “bütünleyici topluluklar” arasında çok önemli başka bir fark daha vardır. Tekrar Kaufmann’dan alıntılayacak olursak, “kimlik edinimi süreci büyük ölçüde Öteki’ni reddetmekten beslenir.”59 Bir gruba girmek, eş zamanlı olarak, bir başkasından ayrılma ya da ricat edimidir. Aidiyet alanı olarak bir grubu seçmek, diğer bazı grupları, yabancı ve potansiyel olarak hasım haline getirir: “Ben P’yim” demek (en azından üstü kapalı, ancak çoğunlukla açıktan açığa) “Q, R, S, vs. değilim” demektir. “Aidiyet” paranın bir yüzüdür, diğer yüzündeyse ayrılık ve/veya karşıtlık bulunur ve bu da çoğu zaman gruplar arasında hıncı, husumeti ve aleni çatışmayı besler. Söylenenler, “aidiyet”in, erişimin ve bağlılık arzlarının bütün örnekleri için geçerlidir. Ancak modern çağda, kimlik-inşasından, yaşam boyu süren ve bütün pratik amaçlar açısından tamamlanamaz bir süreç olan kimlik edinimine geçişle birlikte bu evrensel özellik önemli değişiklikler geçirmiştir. Belki de en önemli değişiklik “aidiyet varlığı”nın tekelci iddialarının zayıflamasıdır.
Yukarıda da işaret edildiği gibi, “aidiyet” göndergeleri, ortodoks “bütünleyici topluluklar”ın aksine, “üyeler”in sadakat gücünü izleyecek herhangi bir araca sahip değildir: Keza üyelerin şaşmaz sadakat ve tam bağlılıklarını isteyip kışkırtmakla da ilgilenmezler. Çağdaş akışkan modern yorumunda, bir varlığa “aidiyet”, ille de kınama yaratmadan ve baskıcı önlemlerini harekete geçirmeden, başka varlıklara aidiyetlerle neredeyse her türlü kombinasyonla bir araya gelebilir ve paylaşımda bulunabilir. Bağlılıklar geçmiş yoğunluklarını büyük ölçüde kaybetme eğilimi gösterir. Zira genellikle bağlılığın hiddet ve enerjisi, tıpkı “bağlı” olanların partizan ruhu gibi, öteki, eşzamanlı bağlılıklar tarafından törpülenir. Bugünlerde neredeyse hiçbir “aidiyet” türü “bütün benliği” meşgul etmiyor. Zira herkes yaşamının herhangi bir anında, deyim yerindeyse, “çeşitli aidiyetler”ile meşgul. Kısmen sadık olmak ya da tabiri caizse “alakart” sadakat artık, bırakalım ihaneti, sadakatsizliğe bile eşit olarak görülmüyor.
Dolayısıyla günümüzde (farklı ve ayrı türlere özgü ve bunlardan kaynaklanan nitelikleri birleştiren) (kültürel) “melezlik” fenomeni yeniden biçimlendiriliyor: Toplumsal sınıftan dışlanmanın bir işareti olarak açıkça mahkûm edilen ya da uygun görülmeyen bir şey olmaktan çıkıp, bir üstünlük işareti ve erdemi halini alıyor. Kültürel üstünlüğün ve toplumsal itibarın yeni gelişen skalasında (ister “hakiki” ister kerameti kendinden menkul olsun) “melezler”, en üst sıralarda yer alır ve “melezlik”in dışavurumu, yukarıya doğru olan sosyo-kültürel hareketliliğin çokça avantajlı bir aracına dönüşür. Öte yandan, kendine sınırlar koymak ya da ebediyen kendi içine kapalı bir değerler ve davranış kalıpları dizisine mahkûm olmak, giderek sosyokültürel bir bayağılık ya da yoksunluk işareti olarak değerlendirilir. “Bütünleyici topluluklar”a çoğunlukla, belki de sadece, sosyokültürel merdivenin alt basamaklarında rastlanacaktır artık.
Yaşam sanatı bakımından bu yeni ortam, eşi görülmemiş pencereler açar. Özyaratım özgürlüğü, daha önce asla bu kadar hem heyecan hem de korku veren olağanüstü bir faaliyet alanı elde etmemiştir. Oryantasyon noktaları ve yararlı kılavuzlar ihtiyacı daha önce asla bu kadar güçlü ve acı verici şekilde hissedilmemiştir. Bununla birlikte sağlam ve güvenilir oryantasyon noktaları ve muteber kılavuzlar daha önce asla bu kadar yetersiz (en azından ihtiyaç miktarı ve yoğunluğu karşısında yetersiz) kalmamıştır.
Açık olmak gerekirse, sağlam ve güvenilir oryantasyon noktaları ve muteber kılavuzlar konusunda can sıkıcı bir eksiklik söz konusudur. Bu eksiklik (paradoksal ama hiç de tesadüfen olmayan bir şekilde), eşi görülmemiş bir oranda artan baştan çıkarıcı fikirler ve cezbedici tekliflerle, sürekli büyüyen bir rehber kitap dalgası ve danışmanlar yığınıyla çakışır –bununla birlikte bu durum, vaat ettiği şeyi yerine getirmesi muhtemel bir oryantasyon bulmaya yönelik, yanıltıcı ya da tamamen düzenbaz teşebbüslerin üstesinden gelme işini daha da karmaşık bir hale getirir.
Fransa’nın yeni seçilmiş başkanı Nicolas Sarkozy, 2007 Haziran’ında bir televizyon röportajında şu açıklamada bulunmuştu: “Ben teorisyen değilim. İdeolog da değilim. Hele hele entelektüel hiç değilim! Ben somut bir kişiyim!”60 Peki bunu demekle muhtemelen neyi kast etmişti?
“İdeologlar”ın tersine, belli inançlara körü körüne bağlı olmadığını, ama aynı ölçüde diğer inançları kararlılıkla reddettiğini kastetmemişti elbette. Her şeyden önce “düşünüp taşınmaktan daha ziyade eylemeye” kesinkes inanan ve başkanlık kampanyası boyunca Fransızlardan “daha fazla çalışıp daha fazla kazanmalarını” isteyen güçlü fikirleriyle hafızalarda yer etmiş bir kişiydi Sarkozy. Zengin olmak için daha fazla ve uzun saatler çalışmanın gerektiğini seçmenlere tekrar tekrar anlatmıştı (nedir ki Fransızlar bunu cezbedici bulmuş gibi görünse de, pragmatik açıdan akla yakın olduğu konusunda mutabık olmaktan çok uzaktılar: TBS-Sofres anketine göre, çalışarak zengin olunabileceğine inanan yüzde 40’a karşılık, Fransızların yüzde 39’u piyango kazanmakla zengin olunabileceğine inanıyor). Bu tür açıklamalar, samimi oldukları müddetçe, bir ideolojinin bütün koşullarını karşılar ve ideolojilerin sergilemesi beklenen başlıca işlevi yerine getirir: İnsanların ne yapacaklarına dair talimat verir ve bunu yapmanın faydalı sonuçlar getireceği konusunda onları temin ederler. Ayrıca alternatif görüşlere dair kavgacı, partizan bir duruş sergilerler ki bu da normal olarak ideolojilerin alameti farikası olarak düşünülen bir özelliktir.
“Şimdiye dek bildiğimiz kadarıyla ideolojiler”in yalnızca tek bir özelliği, Nicolas Sarkozy’nin yaşam felsefesinde yoktur belki de: O da, Émile Durkheim’ın ileri sürdüğü gibi, (sözgelimi bir çuval patatesin tersine) barındırdığı ayrı öğelerin toplamına indirgenemeyen, “parçaların toplamından daha büyük” olan bir “toplumsal bütünlük” fikri; kendi özel amaçlarının peşinden giden ve kendi özel arzu ve kuralları tarafından yönlendirilen bireyler topluluğuna indirgenemeyen bir toplumsal bütünlük fikridir. Bilakis, Fransız başkanın mükerrer basın açıklamaları, tam da böyle bir indirgemeyi ortaya koymaktadır.
Yaklaşık yirmi yıl öncesine kadar çokça duyulan ve geniş ölçüde de kabul gören “ideolojinin sonu” kehanetleri gerçekleşmiş ya da gerçekleşecek gibi görünmüyor. Bilakis tanık olduğumuz şey, “ideoloji” fikrinin halihazırda uğradığı tuhaf çarpıtmadır. Uzun bir geleneğe aykırı olarak, şimdilerde herkesin kullanması için, üst perdeden savunulan ideoloji şu inanca tekabül ediyor: “Bütünlük” hakkında kafa yormak ve “iyi toplum” konusunda görüşler ortaya atmak zaman kaybıdır, zira bunların bireysel mutluluk ve başarılı bir yaşamla alakası yoktur.
Yeni tip ideoloji, özelleştirilmiş bir ideoloji değildir. Bu tür bir görüş oksimoron olacaktır, zira ideolojilerin üstün başarısının ve cazibesinin asli koşulu olan güvenlik ve özgüven tedariki, kitlesel kamu desteği olmadan elde edilemez. Bu daha ziyade bir özelleştirme ideolojisidir. Bireylere hitap eden ve yalnızca bireysel kullanıma uygun düşen “daha fazla çalış daha fazla kazan” çağrısı, geçmişin (bir cemaat, ulus, kilise, dava adına) “toplumu düşün” ve “toplumla ilgilen” çağrılarının yerini alıp, onları tasfiye ediyor. Sarkozy bu değişimi tahrik etmeye veya hızlandırmaya çalışan ilk kişi değil. Bu öncelik “Toplum diye bir şey yoktur. Ferdi kadınlar ve erkekler ve onların aileleri vardır,” şeklindeki unutulmaz sözüyle daha ziyade Margaret Thatcher’a aittir.
Bu, yeni bireyselleşmiş toplum için yeni bir ideolojidir. Ulrich Beck bu konuda şunları yazmıştır: Ferdi kadın ve erkekler toplumsal olarak yaratılmış sorunlara bireysel çözümler arayıp bulmaya ve bu çözümleri kişisel beceri ve kaynaklarını kullanarak bireysel bir şekilde uygulamaya itiliyor. Bu ideoloji, dayanışmanın –“ortak bir dava” uğruna güç birliği yapmanın ve bireysel eylemleri tabi kılmanın− beyhude (hatta zarar verici) olduğunu beyan ediyor. Bu ideoloji kendi üyelerinin esenliği için komünal sorumluluk ilkesini alaya alarak, “dadı devlet”i zayıflatan bir reçete olarak kötülüyor ve ötekini önemsemenin menfur bir “bağımlılığa” yol açtığı konusunda ikazda bulunuyor.
Bu aynı zamanda yeni tüketim toplumunun ölçütü haline getirilen bir ideolojidir. Bu ideoloji dünyayı potansiyel bir tüketim nesneleri ambarı; bireysel yaşamı sonsuz bir pazarlık arayışı, bu yaşamın amacını azami tüketici tatmini; ve yaşam başarısını da bireyin kendi piyasa değerindeki artış olarak ortaya koyar. Yaygın bir şekilde kabul gören ve sıkıca benimsenen bu ideoloji rekabet halindeki yaşam felsefelerini kısa ve sertçe “TINA”* sözüyle bertaraf eder. Rakiplerini küçük düşürüp susturduktan sonra, Pierre Bourdieu’nun hatırlamaya değer ifadesiyle, gerçekten le pensée unique [biricik düşünce] halini alır.
“Reality TV” olarak sunulan çok popüler “Biri Bizi Gözetliyor” programları boşuna değildir. Bu adlandırma, ekran dışı yaşamın, “gerçeklik”in, ekrandaki “Biri Bizi Gözetliyor” yarışmacılarının destanına benzediğini varsayar. Orada olduğu gibi burada da, yaşamda kalma oyununu oynayan kimsenin yaşamda kalması garanti değildir. Oyunda kalma izni, yalnızca bir ertelemedir ve takım bağlılığı yalnızca “ikinci bir bildiriye kadar”dır –yani, ancak bireysel çıkarın teşvikinde işe yaradığı müddetçe varolacaktır. Birisinin eleneceği su götürmez bir gerçektir; buradaki tek soru bunun kim olacağıdır ve dolayısıyla önemli olan, (güç ve eylem birliğinden yana bir iş olan) elemelerin ortadan kaldırılması değil, (dayanışmayı ölümcül değilse de mantıksız gösterirken şahsi kaygıyı teşvik eden) kişinin elenme tehdidini kendisinden başkalarına doğru yöneltmesidir. “Biri Bizi Gözetliyor” programında her hafta birisinin elenmesi gerekir: Bunun sebebi, tuhaf bir rastlantıyla, düzenli olarak her hafta bir kişinin uygun bulunmaması değil, televizyonda görüldüğü kadarıyla “realite” kuralları, yazılırken bunlara elenmenin dahil edilmiş olmasıdır. Elenme, şeylerin doğasında vardır, dünyada var olmanın ayrılmaz bir parçası, deyim yerindeyse bir “doğa yasası”dır. Bu yüzden de ona karşı isyan etmenin anlamı yoktur. Üzerinde yoğun bir şekilde düşünülmeye değer tek mesele, gelecek haftaki elemeler sırasında elenecek kişi olma olasılığının nasıl savılacağıdır.
En azından gezegenin varlıklı kısmında, kıran kırana bireysel rekabetin dayandığı şey, artık fiziksel olarak hayatta kalmak ya da hayatta kalma içgüdüsünün gerektirdiği temel biyolojik ihtiyaçların tatmini değildir. Keza kişinin kendini ispatlama, kendi amaçlarını belirleme ve ne tarz bir yaşam süreceğine karar verme hakkı da değildir. Bilakis bu tür hakları ifa etmenin her bireyin görevi olduğu varsayılır. Üstelik bireyin başına gelen her tür olayın, ya bu tür hakları ifa etmenin ya da bunları ifa etmekteki çok kötü bir başarısızlığın veya melun bir reddin sonucu olduğu düşünülür. Dolayısıyla bireyin başına gelen her tür olay, geriye dönüp bakıldığında, bireylerin bireysel durumlarının –başarıları kadar şanssızlıklarının− devredilemez sorumluluğunun yalnızca bireylerde olduğunun bir başka doğrulaması olarak yorumlanacaktır.
Bir defa birey kılındığımızda, bireysel tercihlerimiz olarak önceden yorumlanan şey bakımından, başka bir deyişle, (ister ihtiyari ister gayri ihtiyari) bireyler olarak icra ettiğimiz yaşam biçimleri bakımından “toplumsal olarak tanınma”yı faal şekilde aramaya teşvik ediliriz. “Toplumsal tanınma”, söz konusu yaşam biçimini icra eden bireyin değerli ve saygın bir yaşam sürdüğünün ve bu nedenle de diğer değerli ve saygın insanlara gösterilen saygıyı hak ettiğinin kabulü anlamına gelir.
Toplumsal tanınmanın alternatifi saygınlığın yadsınması, yani aşağılanmadır. Dennis Smith’in yakın zamandaki tanımlamasıyla, “eğer edim tek tek bireylerin, kendilerinin kim oldukları ve nereye, nasıl uygun düştükleri konusunda ortaya attıkları… iddiayı zorla çiğner ya da bununla çelişirse, aşağılayıcı olur.”61 Bir başka deyişle, eğer bireyler, açıkça ya da zımnen, kişi olarak ve/veya sürdükleri yaşam tarzı bakımından bekledikleri tanınmadan yoksun bırakılırlarsa aşağılanmış olurlar; keza bu tür bir tanınmanın sonrasında geçerli olacak ya da olmaya devam edecek yetkilerden yoksun bırakılırlarsa da aşağılanmış olurlar. Kişiye “sözlerle, eylemlerle ya da olaylarla, olduğunu sandığı şey olmadığı acımasızca gösterildiğinde” kendini aşağılanmış hisseder… “Aşağılama haksızca, mantıksızca ve gönülsüzce bastırılma, zapt edilme, alıkonulma ya da dışlanma deneyimidir.”62
Bu hissiyat hıncı besler. Yaşadığımız toplumlar gibi, bireylerden oluşan bir toplumda, bir kişinin hissedebileceği en kin dolu ve yatıştırılamaz olan hınç türü ve çatışma, fikir ayrılığı, isyan ve intikam tutkusunun muhtemelen en yaygın nedeni budur. Bireylerin topluma karşı ya da (şahsen veya medya aracılığıyla) doğrudan karşı karşıya bırakıldığı ve ilk elden deneyimlediği toplum kesimlerine karşı hissedebileceği kini açıklamak ve mazur göstermek için kullanılan en yaygın formüller olarak sömürü ve ayrımcılığın yerini, tanınmanın yadsınması, saygı gösterilmemesi ve dışlama tehdidi almıştır.
Bu durum, aşağılanmanın modern toplumun mevcut tarihsel aşamasına özgü, yeni bir fenomen olduğu anlamına gelmez. Aksine, insanın toplumsallığı ve birlikteliği kadar eskidir. Gelgelelim bu, bireyselleşmiş tüketim toplumunda ortaya çıkan acı ve kinciliğin en yaygın ve “en çarpıcı” tanım ve açıklamalarının halihazırda grupla ya da kategoriyle ilgili özelliklerden uzaklaşıp, bireysel göndergelere kaydığı, ya da kayıyor olduğu anlamına gelir. Bireysel çile, toplumun reformu için bir çare aranmasını sağlamak üzere, toplumsal bütünün adaletsizliği ya da aksaklığına atfedilmek yerine, kişisel bir yanıt ya da kişisel bir intikam gerektiren, kişisel incinmenin bir sonucu ve kişisel onura ve itibara bir saldırı olarak algılanmaktadır gitgide.
Toplumsal olarak ortaya çıkmış sıkıntılara bireylerden, bireysel çözümler bulmaları ve bu çözümleri uygulamaları istendikçe, onlar da aynen karşılık verme eğilimi gösterirler. Verdikleri karşılık, kişi odaklı bir ideolojinin ortaya attığı beklentileri alt üst eden beklenmedik olaylardır. Söz konusu beklenmedik olaylar, aynı özelleştirme ideolojisi tarafından kişisel bir hakaret, (rastgele hedeflense bile) kişiyi hedef alan bir aşağılama olarak algılanır ve “anlamlandırılır.” İlk zayiatları da özsaygı, güvenlik ve özgüven duygularıdır. Bundan etkilenmiş bireyler küçük düşmüş hisseder ve özelleştirme ideolojisi her acı ya da huzursuzluk vakasının arkasında bir suçlunun varlığını varsaydığı için, küçük düşme hissi, küçük düşürme suçunu işleyen kişilere yönelik hummalı bir arayış olarak yankılanır. Kin ve husumetin, tıpkı suçlandıkları zarar gibi, kişisel olduğu varsayılır. Suçlular tespit ve teşhir edilmeli, alenen mahkûm edilip cezalandırılmalıdır. Özelleştirme ideolojisinin tayin ettiği “onlar”, söz konusu ideolojinin “biz” olarak tanımladıkları gibi, bireyselleştirilir.
Daha önce de ortaya konduğu gibi, söz konusu ideoloji, kimlik meselesiyle sarmalanır. Ben kimim? Diğerlerinin arasındaki; tanıdıklarım, bildiklerim ya da henüz hiç duymadıklarım arasındaki yerim nedir? Durduğum yeri benim için tehlikeli kılan tehditler nelerdir? Bu tehditlerin arkasında kimler vardır? Bu insanları etkisiz hale getirmek ve böylece bu tehditleri bertaraf etmek için ne tür karşı önlemler almalıyım? İdeolojilerin azimli ve amirane bir tavırla evvelce (ve hâlâ) yanıtladığına inanılan sorular, bireyselleşmiş toplum üyelerinin kullanımı için işte bu şekilde yeniden ifade edilir.
Bu yeni ideoloji, Mannheim’a göre, (ütopyaların aksine) ancak ideolojiler kadar muhafazakârdır. İdeoloji, hâlihazırda yaşadığımız dünyanın gündelik deneyimlerini evrenin zapt edilemez yasaları haline; buyruk-yoluyla-birey-olanların bakış açısını dünya halinin kesinkes belirleneceği tek perspektif durumuna getirir. Söz konusu dünyada becerileri ve sahip oldukları kaynaklardan ötürü kendilerini evindeymiş gibi hissedenler, özelleştirme ideolojisinin bütün buyruk-yoluyla-birey-olanlarda uyandırmayı hedeflediği beklentiler ile kaynak ve beceriden (ki bunlar olmadan hükmen-bireylerin fiilen-birey statüsüne yükselmesi düşünülemez) yoksun pek çok insanın gerçek talihleri arasında açılan boşluğu fark etmeyebilirler. Gelgelelim bu başarısız bireyler −yetersizlikten ve başkalarının karşılamakta hiçbir güçlük çekmediği standartların altına düşmelerinden ötürü aşağılanmaya, doğuştan bir kusurdan ötürü olmasa da, miskinlikle suçlanma ve yerilmeden kaynaklanan aşağılanmaya mahkûm bireyler− bu boşluğa düştüklerinde ve er geç onun dibinin olmadığını anladıklarında bu boşluğun farkına varacaklardır.
Bu ideoloji, bilinen bütün diğer ideolojiler gibi, insanlığı böler. Üstelik bazılarına olanak sağlarken geri kalanı menederek kendi müminlerini de böler. Böyle yaparak, bireyselleştirilmiş/özelleştirilmiş toplumun, çatışmayla malul karakterini daha da kötüleştirir. Bu ideoloji, enerjileri azaltarak ve potansiyel olarak kendi temellerinin altını oyabilecek güçleri etkisiz kılarak, aynı zamanda toplumu muhafaza eder ve kendisinin onarılma olasılığını azaltır.
44) Bkz. Joanna Sokolinska ile “Wysokie obcasy”, Gazeta Wyborcza içindeki mülakat, 6 Kasım 2006.
45) Paul Ricoeur, Soi-même comme un autre, Seuil, 1990, s.210.
46) Michel Foucault, “On the genealogy of ethics: an overview of work in progress” The Foucault Reader içinde, haz. Raul Rabinow, Random House, 1984, s. 350. [Etiğin Soybilimi Üzerine: Sürmekte Olan Çalışmaya İlişkin Bir Değerlendirme, Özne ve İktidar içinde, çev.: Işık Ergüden ve Osman Akınhay, Ayrıntı Yayınları, s. 193].
47) Susan Neiman, Evil in Modern Thought, Princeton University Press, 2002, s.4-5.
48) Bkz. Guardian Weekend, 4 ve 11 Ağustos 2007.
49) Bkz. Ernst Kris ve Otto Kunz, Legend, Myth and Magic in the Image of the Artist, çev.: Alistair Lang ve Lottie M. Newman, Yale University Press, 1979, s. 113.
50) Richard Wray, “How one year’s digital output would fill 161 bn iPods”, Guardian, 6 Mart 2007.
51) Bkz. “A Bigger bang”, Guardian Weekend, 4 Kasım 2006.
52*) Yarı zamanlı, güvencesiz (precarious) çalışanlar için kullanılan bir ifade -ç.n.
) Loic Wacquant, “Territorial stigmatization in the age of advanced marginality”, Thesis Eleven, Kasım 2007, s. 66-77.
53) Alexander Nehamas, The Art of Living: Socratic Reflections from Plato to Foucault, University of California Press, 1998, s.10 ve devamı. [Yaşama Sanatı Felsefesi: Platon’dan Foucault’ya Sokratik Düşünümler, çev.: Cem Soydemir, Ayrıntı Yayınları, 2002].
54) Tzvetan Todorov, Les Aventuriers de l’Absolu, Robert Laffont, 2006, s. 244-8.
55) François de Singly, Les uns avec les autres. Quand individualisme créedu lien, Armand Colin, 2003, s. 108-9.
56) Bkz. Claude Dubar, La Socialisation. Construction des identités sociales et professionelles, Armand Colin, 1991, s.113.
57) De Singly, Les uns avec les autres, s. 108.
58) Jean-Claude Kaufmann, L’invention de soi. Une théorie d’identité, Hachette, 2004, s. 214.
59) A.g.e., s.212-13.
60) Elaine Sciolino, “New leaders say pensive French think too much,” New York Times, 22 Temmuz 2007’den alıntı.
61) Dennis Smith, Globalization: The Hidden Agenda, Polity, 2006, s.38.
62) A.g.e., s. 37.
YAŞAM SANATI
Zygmunt Bauman
Versus Yayınları