Öğleden Sonra – Orhan Veli

Öğleden Sonra

Sı­cak bir kış gü­nü. Va­kit öğ­le­den son­ra idi. Bü­tün ya­zı, bel­ki de bir­kaç ya­zı ka­ra­da ge­çir­mek­ten bo­ya­la­rıy­la ma­cun­la­rı­nı at­mış, ara­lık­la­rı açıl­mış bir ala­ma­na­da dört ki­şi ra­kı içi­yor­duk. Bi­ri ben, bi­ri Ham­za, bi­ri Mu­sa Kap­tan, bi­ri de… adı­nı ha­tır­la­ya­mı­yo­rum, tu­haf bir adı var­dı. En tat­lı ko­nu­şa­nı da o idi içi­miz­de. Da­ha doğ­ru­su, ko­nuş­mu­yor­du da sa­de­ce gü­lü­yor­du. “Bir şi­şe de ben­den ol­sun,” de­di­ğim va­kit, “Yoo! de­di, se­nin pa­ran Üs­kü­dar’da geç­mez. Üs­te­lik bu­gü­ne bu­gün, sen bi­zim mi­sa­fi­ri­miz­sin.”

Kar­şı­da pı­rıl pı­rıl par­la­yan Be­şik­taş sırt­la­rı. O sırt­lar­la ara­mız­da mas­ma­vi bir bo­ğaz par­ça­sı var­dı. Ön­ce­le­ri su­la­rın, Şem­si­pa­şa’ya doğ­ru, bir çağ­la­yan gü­rül­tü­süy­le ak­tı­ğı du­yu­lu­yor­du. Üçün­cü be­şin­ci ka­deh­ten son­ra bir şey du­yul­ma­ma­ya baş­la­dı. Yal­nız in­san, gö­zü şöy­le bir kı­yı­da­ki ça­kıl­la­ra, dur­ma­dan o ça­kıl­la­rı ya­la­yan kü­çük dal­ga­la­ra iliş­ti­ği va­kit, bir şey­ler du­yar gi­bi olu­yor­du. Za­man za­man da açık­tan bir va­pur ge­çi­yor, bir­den­bi­re de­li­ren de­niz, kı­yı­da­ki fe­lek­le­ri al­lak bul­lak edi­yor­du. Fe­lek­le­rin üze­ri­ne renk renk ka­yık­lar, al­lı, ma­vi­li, sa­rı­lı pe­leng-i der­ya’lar, cey­lan-ı bah­ri­ler di­zil­miş­ti.

Bi­zim ala­ma­na­ya bi­ti­şik bir ba­lık­çı dük­kâ­nı var­dı. Dük­kân na­sıl ala­ma­na­ya bi­ti­şik olur di­ye­cek­si­niz. Doğ­ru. Ama be­nim dük­kân de­di­ğim de, za­ten, dört ta­ne şe­ker san­dı­ğın­dan mey­da­na ge­ti­ril­miş bir tez­gâh­tı. İçin­de bir ocak, oca­ğın üs­tün­de bir ta­va, ta­va­da te­ker­lek te­ker­lek to­rik­ler, san­dı­ğın bir ke­na­rın­da tuz kâ­se­si, zey­tin­ya­ğı şi­şe­si, tur­fan­da do­ma­tes­le in­ce bi­ber, se­kiz on ta­ne ta­bak. İş­te, hep­si bu ka­dar.

Oca­ğın ba­şın­da bir adam ha­bi­re ba­lık kı­zar­tı­yor­du. Ko­lu­nun al­tı­na ya­rım ek­me­ği kıs­tı­ran so­lu­ğu bu­ra­da alı­yor, bir ke­nar­dan ar­ka­lık­sız bir ha­sır is­kem­le­yi çe­ki­yor, ocak ba­şın­da­ki ada­ma bir to­rik söy­lü­yor, kar­nı­nı gü­zel­ce do­yur­duk­tan son­ra çe­kip gi­di­yor, ye­ri­ne baş­ka­sı ge­li­yor­du. Ge­lip gi­den­le­rin ço­ğu ba­lık­çı, ka­yık­çı gi­bi kim­se­ler­di. Bu por­ta­tif dük­kân on­la­rın lo­kan­ta­sıy­dı za­hir.

Lo­kan­ta sa­hi­bi­nin bir de yar­dım­cı­sı var­dı: Kam­bur bir kız. Son­ra­dan, bu kı­zın, ba­lık­çı­nın ken­di kı­zı ol­du­ğu­nu öğ­ren­dim. Gü­ler yüz­lü bir kız­dı. Ka­pa­lı Çar­şı zev­ki­ne gö­re, alaf­ran­ga sa­yı­la­bi­le­cek bir en­ta­ri giy­miş­ti. Ge­len müş­te­ri­le­ri­ne kı­zar­mış ba­lık­la­rı­nı ve­ri­yor, kal­kan müş­te­ri­le­rin ta­bak­la­rı­nı top­lu­yor, ga­li­ba ara sı­ra da, kir­li kap­la­rı bir ke­na­ra gö­tü­rüp bu­la­şık yı­kı­yor­du. Gö­rü­nür­de on­dan baş­ka ka­dın yok­tu. O ka­dar er­ke­ğin ara­sın­da o kü­für­lü, o sı­ra­sı­na gö­re açık ko­nuş­ma­lar ara­sın­da bu ka­dar ta­bii ka­la­bi­len bir genç ka­dın bi­zim gi­bi in­san­la­rın çok ho­şu­na gi­di­yor. O ta­bii ha­li için­de, bir met­re­yi pek az aşan bo­yu­nu, kal­kık omuz­la­rı­na gö­mü­lü du­ran ba­şı­nı da ta­bii gör­me­ye baş­la­dım. Bir ara­lık, “Aca­ba iç­ki­den mi­dir?” di­ye de dü­şün­me­dim de­ğil. Ger­çi in­san sar­hoş ol­du mu, ha­liy­le sar­hoş­lu­ğu ara­sın­da bir bağ olup ol­ma­dı­ğı­nı kes­ti­re­mez. Ama ben, bu kam­bur kı­zı ger­çek­ten be­ğen­di­ği­me ina­nı­yor­dum. Ki­mi adam­lar der­ler ki: “Aşk, in­sa­nı gü­zel­leş­ti­rir”miş. Ora­sı­nı bil­mem; ama iş gü­zel­leş­ti­ri­yor. Bu sö­zün doğ­ru­lu­ğu­nu, bu kam­bur kız­da, el­le tu­tu­lur bir ger­çek ha­lin­de bul­dum. Kim bi­lir, bel­ki ça­lış­ma­say­dı, bu kız ge­ne gü­zel olur­du. Dik­kat et­tim; süz­gün bir yü­zü, gü­zel kir­pik­le­ri, nem­li, şef­faf du­dak­la­rı var­dı.

Mu­sa Kap­tan bir şey­ler an­la­tı­yor­du. Kah­ve fin­can­la­rı­mı­za ye­ni­den ra­kı dol­du­rup de­vam et­ti. Bir gaz ge­mi­siy­le No­vo­ro­sisk li­ma­nı­na git­tik­le­ri za­man na­sıl ba­la­lay­ka din­le­miş, Kös­ten­ce’de­ki Ni­ko Bar’da bir ka­rı na­sıl ya­na­ğı­nı ısır­mış, Ka­zab­lan­ka’da Fel­lah­la­ra na­sıl Türk tü­tü­nü da­ğıt­mış­tı.

Be­şik­taş sırt­la­rı pı­rıl pı­rıl, ara­da­ki bo­ğaz par­ça­sı mas­ma­viy­di. Akın­tı­yı sö­ke­ce­ğim di­ye yan yan iler­le­me­ye ça­lı­şan ufa­cık bir şir­ket va­pu­ru­nun ar­dın­dan bir ara­ba va­pu­ru gö­rü­nü­yor, ara­ba va­pu­ru­nun ar­dın­dan, gü­rül­tü­süy­le or­ta­lı­ğı bir­bi­ri­ne ka­tan bir ta­ka ge­çi­yor­du.

Fe­lek­le­rin ke­na­rı­na bir ba­lık­çı ka­yı­ğı ya­naş­tı. İçin­den bi­ri bi­zim ta­ra­fa doğ­ru: “Re­is!” di­ye ba­ğır­dı. Bi­zim dör­dün­cü, o ha­ni adı­nı ha­tır­la­ya­ma­dı­ğım, ka­yık­tan ya­na dön­dü. “Hop!” di­ye ce­vap ver­di. Son­ra tek­rar ka­yık­ta­ki ko­nuş­tu: “Bir­kaç ta­ne bar­bun­ya var, alı­ver şun­la­rı.” Dör­dün­cü, kam­bur kı­za dön­dü:

– Ay­şe, de­di, alı­ver­se­ne şun­la­rı Sa­lih Ağa­dan.

Adı Ay­şe’ymiş de­mek. Ay­şe, fe­lek­le­re ba­sa ba­sa ka­yı­ğın ya­nı­na ka­dar git­ti. Sa­lih Ağa ona bir ça­val­ye uzat­tı. Ay­şe ça­val­ye­yi al­dı, ge­ri dö­nü­yor­du; fe­le­ğin bi­ri yo­sun­lu muy­muş ney­miş, aya­ğı kay­dı; diz­ka­pa­ğı­na ka­dar su­yun içi­ne gir­di. Kız­ca­ğız elin­de­ki do­lu ça­val­ye­yi dök­me­mek için, ne ya­pa­ca­ğı­nı bi­le­me­di. Ama dök­me­di de. “Kız ne ol­dun?” de­di­ler. “Aya­ğım kay­dı,” de­di. Çık­tı. Ba­ca­ğın­dan de­niz su­yuy­la ka­rı­şık kan akı­yor­du. Fe­le­ğin ke­na­rı sı­yır­mış ola­cak­tı. Ça­val­ye­yi bı­rak­tı; sıy­rı­lan ye­ri yı­ka­mak için tek­rar de­niz ke­na­rı­na git­ti. Ça­val­ye­nin için­de­ki ba­lık­lar hâ­lâ oy­na­şı­yor­lar­dı. Bar­bun­ya­la­rın ara­sın­da çi­ne­kop­lar; sa­rı­ka­nat­lar da var­dı. Dör­dün­cü:

– Bay, de­di, bu ba­lık­la­rı baş­ka yer­de bu­la­maz­sın. Şu Kız­ku­le­si var ya; İs­tan­bul ba­lı­ğı ora­yı geç­ti mi, çe­ki­ver kuy­ru­ğu­nu. İs­tan­bul’dan baş­ka yer­de ba­lık ol­maz. Ka­ra­de­niz’de ham­si, İz­mir’de çi­pu­ra, Ge­li­bo­lu’da sar­dal­ya, iş­te o ka­dar. Ba­lık, ba­lık İs­tan­bul’da. O da Bo­ğaz­da.

Son­ra Ay­şe’nin ba­ba­sı­na dön­dü:

– Hay­di, ağam, şun­la­rı bi­ze di­ri di­ri kı­zar­tı­ver.

Ba­lık­lar di­ri di­ri kı­zar­tıl­ma­ya baş­lan­dı; söz de ba­lı­ğa dö­kül­dü. Tez­gâ­hın ya­nı ba­şın­da, bir ha­sır is­kem­le­de kar­nı­nı do­yur­ma­ya ça­lı­şan bir müş­te­ri sö­ze ka­rış­tı, de­di ki:

– Ne ya­par­sın, et yi­ye­mi­yo­ruz; fu­ka­ra­nın eti de ba­lık. Be­re­ket ver­sin ba­lı­ğa. Ba­lık da ol­ma­sa şu mem­le­ket­te, val­la­hi bil­mem ama, kö­pek­ler gü­ler ha­li­mi­ze. Ha­ni de­mek is­te­rim ki, ne hü­kü­met var ba­şı­mız­da, ne be­le­di­ye. Di­nim hak­kı için ken­di­mi dü­şün­mü­yo­rum. Me­mur­la­ra acı­yo­rum na­mus­su­zum. On­la­rın ha­li biz­den da­ha kö­tü. Hiç ol­maz­sa ben, gör­dü­ğüm işi, ge­çi­ne­ce­ğim pa­ra­ya gö­re sa­ta­rım. Şe­ker mi pa­ha­ya çık­tı, ba­lık da pa­ha­ya çık­tı. Ek­mek mi pa­ha­ya çık­tı, ba­lık da pa­ha­ya çık­tı. Kö­mür mü pa­ha­ya çık­tı, ba­lık da pa­ha­ya çık­tı. Oy­sa­ki on­lar öy­le mi? İki yüz kâ­ğıt­la hal­li­ha­mur ola­ca­ğız di­ye di­din­mek­ten iman­la­rı gev­ri­yor za­val­lı­la­rın. Ka­ba­hat kim­de? Baş­ta­ki­ler­de el­bet. Ne di­ye­yim, Al­lah­la­rın­dan bul­sun­lar, de­mek­ten gay­rı bir şey gel­mi­yor ki elim­den.

Din­le­yen­le­rin hep­si “doğ­ru” di­ye­cek­ler­di. De­me­le­ri­ne kal­ma­dan ön­le­dim. “Bı­ra­kın ca­nım,” de­dim, “bun­lar bü­yük iş­ler. Ne­mi­ze la­zım bi­zim hü­kü­me­tin işi. Pe­kâ­lâ ge­çi­nip gi­di­yo­ruz iş­te. Bu dün­ya­da aç­lık­tan kim öl­müş ki biz öle­ce­ğiz?” Son­ra, bah­si de­ğiş­tir­miş ol­mak için Mu­sa Kap­ta­na sor­dum:

– Mu­sa Kap­tan, de­dim, şu ba­lık­çı­nın kı­zı ne gü­zel kız, de­ğil mi?

– Han­gi­si?

– Ca­nım, şu kam­bur kız iş­te.

– Ha! Gü­zel­dir.

Son­ra bir­den to­par­lan­dı:

– Ama biz, ara­mız­da ça­lı­şan ka­dın­la­ra kö­tü göz­le bak­ma­yız.

– Ca­nım, de­dim, kö­tü göz­le bak­ma­yız el­bet. Kö­tü göz­le ba­kan mı var ki? Al­lah Al­lah, sen de am­ma adam­sın ya­hu! Gü­zel de­dim; hep­si o ka­dar.

– Ha! Gü­zel­dir.

Bu “kö­tü göz” la­fı be­ni dü­şün­dür­me­ye baş­la­dı. Öy­le ya, ben bu kam­bur kız­dan hoş­lan­mış­sam, onu sev­miş­sem ne­den ona kö­tü göz­le bak­mış ola­yım? Büs­bü­tün ter­si­ne, iyi göz­le bak­mı­şım ki sev­mi­şim. “Sev­me” sö­zü de ge­niş bir söz. İn­san bir ye­me­ği se­vi­yor, bir ren­gi se­vi­yor, bir ka­dı­nı se­vi­yor. He­le ka­dı­nı sev­me­nin tür­lü bin çe­şi­di var. Onu da, ken­di­mi­zi de, sa­de­ce hay­van ola­rak gör­dü­ğü­müz za­man, bel­ki kö­tü göz­le bak­mış sa­yı­la­bi­li­riz. Ama, ben, Ay­şe’yi hiç­bir za­man öy­le gör­me­dim ki! Üs­te­lik, bu fik­rin de su gö­tü­rür ta­raf­la­rı yok mu? En iyi­si, hay­van­lı­ğı­mız in­san­lı­ğı­mı­zın için­de ol­ma­lı; in­san­lı­ğı­mız­la bir­lik­te ol­ma­lı. Şu­ra­da, ra­kı şi­şe­si­nin ba­şın­da, sa­at­ler­ce otu­ru­yo­ruz. İn­sa­nın bu sa­at­ler için­de tür­lü tür­lü ih­ti­yaç­la­rı olu­yor. Sı­kı­şı­yor me­se­la. Sı­kı­şan­lar kal­kıp de­niz ke­na­rın­da­ki du­var di­bi­ne ka­dar gi­di­yor; iş­le­ri­ni ra­hat ra­hat gör­dük­ten son­ra tek­rar yer­le­ri­ne dö­nü­yor­lar. Kam­bur kız da ora­da. Bu in­san­lar in­san­lık­la­rıy­la hay­van­lık­la­rı­nı iyi bağ­daş­tır­mış­lar. Ken­di sı­nıf­la­rın­dan hiç kim­se bu ha­li ya­dır­ga­mı­yor. On­la­rın dün­ya­sı bu. Ken­di dün­ya­la­rı­nın için­de­ler. Bü­tün ra­hat­sız­lık­lar, in­san­la­rın ken­di dün­ya­la­rı­nın dı­şın­da kal­ma­la­rın­dan ge­li­yor. Biz, ken­di çev­re­miz­de­ki ka­dın­la­rın ara­sın­da, işe­mek şöy­le dur­sun, bu­nun la­fı­nı bi­le ede­me­yiz.

Gü­neş, kar­şı sırt­la­rın üze­rin­de ya­vaş ya­vaş al­ça­lı­yor­du. De­niz­de­ki pı­rıl­tı­lar git­tik­çe da­ha faz­la kı­vıl­cım­la­nı­yor, ada­mın gö­zü­nü alı­yor­du. Gök­yü­zü­nün ma­vi­si da­ha bir tat­lı­laş­tı. Kar­şı kı­yı­da, Hay­ret­tin İs­ke­le­si’nin önün­de du­ran mav­na­lar ya­vaş ya­vaş da­ğıl­ma­ya baş­la­dı­lar. Bir şir­ket va­pu­ru ge­li­yor, bir ara­ba va­pu­ru gi­di­yor, bir şi­lep bo­ğaz­dan aşa­ğı­ya doğ­ru ini­yor, bir ta­ka yu­ka­rı­ya doğ­ru çı­kı­yor­du. Her şe­yi gü­zel gö­rü­yor­dum. Sar­hoş­luk­tan mı aca­ba?

Ken­di­si­ne kar­şı bir ya­kın­lık duy­du­ğu­mu ga­li­ba kız­ca­ğız da an­la­dı. Sık sık ba­na ba­kı­yor­du. Bu ba­kı­şın baş­ka ba­kış­la­ra ben­ze­me­di­ği­ni se­ze­cek ka­dar da ma­ce­ra geç­miş ba­şım­dan. Ne dü­şü­nü­yor­du aca­ba be­nim için? Emi­nim ki be­ni ken­din­den üs­tün bu­lu­yor­du. İh­ti­mal ge­çin­me im­kân­la­rı­mın kı­lı­ğım­la, kı­ya­fe­tim­le uy­gun ol­du­ğu­nu sa­nı­yor­du. Ah, biz kü­çük bur­ju­va­lar, ne sah­te, ne yal­dız­dan iba­ret in­san­la­rız. Her şe­yi­miz ya­lan. En kü­çük ya­la­nı, dü­pe­düz ya­lan söy­le­di­ği­miz za­man söy­le­riz. Ya söy­le­me­dik­le­ri­miz? Kor­kunç. Kim bi­lir, bel­ki de di­yor­du ki için­den: “Ben kam­bu­rum, o de­ğil.” Ama ne ma­lum be­nim de, iki gün son­ra, bir ka­za­dan iki ko­lu­mu, ya­hut iki ba­ca­ğı­mı bir­den kay­bet­miş ola­rak çık­ma­ya­ca­ğım? Üs­te­lik ben o za­man ha­ya­ta, bu­nun ka­dar da uya­ma­ya­ca­ğım. Bir­den­bi­re ak­lı­ma ne gel­di, bi­li­yor mu­su­nuz? “Aca­ba,” de­dim, “ben bu kız­la ev­len­sem ço­cuk­la­rı­mız da kam­bur mu olur?” Fiz­yo­lo­ji­de­ki ve­ra­set ka­nun­la­rı­nı pek bil­mi­yo­rum; ama, olur olur. Olur­sa ne olur? Ah, ben Ay­şe’ye ger­çek­ten tu­tul­dum ga­li­ba.

So­nun­da kar­şı sırt­la­rın ar­dın­da gü­neş bat­tı. Keş­ke bat­ma­say­dı; ne gü­zel bir gün­dü!

Yap­rak, 15.4.1949

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir