Yüzyılın Temposu
İnsan adı verilen şu tuhaf yaratığın yeryüzüne ayak basışından bu yana geçen binlerce, belki de yüz binlerce yıl boyunca, insanoğlunun ilerleyişinin en büyük göstergesi olarak atın koşması, tekerleğin dönmesi, geminin kürekle ya da yelkenle hareket etmesi gösterilmişti. İnsanlık tarihi dediğimiz ve bilgi ile aydınlanmış o daracık alana sığdırılan bütün teknik gelişmeler, hiç de öyle dikkat çekici bir hızla gerçekleşmedi. Wallenstein’in orduları, Sezar’ın lejyonlarından çok daha hızlı ilerlemedi, Napoléon’un orduları Cengiz Han’ın akıncılarından daha çabuk yol almadı, Nelson’un gemileri Wikinglerin korsan kayıklarından ve Finikelilerin ticaret gemilerinden daha hızlı değildi. ChildeHarold yolculuğuna çıkan bir Lord Byron, bir günde, Pontus sürgününe giden Ovidius’ tan daha fazla yol alamıyordu. On sekizinci yüzyılın büyük şairi Goethe, bin yıl önce yaşamış bir Havari Paulus’tan daha rahat ve daha hızlı yolculuk yapamıyordu. Ülkeleri birbirlerinden ayıran zaman ve mekân olgusu hiç değişmiyor, Roma İmparatorluğu zamanında nasılsa, Napoléon zamanında da öyle kalıyor. Kısacası, madde, insanoğlunun isteklerine karşı üstünlüğünü korumayı sürdürüyor.
İnsanoğlunun temposundaki bu uyum ve ölçü, ancak on dokuzuncu yüzyıla girildiğinde kökten değişmeye başlıyor. Bu yüzyılın ilk yirmi yılında, uluslar ve ülkeler, binlerce yıl öncesine göre daha çabuk birbirlerine yaklaşabiliyorlar. Önceleri günlerce süren yolculuklar, tren ve vapurla bir tek günde, saatlerce süren geziler de bir çeyrek saatte ya da birkaç dakikada başarılabilmektedir. Ama tren ve vapurla ulaşılan bu hız, çağın insanları tarafından ne kadar sevinçle karşılanırsa karşılansın, yalnızca aklın sınırları içinde kalıyor, onu bir türlü aşamıyordu. Çünkü bu araçlar, o zamana kadar bilinen hız sınırını ancak beş kez, on kez, en çok da yirmi kez artırabiliyordu; insanoğlunun bakışı ve ruhu, yüzyılın temposunu izleyebiliyor ve mucizeye şaşırmıyordu. Ancak henüz beşikte bir Herkül olan elektrik enerjisinin gücü, o âna kadar geçerli olan bütün yasaları bir anda kökünden sarsıyor ve bütün ölçüleri yıkıyor. Elektrikli telgrafın ilk başarılı sonuçları, daha düne kadar Leydner şişesinden ancak bir parmak öteye gidebilen ve çok güç duyulabilen o küçücük elektrik kıvılcımının, birdenbire dev bir güç kazanarak ülkeleri ve dağları aşıp bütün yeryüzüne yayılması karşısında o çağın insanlarının düştüğü büyük şaşkınlığı bugün bizlerin anlaması çok zor. Henüz tamamlanmamış bir düşüncenin, mürekkebi bile kurumamış bir sözcüğün binlerce mil ötede, hemen aynı anda kaydedilip okunabilmesi ve ufacık volt sütunlarının kutupları arasından titreşimlerle geçerek yeryüzünün bir ucundan öteki ucuna kadar yayılması karşısında nasıl şaşırmasınlar ki! Daha düne kadar cama sürtme yoluyla elde edilebilen ve ancak birkaç kâğıdı çekebilen bir fizik odasının bu oyuncak aletinin, insanın kas gücünü ve hız yeteneğini milyonlarca ve milyarlarca kere aşan bir güce, haberler getiren, trenleri hareket ettiren, caddeleri ve evleri ışıkla aydınlatan ve tıpkı Su Perisi Ariel gibi göze görünmeden havada dolaşan bir güce, dev bir enerjiye dönüşmesi karşısında nasıl hayretlere düşmesinler ki! Ancak bu buluş sayesinde, zaman ve yer bağıntısı, dünya kuruldu kurulalı ilk kez kökten bir değişikliğe uğramış oldu.
O âna kadar kendi içine kapalı bir yaşam biçimine sahip insanoğlunu, dünya ile bütünleştirecek olan bu büyük ve tarihsel olaya, telgrafın bulunduğu 1837 yılına, ne yazık ki okul kitaplarımızda çok az yer veriliyor: çünkü bu kitapları hazırlayanlar, ulusların ve ordu komutanlarının kazandıkları savaş ve utkularını, insanlığın gerçek utkusundan daha üstün tutuyorlar. Ama buna karşın, daha sonraki çağlarda gerçekleşecek hiçbir tarihsel olay, zaman ölçüsündeki bu köklü değişikliğin yol açtığı psikolojik etkisiyle kıyaslanamaz. Artık dünya değişmiştir. İnsanoğlu, Amsterdam, Moskova, Napoli ve Lizbon’da olup bitenleri aynı anda Paris’te de öğrenme olanağına kavuşmuş bulunuyor. Yalnızca bir adım daha atmak gerekiyor, o zaman dünyanın öteki yerleri de insanlığın ortak bilinci ve sıkı işbirliğiyle bir araya gelmiş olacak.
Fakat doğa bu birliğin gerçekleşmesine karşı koymaya, yeni yeni engeller çıkarmaya devam ediyordu; etrafı denizlerle çevrili ülkeler, daha yirmi yıl birbirlerinden ayrı kalacaklardı. Çünkü porselenden yapılmış yalıtkanlar sayesinde kıvılcım, serbestçe bir direkten öteki direğe sıçradığı halde, sular elektrik akımını kendisine çekiyordu. Bakır ve demir telleri suya karşı iyice izole edecek bir araç henüz bulunamadığı için, bu işi denizlerin tabanına boru döşeyerek yapma olanağı da yoktu.
Allahtan, bu hızlı kalkınma ve ilerleme yıllarında birbiri ardına gerçekleştirilen buluşlar, bir öncekine yardımcı oluyordu. Telgrafın karalarda yaşama geçirilişinden birkaç yıl sonra, elektrik akımının sulardan geçmesini sağlayacak uygun bir izolasyon maddesi, gutaperka bulunuyor. Artık kıtanın ötesindeki en önemli ülke olan İngiltere’nin, Avrupa telgraf şebekesine bağlanmasına başlanılabilir. Brett adında bir mühendis, Blèriot’un Manş’a, daha sonra uçakla ilk olarak geçeceği yere ilk kabloyu döşüyor. Karşılaşılan kötü bir rastlantı, hızla ilerleyen işin başarıyla sonuçlanmasına engel oluyor; Boulognelu bir balıkçı, çok büyük bir yılanbalığı tuttuğunu sanıp henüz döşenmiş olan kabloyu çekip koparıyor. Fakat ikinci deneme, 13 Ekim 1851 tarihinde başarıyla sonuçlanıyor ve İngiltere, kıtaya bağlanıyor. Böylece Avrupa, çağın bütün olaylarını artık tek bir beyin, tek bir yürekle aynı anda yaşayabilen bir varlık, gerçek bir Avrupa olabiliyor.
Bu kadar az yılda kazanılan bu büyük, bu inanılmaz başarı insanlık tarihinde on yılın ne önemi var ki, göz açıp kapayıncaya kadar geçiverir o çağın insanlarında büyük bir cesaret uyandırmış olacak. Yapılması istenilen her şey başarıyla sonuçlanıyor, hem de baş döndürücü bir hızla. İngiltere’ nin İrlanda ile, Danimarka’nın İsveç’le, Korsika Adası’nın anakara ile bağlantısı için yalnızca birkaç yıl yetiyor. Mısır’ı ve Hindistan’ı da şebekeye bağlama çalışmaları tüm hızıyla sürüyor. Fakat bir kıta, hem de çok, çok önemli bir kıta var ki, dünyayı dört bir yandan saran bu zincirden yoksun kalacağa benziyor: Amerika kıtası. Uçsuz bucaksız genişliği nedeniyle ara duraklardan yararlanma olanağı bulunmayan Atlas Okyanusu ya da Büyük Okyanus tek bir telle nasıl aşılacak? Çünkü, elektriğin bulunduğu o yıllarda bütün etmenler henüz bilinmiyordu. Denizin derinliği hâlâ ölçülemiyor, okyanusların jeolojik yapısı tam olarak bilinmiyordu; denizin tabanına döşenecek bir telin bu kadar büyük su basıncına dayanıp dayanamayacağı henüz denenmemişti. Bu kadar uzun bir kabloyu derinliklere döşemek teknik bakımdan mümkün olsa bile, iki bin mil uzunluğundaki demir ve bakır telleri yükleyip taşıyabilecek büyüklükte bir gemi nasıl bulunacaktı? Gemiyle geçilişi bile en aşağı ikiüç gün süren böylesine uzun bir mesafeye sürekli elektrik akımı verebilecek güçte dinamolar nerede? Koşullar henüz tamamlanmış değil. Okyanusun dibine elektrik akımını çekebilecek manyetik akıntıların bulunup bulunmadığı da henüz bilinmiyor. Yeterli izolasyon maddesi ve hassas ölçme aletleri de yok. Yüzlerce yıllık uykusundan daha yeni uyanan elektrik enerjisinin yalnızca temel kuralları biliniyor. İşte bu yüzden bilginler, okyanusa kablo döşenmesi planının sözü bile edilse, “olmaz, saçma!” diye şiddetle karşı çıkıyorlar. Bilim adamlarının arasında en cesurları bile “belki daha sonra” demektedirler. Telgrafın yaşama geçirilişinde kendisine en çok borçlu olduğumuz Mors bile, böyle bir planın tam bir çılgınlık, akıl almaz bir cesaret örneği olduğunu söylüyor; fakat aynı zamanda, başarıyla sonuçlanacak olursa, bu dev tasarısının, yani Atlas Okyanusu’na kablo döşeme işinin “the greatr feat of the century”, yeryüzünün en büyük başarısı olacağını da ekliyor.
Bir mucizenin gerçekleşebilmesi ya da olağanüstü bir şeyin tamamlanabilmesi için bireyin, her şeyden önce bu mucizeye inanması gerekir. Bazen bilgisi kıt birinin çılgınlığı, bilginlerin yapmakta duraksadıkları yaratıcı hamleyi yapma olanağını verir. İnsanlık tarihinde sıkça görüldüğü gibi bu büyük girişim de, birkaç gün daha önce olabilmek için 1854 yılında New York ile Amerika’nın doğusundaki en uç nokta olan Neufoundland arasına kablo döşemek isteyen Gisborne adında bir İngiliz mühendis, parasal kaynakları tükendiği için işi yarıda bırakmak zorunda kalıyor. Para bulmak üzere New York’a dönen Gisborne, burada mutlu bir rastlantı sonucu birçok büyük projeyi başarıyla yaşama geçirmiş olan Cyrus W. Field adında genç bir adamla karşılaşıyor. İş yaşamında hızla yükselmiş, girişimleri çok başarılı sonuçlar vermiş olan bu adam, bir Protestan rahibinin oğludur ve büyük servetiyle yetinip genç yaşına karşın köşesine çekilmiştir. Gisborne, evinin köşesine çekilip tembel tembel oturması için fazla genç ve enerjik bir yaşta olan bu işsiz güçsüz adamı, yarıda bırakmak zorunda kaldığı projesini, New York ile Neufoundland arasına kablo döşeme işini tamamlaması için kazanmaya çalışıyor. Cyrus W. Field ne büyük bir mutluluk ki!ne teknisyendir ne de bu alanda uzman bir kişidir. Elektrikten hiç anlamıyor, kablo nedir bilmiyor. Fakat bu Protestan rahibinin oğlunun kanında ateşli bir inanç, Amerikalının enerjik ataklığı ve kararlılığı var. Uzman mühendis Gisborne yalnızca New York’u Neufoundland’a bağlamayı düşünürken, bu ateşli genç adam, daha ilerisini görüyor. Bunun arkasından neden Neufoundland’la İrlanda bir denizaltı kablosuyla birleştirilmesin? Karşısına çıkacak her türlü engeli yenmeyi göze alan Cyrus W. Field o yıllarda iki kıtayı birbirinden ayıran Büyük Okyanus üzerinden tam otuz kez gidip geliyor hemen işe koyuluyor ve daha ilk andan başlayarak bütün servetini bu girişime yatırmaya karar veriyor. Böylece, düşünce harekete geçiriliyor ve gerçekleşmesini sağlayacak meşale yakılmış oluyordu. Mucizeler yaratacak olan yeni elektrik enerjisinin gücü, yaşamın öteki güçlü ve dinamik öğesiyle, insan iradesiyle birleşmiş oldu. Bir adam, yaşamının görevini ve bir görevde kendisini üstlenecek olan adamı buldu.
Hazırlık Cyrus W. Field, sarsılmaz bir irade ve akla hayale sığmaz bir çabayla kendisini bu işe veriyor. Bütün uzmanlarla ilişki kuruyor, çalışma izni alabilmek için bakanlıkların kapılarını aşındırıyor, gerekli parayı bulmak amacıyla her iki kıtada zorlu bir kampanya başlatıyor ve hiç kimsenin tanımadığı bu genç adamın gösterdiği çaba öyle etkili oluyor, projesi öyle yankı uyandırıyor ve çağın yeni mucizesi olan elektriğe beslediği inanç öyle büyük oluyor ki, üç yüz elli bin sterlinlik bir sermaye yalnızca İngiltere’de birkaç gün içinde sağlanıyor. Liverpool, Manchester ve Londra’daki zengin tüccarları, “Telegraph Construction and Maintenance Company”yi kurmak için, bir araya getirmeye tek bir çağrı yetiyor ve para akıyor. Bu girişimi onaylayanlar arasında hiçbir ticari amaç beslemeyen Thackeray ve Lady Byron gibi ünlü isimler de var. Stevenson, Bronel ve öteki pek çok ünlü mühendislerin yaşadığı yıllarda, her çeşit teknik girişimler için İngiltere’de esen iyimserlik rüzgârını, bu kadar çok paranın, kaybolacağını düşünmeden bu büyük girişime yatırılması için tek bir çağrının yetmesi kadar hiçbir şey anlatamaz.
Başlangıçta bu kablo döşeme işinin maliyeti ancak tahmin yoluyla çıkarılabiliyordu; teknik uygulama için elde hiçbir somut örnek yoktu. On dokuzuncu yüzyılda bu boyutta bir proje ne düşünülmüş ne de planlanmıştı. Küçücük Manş Denizi’ni aşıp Dover ile Calais kıyılarını birbirine bağlamakla koskoca Atlas Okyanusu’na boydan boya kablo döşemeyi kıyaslamaya olanak var mı? Dover ile Calais’i birbirine bağlarken, sıradan bir yandan çarklı vapur, otuz ya da kırk mil uzunluğundaki bir mesafeye kablo döşenmesi için yeterli olmuştu; kablo, vapurun güvertesinden tıpkı bir çipo demiri gibi aşağı bırakılıyor ve rahat rahat döşenebiliyordu. Manş Denizi’ne kablo döşenirken, kıyıda durup rüzgârın kesilmesini bekleme olanağı vardı, denizin derinliği çok iyi biliniyordu, iki tarafın kıyıları her an için görülebiliyordu ve böylece, karşılaşılabilecek her türlü tehlikeden uzak kalmak mümkündü; bir tek gün içinde bir kıyıdan öteki kıyıya rahatlıkla geçilebiliyordu. Fakat en azından üç hafta süren bir deniz yolculuğunda, Manş Denizi’ndekinden yüz defa daha uzun, yüz defa daha ağır makaralar, kötü hava koşulları altında gemi güvertesinden denize indirilemezdi. Ayrıca, o çağın hiçbir gemisi, demir, bakır ve gutaperkadan oluşan bu dev kozaları alacak ve taşıyacak büyüklükte değildi. En az iki ana gemi gerekliydi, bu gemilere de, en kısa rotanın izlenmesi ve tehlike ânında yardıma koşulması için başka gemilerin eşlik etmesi zorunluluğu vardı. Gerçi İngiliz hükümeti en büyük gemilerinden birini, Sivastopol önlerinde savaşmış amiral gemisi “Agamemnon”u ve Amerika hükümeti de, beş bin ton taşıma kapasitesiyle çağın en büyük gemisi sayılan “Niagara” yı bu amaç için veriyor, fakat her iki geminin de, iki kıtayı birbirine bağlayacak demir ve bakır tellerinin oluşturduğu bu dev yükün yarısını birisi, yarısını da ötekisi alabilecek duruma getirilmesi gerekliydi. Asıl sorun ise hiç kuşkusuz kablonun kendisiydi. Çünkü iki kıta arasına döşenecek bu dev kablolar için aklın alamayacağı isteklerde bulunuluyor. Kablonun, bir yandan çelik halat gibi sağlam ve kopup parçalanamaz olması, öte yandan kolay döşenebilmesi için de esnek olması gerekiyor. Her türlü basınca ve ağırlığa karşı dayanıklı olmalı, sarıldığı kozadan ibrişim gibi kolay boşanmalıdır. En hafif elektrik dalgalarını bile bin mil öteye ulaştırabilmesi için, bu kabloların hem hassas, hem dayanıklı olması, hem de fazla kalın olmaması gerekli. Bu dev halatın herhangi bir yerinde oluşacak küçücük bir çatlak, en ufak bir eğrilik, bir kıyıdan öteki kıyıya ulaştırılması on dört gün alan bu işi, rahatlıkla bozabilir. Fakat, bütün bunlara karşın büyük bir cesaret örneği sergilenerek bu işe başlanıyor. Bir tek adamın çılgınca isteği, bir anda bütün çarkları döndürüyor; fabrikalar gece gündüz hiç durmadan çalışıp bu halatı örüyor. Bu dev halat için bütün demir ve bakır madenleri tüketiliyor, bütün kauçuk ağaçları, bin mil uzunluğundaki bir mesafeye yetecek gutaperka yaprakları sağlamak için yok ediliyor. Bu girişimin akıl almaz büyüklüğünü, bir tek kablonun üretimi için tam üç yüz altmış yedi mil uzunluğunda, yani yeryüzünün tamamını üç defa dolanacak ve dünya ile ay arasında bir hat çekmeye yetecek tele gereksinim duyulması kadar başka bir şey daha iyi anlatamaz. Babil Kulesi yapıldı yapılalı insanlık, teknik bakımdan bundan daha büyük bir girişimi göze alabilmiş değildir.
İlk Hareket
Fabrikalar, bir yıl boyunca hiç durmadan çalışıyor; üretilen kablolar, ince ve pırıl pırıl parıldayan bir sicim gibi, makaralara sarılıyor ve sonunda, binlerce ve binlerce devirden sonra kabloların makaralara sarılması işi tamamlanmış oluyor ve bu iki gemiye, yarı yarıya yükleniyor. Fren ve geri viteslerle donatılmış yeni ve büyük makineler şimdi bir hafta iki hafta, üç hafta hiç ara vermeden, bu sonsuzca kabloyu denizin dibine bırakacak. Aralarında Mors’un da bulunduğu birçok seçkin elektrikçi ve teknisyen, güvertede toplanıyor ellerinde aletleri, elektrik akımının geçip geçmeyeceğini kontrol etmek için kablo döşenme işi tamamlanıncaya kadar gemiden ayrılmıyorlar. Kolomb’dan ve Macellan’dan beri en çok heyecan uyandıran bu deniz yolculuğunu, söz ve çizgileriyle anlatmak için pek çok ünlü muhabir ve ressam da donanmaya katılıyor.
Artık yola çıkmak için her şey hazırdır. O zamana kadar bu işin gerçekleşeceğinden kuşku duyanlar çoğunlukta olmasına karşın, şimdi bütün İngiltere hararetle bu dev projeyi konuşuyor. 5 Ağustos 1857 günü bir İrlanda kenti olan Valentia’nın küçücük limanında yüzlerce küçük kayık ve gemi, filonun çevresini sarıyor ve kablonun bir ucunun kayıkla kıyıya getirilip Avrupa toprağına bağlandığı bu tarihsel ânı, coşku içinde izliyor. Yola çıkış ânı, kendiliğinden büyük bir tören havasına bürünüyor. Hükümet, temsilci gönderiyor, söylevler veriliyor, dokunaklı bir söylevle Tanrı’dan bu büyük girişim için yardımını esirgememesini dileyen rahip, şöyle başlıyor: “Ey ulu Tanrım, yalnız başına bütün gökyüzünü kaplayan, denizlerin azgın dalgalarına hükmeden ve bütün rüzgârlara ve sulara sözünü dinleten sen, biz kullarından yardımını esirgeme! Bu önemli eserin gerçekleşmesine engel olabilecek her direnmeyi ortadan kaldır!” Sonra kıyılardan ve denizlerden binlerce el, binlerce şapka sallanıyor. Filo, yavaş yavaş kıyıdan uzaklaşıyor ve kara, gözden kayboluyor. İnsanlığın en büyük düşlerinden biri gerçekleşmek üzeredir.
Başarısızlık
Kablonun bir yarısı birine, bir yarısı da ötekine yüklenen bu iki büyük geminin, “Agamemnon” ve “Niagara”nın, okyanusun ortasında önceden belirlenen bir yere kadar gitmesi ve oraya vardıktan sonra kabloların birbirine perçinlenerek birleştirilmesi planlanmıştı. Daha sonra da gemilerden birisi batıya, Neufoundland yönüne doğru, ötekisi de doğuya, İrlanda’ya doğru yol alacaktı. Ancak bu paha biçilmez dev kabloların tamamını, daha ilk denemede kullanmanın çok riskli bir atılım olacağı düşünülmüş olmalı ki, bu kadar uzun bir mesafeyle yapılacak bir denizaltı telgraf bağlantısının başarısından tam olarak emin oluncaya kadar, kablonun kıyıdan başlayarak döşenmesine karar verildi.
Amerikan gemisi “Niagara”ya, kabloyu kıyıdan başlayarak denizin ortasına kadar döşeme görevi düşmüştü. Yavaş yavaş ve dikkatlice, hedefe doğru yol alan gemi, tıpkı bir örümcek gibi gövdesindeki dev yumağı arkasından sürekli bırakıyor. Güvertedeki kablo döşeme makinesi ağır ağır ve düzenli bir uyumla çalışıyor; makinenin çıkardığı gürültü, rüzgârla dönüp aşağıya doğru kayan çipo zincirinin çıkardığı ve bütün denizcilerin çok iyi tanıdığı sesi anımsatıyor. Aradan birkaç saat geçtikten sonra güvertedekiler, bu gürültüye alışıyor, gürültü onlara yüreklerinin atışları kadar doğal gelmeye başlıyor.
Kablo, makaralardan aralıksız boşalıp sulara gömülmektedir. Fakat bu serüven pek de heyecanlı geçeceğe benzemiyor. Yalnızca elektrikçiler, özel bir odada oturmuş çevreye kulak kabartıyorlar ve İrlanda kara parçası ile sağladıkları telgraf bağlantısını sürekli canlı tutmaya çalışıyorlar. Sonuç mükemmel: Kıyı çoktan gözden kaybolduğu halde, sualtı kablolarla gerçekleştirilen bağlantı, sanki iki Avrupa kenti arasında yapılıyormuş gibi pürüzsüz ve berrak. Sığ sular çoktan arkada bırakıldı ve İrlanda arkasında başlayan derin sularda da bir hayli yol alındı, geminin güvertesindeki madeni şerit, tıpkı bir kum saatinin akan kumları gibi düzenle akmaya devam ediyor, aynı zamanda haber verip haber de getiriyor.
Artık üç yüz otuz beş mil uzunluğundaki bir mesafeye, yani Dover ile Calais’i birbirine bağlayan Manş Denizi’nin on mislinden daha uzun bir mesafeye kablo döşenmiş, beş günlük zorlu bir uğraşın sonunda, ilk duraksamalar yenilmiştir. Altıncı günün akşamı, yani 11 Ağustos’ta, saatlerce süren bir çalışma ve heyecan dolu anlardan sonra Cyrus W. Field, dinlenmek üzere yatağına uzanıyor. Fakat birdenbire o da ne öyle? makinenin gürültüsü kesiliveriyor. Hareket halinde olan bir trende uyuyan bir yolcu, beklenmedik bir anda lokomotif durunca nasıl yerinden sıçrarsa, değirmeninin çarkı birdenbire duran bir değirmenci, yatağından korku ile nasıl fırlarsa, gemidekilerin hepsi de aynı şekilde bir anda uyanıyor ve güverteye koşuyor. Makineye bir göz atış her şeyi açıklıyor: Makara bomboş. Rüzgâra kapılan kablo birdenbire kurtulmuş ve kurtulan ucu yakalamak mümkün olmamıştı; kaybolan ucu denizin dibinden bulup yukarıya çıkarmak ise büsbütün olanaksızdı. Korktukları şey başlarına gelmiş ve küçük bir teknik hata yüzünden yıllarca süren bunca emek, bir anda boşa gitmişti. Büyük bir cesaret örneği vererek yola çıkmış olanlar, bütün ses bağlantılarının ve sinyallerin kesildiği haberinin bir anda yayılıverdiği İngiltere’ye, yenikler olarak geri dönüyorlar.
İkinci Başarısızlık
Sinirlerine hâkim olmasını bilen, yürekli olduğu kadar da bir ticaret adamı olan Cyrus W. Field, bilançoyu çıkarıyor. Kayıp ne kadar? Üç yüz mil uzunluğunda kablo, bu iş için yatırılan hissedarlar sermayesinin aşağı yukarı yüz bin sterlini. Ama Field’i belki de en çok üzen, yerine konması mümkün olmayan kocaman bir yıl. Çünkü işe yeniden başlanabilmesi için yazı, iyi havaları beklemek zorunluğu vardı ve mevsim artık ilerlemişti. Fakat öte yandan küçük bir kazanç da var. Başarısızlıkla sonuçlanan bu ilk girişimle, iyi bir deneyim kazanılmış oldu. İşe yaradığını kanıtlamış bulunan kablo, makaralardan boşaltılıp gelecek yıl kullanılmak üzere depoya konulacak. O uğursuz kopmaya yol açan kablo döşeme makinesini değiştirmek gerekiyor yalnızca.
Böylece, beklemek ve hazırlık yapmakla bir yıl geçip gidiyor ve depolardan çıkarılan kablonun güvertesine yüklendiği gemiler, yeni bir umut ve yeni bir heyecanla ancak 10 Haziran 1858’de yola çıkabiliyor. Elektrik sinyali gönderme işi ilk yolculukta başarıyla sonuçlandığı için, eski plana yeniden dönülüyor, kablo döşeme işine okyanusun ortasından ve her iki yöne doğru başlanacaktır. Bu yeni yolculuğun ilk günleri, olaysız geçiyor. Kablonun döşenmeye başlanacağı yere, ancak yedinci günün sonunda varılabilecek ve işe hemen başlanacaktır. O âna kadar her şey bir eğlence, bir dinlenme yolculuğundan farksız. Makineler çalışmıyor, gemiciler dinleniyorlar ve havanın güzelliğine seviniyorlar. Sakin ve pırıl pırıl bir gökyüzü, ama deniz hepsinden de sakin.
Fakat yolculuğun üçüncü gününde “Agamemnon”un kaptanı, içinde tuhaf bir tedirginlik duyuyor. Barometreye bir göz atmak, cıva sütununun korkutucu bir hızla düşmekte olduğunu görmesine yetiyor. Bu, çok kütü bir havanın habercisi olmalı. Gerçekten de dördüncü gün, Atlas Okyanusu’nun en deneyimli denizcilerinin bile pek seyrek karşılaştıkları bir fırtına kopuyor. Kasırgadan en büyük payı, İngiliz kablo döşeme gemisi “Agamemnon” alıyor. Açıldığı bütün denizlerde ve katıldığı bütün savaşlarda dayanıklılığını en iyi biçimde kanıtlamış olan bu kusursuz gemi, İngiliz amiral gemisi, her çeşit kötü havayla başa çıkabilirdi; ancak ne yazık ki, kablo döşenmesinde kullanılacağı için bu dev yükü içine alabilecek biçimde tamamıyla değiştirilmişti. Ağırlığı, bir kargo gemisinde olduğu gibi ambarlara aynı oranda dağıtma olanağı yoktu, tam tersine, dev makaranın bütün ağırlığı orta yere yüklenmiş bulunuyordu. Yükün yalnızca küçük bir kısmı baş tarafa yerleştirilmişti, ancak bu daha da kötü sonuç verdi; her batış ve çıkışta çarkın çalışma düzeni iyice kötüleşti. Bu koşullar altında kötü hava, kurbanıyla istediği gibi oynayabilirdi. Gemi sağdan ve soldan, önden ve arkadan kırk beş derecelik bir açı yapacak biçimde eğiliyor, azgın dalgalar güverteyi basıyor ve her şeyi paramparça ediyor. Yeni bir felaket. Gemiyi önden arka direğe kadar sarsan dev dalgalardan biri, kömürlerin bulunduğu bölmeyi parçalıyor. Kömürler, yorgun ve perişan tayfaların üzerine tıpkı siyah dolu taneleri gibi yağıyor ve bir taş darbesi kadar etkili oluyor. Tayfalardan bazıları bu sırada yaralanıyor, bazıları da mutfakta patlayan kazanın sıcak suyunda haşlanıyor. On gün süren bu korkunç fırtına yüzünden tayfalardan biri çıldırıyor, son çare olarak güvertedeki o uğursuz kablonun bir kısmının denize atılması düşünülüyor. Hele şükür kaptan buna karşı çıkıyor ve böyle bir sorumluluğu üstlenemeyeceğini söylüyor. Kaptan haklı çıkıyor. “Agamemnon” pek zor sınavlardan başarıyla geçtikten sonra bu on gün süren fırtınayı da yeniyor ve büyük bir gecikmeyle de olsa kablo döşenme işinin başlanacağı yere varmayı başarıyor ve önceden belirlenen bu yerde öteki gemilerle birleşiyor.
Fakat binlerce kez üst üste sarılmış bu çok değerli ve hassas tellerin, sarsıntılar yüzünden ne kadar çok zarar görmüş olduğu ancak şimdi anlaşılıyor. Birbirine karışan kablonun birkaç yerinde boğumlar oluşmuş ve gutaperkalar da ya aşınmış ya da parçalanmıştır. Fazla iyimser olunmamakla birlikte, kabloyu döşemek için yine de birkaç deneme yapılıyor; fakat bu, aşağı yukarı iki yüz mil uzunluğunda kablonun denizin dibine atılıp yok edilmesine neden oluyor. Bu, sancağı ikinci defa daha indirmek ve vatana zaferle değil, yenilmiş ve onuru kırılmış bir halde geri dönmek demek.
Üçüncü Girişim
Felaket haberini daha önceden almış olan Londralı hisse sahipleri, sözlerine kanıp peşinden gittikleri Cyrus W. Field’ i, beti benzi uçmuş halde bekliyorlar. Yatırılan sermayenin yarısı, bu iki girişimle kaybedildi ve hiçbir sonuç elde edilemedi. Çoğunluğun söylediği şeyi, “Yeter artık!” sözünü anlayışla karşılamamak olası değil. Başkan, geride kurtarılabilecek ne kalmışsa onun kurtarılması görüşünde. Ona göre, kablonun henüz kullanılmamış kısmı gemilerden indirilmeli ve son çare olarak zararına bile olsa satılmalı ve bu ne idüğü belirsiz plandan, okyanusa kablo döşeme işinden bütünüyle vazgeçilmeli. Başkan yardımcısı da bu görüşe katılıyor; bu saçma sapan işle artık ilgilenmek istemediğini göstermiş olmak için de görevden çekildiğini bildiriyor. Fakat Cyrus W. Field’in azim ve hülyasını sarsmaya hiçbir şeyin gücü yetmiyor. Ona göre, hiçbir şey yitirilmiş sayılmaz. Kablo döşeme denemesi çok parlak oldu, yeni bir deneme için elde yeteri kadar kablo var. Donanma hazır bekliyor, tayfalar da çok istekli. Üstelik son girişimde karşılaştıkları kötü havadan sonra, güzel ve rüzgârsız günlerin başlayacağı umulabilir. Yalnızca cesaret, son bir kere daha göze almak gerekiyor. Bu cesaret mutlaka gösterilmeli, yoksa bu şans sonsuzca yitirilebilir.
Hisse sahipleri, gittikçe daha da kararsız: Yatırmış oldukları sermayenin geri kalanını da bu çılgın adama emanet etsinler mi? Fakat güçlü bir istek, her zaman olduğu gibi bütün duraksamaları yeniyor ve Cyrus W. Field, yeni bir girişim için gerekli izni koparıyor. 17 Temmuz 1858 tarihinde, yani felaketle sonuçlanan ikinci girişimden tam beş hafta sonra filo, İngiliz limanından üçüncü kez ayrılıyor.
Böylece, yapılmasına kesin olarak karar verilen bir işin, her zaman gizlilik içinde gerçekleştiği o eski deneyim, bir kez daha kanıtlanmış oluyor. Üçüncü girişim hemen hemen hiçbir ilgi uyandırmıyor. Gemilerin çevresini sarıp şansınız açık olsun diyen ne bir sandal var ne de bir kayık; kıyılarda kimsecikler yok. Ne veda yemeği veriliyor ne ateşli konuşmalar yapılıyor ne de bir rahip, Tanrı’nın yardımını esirgememesini diliyor. Gemiler, sanki karanlığa çıkıyorlarmış gibi ürkek ve sessizce kıyıdan uzaklaşıyorlar. Fakat deniz onları güler yüzle karşılıyor. “Agamemnon” ve “Niagara”, kararlaştırıldığı gibi 28 Temmuz da, yani Queenstown’dan ayrıldıktan tam on bir gün sonra, okyanusun ortasındaki önceden belirlenmiş yere varmayı başarıyor ve büyük işlerine hemen başlıyorlar.
Tuhaf bir durum ortaya çıkıyor. İki gemi kıç kıça vermiş, kablonun iki ucu birbirine perçinleniyor; herhangi bir tören yapılmadan, hatta güvertedekilerin öyle pek ilgisini çekmeden (başarısızlıklar yüzünden hepsi de öyle yorgun ve bitkin ki) demir ve halat, iki geminin arasından denizin derinliklerine, okyanusun henüz hiç araştırılmamış gizemli sularına bırakılıyor. Güverteden güverteye karşılıklı olarak selamlaştıktan ve sancaklar çekildikten sonra, İngiliz gemisi İngiltere’ye, Amerikan gemisi de Amerika’ya doğru yol almaya başlıyor. Gemiler, okyanusun sonsuzluğunda hareket halinde birer nokta gibi birbirlerinden uzaklaşıp gözden kaybolurken, döşenen kablo sürekli bağlantı sağlıyor; insan düşüncesinin başlangıcından bu yana ilk kez olarak iki gemi, rüzgâr ve dalgaları, yer ve uzaklıkları aşıp birbirleriyle anlaşabiliyorlar. Birkaç saatte bir, gemilerden biri, okyanusun derinliğinden gelen elektrik sinyali sayesinde kaç mil yaptığını biliyor ve öteki gemi de, hava koşullarının uygunluğu sayesinde aynı mil uzaklıkta yol katettiğini iletiyor. Böylece bir gün, bir ikinci, bir üçüncü ve bir dördüncü gün geçiyor. Sonunda, 5 Ağustos günü, “Niagara” gemisi, bin otuz mil uzunluğunda kablo döşedikten sonra Neufoundland’ın Trinty Bay ucundan, Amerikan kıyılarını görebildiğini haber veriyor. Aynı şekilde, en azından bin millik kabloyu döşemiş olan “Agamemnon” gemisi de, İrlanda kıyılarını gördüğünü sevinç içinde bildiriyor. İnsanoğlunun dileği ilk kez olarak bir ülkeden öteki ülkeye, Amerika’dan Avrupa’ya erişebiliyor: Ama bu işin başarıyla sonuçlandığını, bu iki gemiden ve tahta barakalarda oturan birkaç yüz insandan başka bilen yok. Bu büyük serüveni çoktan unutmuş olan dünya, henüz bundan habersiz. Ne Neufoundland ne de İrlanda kıyılarında onları bekleyen var. Fakat okyanusa döşenen kablonun karadaki kabloya bağlandığı anda, bütün bir insanlık, bu büyük ve ortak zaferi öğreniyor.
Büyük Ossanna 1
1 İbranice: Şükran. (Çev.)
Yükselen sevinç çığlığı, bulutsuz gökten inen yıldırım gibi yankı yapıyor. Eski ve yeni kıtalar, işin başarıyla sonuçlandığı haberini, ağustos ayının ilk günlerinde ve aynı saatte öğrenmiş oluyorlar. Yaptığı etkiyi anlatmak imkânsız. Sakınımlı bir gazete olarak tanınan Times, başmakalesini bu konuya ayırıyor ve şöyle diyor: “Kolomb’un keşfinden beri insanın eylem alanını böylesine genişleten, bununla boy ölçüşebilen başka hiçbir şey olmadı.” Londra’da herkes, heyecan içinde bu tarihsel olayı konuşuyor. Fakat İngiltere’nin bu haklı sevinci, haberin duyulmasıyla birlikte bütün Amerika” yı bir kasırga gibi saran heyecan ve coşkunun yanında hiç kalır. Bütün işler duruyor, sorular soran, gürültü yapan ve birbirleriyle tartışan bir insan seli, caddeleri dolduruyor. O âna kadar hiç kimsenin tanımadığı bir adam, Cyrus W. Field, bir gece içinde bütün bir ulusun kahramanı oluyor. Field’in ünü, büyük bir hızla yayılıyor, Franklin’i ve Kolomb’u bile gölgede bırakıyor. Bütün kent halkı ve daha yüzlercesi, inancı ve kararlılığıyla, “genç Amerika ile ihtiyar Avrupa’nın evlenmesini sağlayan” adamı görebilmek için yeniden sarsılıyor ve inliyor. Fakat bu çılgınca coşku henüz son düzeyine ulaşmadı; kablonun döşendiği haberinden başka bir bilgi gelmiş değil henüz. Bakalım bu aletle iletişim kurulabilecek mi? Acaba iş gerçekten başarılabildi mi? Müthiş bir manzara bütün bir kent, bütün bir ülke heyecan içinde, bir tek şeye, okyanusu aşacak ilk sözcüğe kulak kabartıyor. İlk konuşacak ve tebriklerini iletecek olanın İngiltere Kraliçesi olduğu biliniyor ve haberin gelmesi sabırsızlıkla bekleniyor Ama kötü bir rastlantı yüzünden Neufoundland yönünde döşenen kablo, hasara uğramış olduğundan günler geçip gidiyor ve Kraliçe Victoria’nın mesajının akşam saatlerinde New York’a varması için 16 Ağustos’a kadar beklemek gerekiyor.
Beklenen haber sonunda geliyor; vakit, gazetelerin resmî bültenlerinde bunu halka duyurmalarına olanak vermeyecek kadar geç olmuştur; haber ancak telgrafhane ve gazete bürolarının duvarlarına asılan ilanlarla duyurulabiliyor. Büyük bir halk topluluğu hemen kente akın ediyor. Elbiseleri parçalanmış, üstleri başları kir pas içinde kalmış gazete satan çocuklar, kalabalığın arasından geçebilmek için büyük çaba harcıyorlar. Haber, bütün tiyatrolarda ve lokantalarda halka duyuruluyor. Telgrafın en hızlı gemiden bile günlerce önce yerine varacağını henüz kafaları almayan binlerce insan, bu barış utkusunun eşsiz gemisi “Niagara”yı selamlamak için Brooklyn Limanı’na hücum ediyor. Ertesi gün, yani 17 Ağustos ta çıkan gazeteler, büyük büyük başlıklarla bu tarihsel olayı anlatıyorlar: “Kablo mükemmel çalışıyor”, “Herkes sevinçten çıldırıyor”, “Bütün kentlerde coşkulu bir heyecan”, “Dünya bu bayramı kutluyor”. Evet, insanlık tarihinde benzeri görülmemiş bir başarı kazanılmıştır: İnsanoğlunun yaratılıp düşünmeye başladığı andan beri bir düşünce, kendi hızı ile okyanusu aştı. Battery’den atılan yüzlerce pare topun gürültüsü, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı’nın, İngiltere Kraliçesi’ni yanıtladığını ilan ediyor. Artık kimsenin kuşkusu kalmadı; akşam olunca on binlerce ışık ve meşale, New York’ u ve bütün öteki kentleri pırıl pırıl aydınlatıyor. Bütün evler ışıl ışıl. Bu arada City Hall’un kubbesinin tutuşmuş olması bile bu sevinç, bu coşku selini pek rahatsız etmiyor. Hemen ertesi gün yeni bir şenlik daha düzenleniyor. “Niagara” gemisi limana gelmiştir ve ulusal kahraman Cyrus W. Field de oradadır. Kablonun geri kalanı, bir tören havasıyla kent içinde dolaştırılıyor, tayfalar karşılanıyor ve ağırlanıyor. Şenlikler, sanki Amerika yeniden keşfedilmiş de bayramını kutluyormuş gibi, Büyük Okyanus’tan ta Meksika Körfezi’ne kadar her kentte, her gün tekrarlanıyor.
Ama, daha gerisi de var! Asıl zafer alayının, Yeni Dünya’ nın şimdiye kadar hiç görmediği biçimde büyük ve görkemli olması gerekiyor. Hazırlıklar tam iki hafta sürüyor ve 31 Ağustos’ta bütün kent halkı, ulusal kahraman Cyrus W Field’i, imparatorlar ve Sezarlar zamanından bu yana zafer kazanmış hiçbir komutana gösterilmemiş bir coşkuyla karşılıyor. Bu güzel sonbahar gününde hazırlanan zafer alayı öyle uzun ki, kentin bir ucundan öteki varabilmeleri için tam altı saat gerekiyor. Rengârenk bayraklarla donatılmış caddelerden, önde sancak ve bayraklarla donatılmış alaylar geçiyor ve onları, sonsuzca akan bir sel gibi, çeşitli müzik toplulukları, dernekler, itfaiye, okullar ve eski muharipler izliyor. Yürüyebilen herkes yürüyor, şarkı söyleyebilen herkes şarkı söylüyor, sevinç gösterisi yapmak isteyen herkes sevinç gösterisi yapıyor. Cyrus W. Field, tarihin utkulu bir komutanı gibi dört atlı bir arabayla en önden geçiyor, “Niagara’nın komutanı bir başka arabada, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı da bir üçüncü araba ile onu izliyorlar. Onların arkasında da belediye başkanları, memurlar ve profesörler var. Söylevler, ziyafetler, fener alayları hiç ara vermeden birbirini izliyor, kilise çanları çalıyor, toplar gümbürdüyor ve gittikçe çoğalan bir coşku seli, şu anda Amerika’nın bu en ünlü ve kendisine tapılan adamın, sonsuzluk kavramını yenen ve iki dünyayı birleştiren bu yeni Kolomb’un, Cyrus W. Field’in çevresini sarıyor.
Lanetleme
Bu bir gün içinde binlerce ve milyonlarca ses, çılgınca eğlendi ve o tarihsel olayı kutladı. Yalnızca bir tek ses, en önemli ses, telgraf sesi, bütün kutlama törenleri boyunca tuhaf suskunluğunu korudu. Zafer alayının ortasındaki Cyrus W. Field, korkunç gerçeğin belki de çoktan farkındadır; okyanusa döşenen kablonun sustuğunu, daha ilk günlerde karışık ve anlaşılması zor sinyaller veren bu kablonun özellikle böyle bir günde son soluğunu verdiğini bilmek ne korkunç. Kablonun işlevini yerine getiremediğini, Neufoundland’daki alıcı cihazın başında bulunan birkaç görevliden başka bilen ve sezen yok koca Amerika’da. Bunlar da, bu coşku ve heyecan karşısında bu acı haberi, şenlik yapan halka duyurmak için günlerce duraksıyorlar. Ama, Avrupa’dan gelen haberlerin gittikçe azalmakta olduğunun herkes farkında. Amerika, artık her saat başı yeni yeni haberlerin okyanusu aşıp geleceğini ummuştu; ne yazık ki böyle olmadı, belirsiz ve denetlenemeyen haberler, o da gecikmeli olarak gelmekte. Kısa zaman sonra da, daha iyi gönderme yapma çabası ve telaşı yüzünden çok fazla elektrik akımı verilmiş ve bunun sonucu olarak da, zaten yetersiz olan kablo bütünüyle bozulmuş diye halk arasında bir söylenti dolaşmaya başlıyor. Yetkililer, arızanın giderileceğini umduklarını söylüyorlar, ancak kablodan gelen sinyallerin, gittikçe daha seyrek, daha pürüzlü ve daha anlaşılmaz olduğunu gizlemek bir süre sonra olanaksız hale geliyor. Özellikle de sevinç sarhoşluğunu izleyen o acılı sabahtan, yani 1 Eylül’den sonra deniz ötesinden ne net bir ses, ne de pürüzsüz bir titreşim geliyor artık.
İnsanlar, büyük hayranlık duydukları ve kendisinden pek çok şey bekledikleri bir adam tarafından sinsice aldatıldıklarını görünce, onu asla bağışlamazlar. Çok övdükleri ve gurur duydukları telgrafın işlevini yerine getiremediği söylentisi doğru çıkar çıkmaz, bütün bir coşku seli birdenbire müthiş bir kızgınlığa dönüşüyor ve suçsuz suçlu, Cyrus W. Field, ağır eleştirilere uğruyor. O, bu kenti, bu ülkeyi ve bütün bir dünyayı aldattı. Telgrafın çalışmadığını baştan beri bildiği halde, kutlamalara engel olmadığı, geçen zamandan yararlanarak kendi hisse senetlerini çok yüksek kârla elden çıkardığı iddia ediliyordu. Daha da kötüsü, en iğrenç iftiralardan bile çekinilmiyordu; Atlas Okyanusu’na döşenen kablonun hiçbir zaman doğru dürüst işlemediğini, geldiği söylenen haberlerin yalan dolan olduğunu ve İngiltere Kraliçesi’ nin telgrafının bile önceden kaydedilmiş bir metin olduğunu, asla bu kabloyla ulaştırılmadığını söyleyecek kadar ileri gidiliyordu. Söylentilere göre, kablonun döşendiğinden bu yana geçen süre içerisinde Avrupa’dan anlaşılabilir tek bir haber gelmiş değildir ve yetkililer de, ya tahmin yoluyla ya da bölük pörçük işaretleri bir araya getirerek uydurma telgraflar yaratmışlardır. Olay, tam bir rezalete dönüşüyor. En çok köpürenler de, daha dün en çok şenlik yapanlar ve onu ilahlaştıranlar oluyor. Bütün bir kent, bütün bir ülke, bu taşkın heyecan ve düzenlenen vakitsiz kutlama şenliklerinden dolayı utanıyor. Cyrus W. Field, bütün bu kızgınlığın odak noktası. Daha dün ulusal kahraman ilan ettikleri ve Franklin’in kardeşi, Kolomb’un ardılı yaptıkları bu adam, şimdi, bir zamanki dostlarından ve hayranlarından kaçmak ve bir cani gibi gizlenmek zorunda kalıyor. Bir tek gün her şeyi başardı ve yine bir tek gün her şeyi berbat etti. Yenilgi müthiş oldu. Sermaye battı, güven duygusu yok oldu ve artık hiçbir işe yaramayan kablo ise, yeryüzünün çevresini dolaşan o efsanevi Midgrad yılanı gibi, okyanusun sonsuz derinliklerinde yatıyor.
Altı Yıllık Susuş
Yazgısına terk edilmiş bu kablo, tam altı yıl hiçbir işe yaramadan okyanusun derinliklerinde yatıyor ve bütün bu geçen süre boyunca birbirinin nabzını dinlemiş olan iki kıta arasında tam altı yıl, yine o eski soğukluk hüküm sürüyor. Bir an için soluğunu duyacak ve birkaç yüz sözcük söylenecek kadar birbirine yaklaşmış bulunan Amerika ve Avrupa, binlerce yıldan beri olduğu gibi aşılması zor bir mesafe yüzünden yine birbirinden ayrı kalıyor. Gerçekleşmek üzere olan bir plan, on dokuzuncu yüzyılın bu müthiş girişimi yine bir efsane, yine bir mit oldu. Yarı yarıya başarılmış bulunan bu projeyi tamamlamayı kimseler düşünmüyor; bu müthiş yenilgi, insanlarda çalışma gücü ve heyecan bırakmadı. Amerika’da halk, Güney ve Kuzey arasındaki iç savaş yüzünden bu konuyla hiç ilgilenmiyor; gerçi İngiltere’de zaman zaman komite toplantıları yapılıyor, ama bir denizaltı kablosu döşenebileceği konusunda anlaşabilmeleri iki yıl sürüyor. Fakat bu akademik görüşün yaşama geçirilmesi için uzunca bir yol katetmek gerekiyor, bu yolu geçmeyi kimse düşünmüyor, bütün çalışmalar, denizin dibinde yatan kablo gibi altı yıl hareketsiz kalıyor.
Fakat bu altı yıl, insanlık tarihinde çok küçük bir an bile olsa, elektrik enerjisi gibi yeni bir bilim dalında bin yıla eşittir. Hemen her yıl, hatta her ay bu alanda yeni yeni buluşlar ortaya konuluyor. Dinamolar, gittikçe daha güçleniyor, daha hassaslaşıyor; kullanım alanı gittikçe çoğalıyor, elektrikli aletler de gittikçe daha düzenli çalışıyor. Artık bütün kıtaların karaları telgraf ağı ile örülmüş bulunuyor Akdeniz aşılmış, Afrika ile Avrupa birleşmiştir. Böylece Atlas Okyanusu na kablo döşeme planı, yıldan yıla ve hiç farkında olunmadan büyüleyiciliğini yitirmiş bulunuyor. Girişimin yenileneceği an, yazgı ânı, gelip çatıyor; yalnızca bu eski planı yeni bir coşkuyla canlandırıp bu yarım kalmış projeyi tamamlayacak olan adam eksik.
Bu adam, birdenbire ortaya çıkıyor; uğradığı saldırıların, aşağılanmaların ve yıllarca süren sessiz sürgün yaşamının neden olduğu acıların altından silkinip kalkmasını bilen, inanç ve güven duygusunu hiç kaybetmemiş bu adam, Cyrus W. Field’in ta kendisidir. Field, otuz ikinci defa okyanusu geçti, yeniden Londra’da göründü ve eski imtiyazını altı yüz bin sterlinlik yeni bir sermaye artırımı ile sağlamlaştırmayı başardı. Çoktan beri düşlenen dev gemi, Londralı mühendis Isambar Brunel tarafından yapılan, o muazzam yükü tek başına taşıyabilecek olan dört bacalı, yirmi iki bin tonluk ünlü “Great Eastern” gemisi de sonunda hazır. Mucizeler birbirini kovalıyor ve 1865’li yıllara göre çok büyük sayılan ve işsiz duran bu geminin satın alınıp yeni girişim için hazırlanması, iki gün içinde gerçekleşiyor.
Önceleri pek güç olan her şey, artık kolaylaştı. Yeni bir kabloyu yüklemiş olan bu dev gemi, 23 Temmuz 1865 tarihinde Themse’den ayrılıyor. İlk girişim başarısızlıkla da sonuçlansa, hedefe varmaya iki gün kala kabloda oluşan bir çatlak yüzünden kablo döşeme işi başarılamasa ve doymak bilmeyen okyanus, bir kez daha altı yüz bin sterlini de yutsa, bilim ve teknik, insanlara güven verecek, cesareti elden bıraktırmayacak kadar gelişmiştir. 13 Temmuz 1866 tarihinde yeniden yola çıkan “Great Eastern”in ikinci yolculuğu zaferle sonuçlanıyor ve Avrupa ile yapılan konuşma bu defa pürüzsüz ve berrak oluyor. Bundan birkaç gün sonra eski kablo da bulunuyor ve böylece, Eski ve Yeni Dünya, hem de iki kablo ile birleşiyor ve bir tek dünya haline geliyor. Dünün mucizesi bugünün gerçeği oldu ve şu andan itibaren yeryüzünün kalbi aynı anda çarpıyor; kendi yaratıcı gücüyle tanrılaşan insanlık, yeryüzünün bir ucundan öteki ucuna kadar kendini dinleyerek, kendini görerek, kendini anlayarak yaşamaktadır artık. Eğer insanlık, bu büyük birliği sürekli bozmaya çalışmamış, kendisine yaşama egemen olma gücü vermiş olan araçlarla kendi kendisini yok etme çılgınlığına kapılmamış olsaydı, mekâna ve zamana karşı yarışta kazandığı zaferle sonsuzca mutlu olurdu.
Stefan Zweig
İNSANLIĞIN YILDIZININ PARLADIĞI ANLAR
ON İKİ TARİHSEL MİNYATÜR
DENEME
Almanca aslından çeviren: KASIM EĞİT
CAN YAYINLARI