Giriş
Leo Tolstoy 1890 yılında, ölümüyle yarım kalacak olan ve “Karanlıkta Bir Işık” başlığıyla yayınlanıp sahnelenen bir tiyatro yapıtı, kendi yaşamını yansıtacak bir dram yazmaya başladı. Bu yarım kalmış dram (daha ilk sahne bunu açığa vurur), Tolstoy’un evinde yaşadığı kendi dramının büyük bir açıklıkla anlatılmasından başka bir şey değildir ve şairin bunu, tasarladığı bir kaçışı haklı göstermek ve aynı zamanda da karısını bağışlamış olmak için yazdığı açıktır; büyük bir ruhsal çöküntü içindeki bir insanın manevi dengesini en iyi biçimde yansıtan bir yapıttır bu.
Tolstoy, kendisine çok benzeyen Nikolai Michelajewitsch Sarynzew’in kişiliğine bürünmüştür, ancak yapıtta geçen olayların büyük bir bölümü hayal ürünüdür, gerçekle hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Tolstoy’un, bu dramı yaşamsal sorunlarından kurtulmak için yazdığına kuşku yoktur. Ama Tolstoy, ne yapıtında ne yaşamında ne o 1890 yılında ne de on yıl sonra, 1900’de, bir karara, bir sonuca varacak cesareti bulabiliyor kendisinde. Yazgısına teslim olmuş, ellerini Tanrıya kaldırıp içindeki acıya bir son vermesi için ondan yardım isteyen bir insanın müthiş bir çaresizlik içinde son bulan yaşamının anlatıldığı bu yapıtı, yarım kaldı.
Tolstoy, dramının eksik kalmış son perdesini tamamlamayı hiç düşünmedi, ama bundan çok daha önemlisini yaptı: Onu yaşadı. 1910 yılı Ekim ayının son günlerinde, çeyrek yüzyıl süren bu kararsızlık dönemi sona erdi ve bunalım, Tolstoy’un kurtuluşu oldu: Şair, kendisiyle dramatik bir hesaplaşmadan sonra kaçıp kurtuluyor, hem de yazgısına yakışır o güzel, o eşsiz ölümü bulmak üzere, tam zamanında kaçıp kurtuluyor.
Şu anda bana hiçbir şey, dramın yaşanılmış sonunu, yarım kalmış yapıta eklemek kadar olağan görünmüyor. Bu işi, gerçeklerin ve belgelerin ışığı altında, tarihe bağlı ve saygılı kalarak yapmaya çalıştım. Bunu yaparken de, Tolstoy’un bir itirafından yola çıktım, ancak bu itirafın özüne dokunmak ve değer yargısında bulunmak gibi bir aşırılıktan kaçınmasını bildim; yapıta, kendimden bir şey katmadım, ona hizmet etmek istedim yalnızca. İşte bu yüzden benim burada yazmaya çalıştığım şey, bir eksikliği tamamlama değil, yarım kalmış bir yapıt ve çözümlenmemiş bir anlaşmazlık, bir iç çatışma için yazılmış bir sondeyiştir; asıl amacım, o yarım kalmış drama bir son vermek, onu yüceltmektir. Böylece, bu onurlu iş için gösterdiğim zahmetin karşılığı da yerine getirilmiş olacaktır. Oynanması olasılığına karşı şunu özellikle belirtmek isterim ki, bu sondeyiş, “Karanlıkta Bir Işık”tan tam altı yıl sonra geçmektedir ve bu, Tolstoy rolünü üstlenecek olanın davranışlarında özellikle göz önünde bulundurulması gereken bir durumdur. Yaşamının son yıllarına ait resimleri, hele Tolstoy’u Şamardino Manastırı’nda kız kardeşinin yanında gösteren o güzel fotoğrafı ile ölüm döşeğinde çekilmiş fotoğrafları çok iyi örneklerdir, bunlardan yararlanılabilir. Şairin çalışma odasını da, insanın yüreğini parçalayan bir sadelik ve tarihe saygılı olarak düzenlemek gerekir. Sahne tekniği bakımından (Tolstoy’u, Sarynzew’in arkasına gizlemeyen ve onu gerçek adıyla gösteren) bu sondeyişin, uzunca bir aradan sonra, “Karanlıkta Bir Işık” adlı bu yarım kalmış dramın dördüncü perdesine eklenmesi dileğimdir. Bunun, asıl yapıttan ayrı olarak sahnelenmesini hiç düşünmedim.
Kişiler
Leo Nikolayeviç Tolstoy (yaşamının 83’üncü yılında)
Sonya Andreyevna Tolstoy, karısı
Aleksandra Livovna (Saşa diye çağrılır), kızı
Sekreter
Duşan Petroviç (Aile doktoru ve Tolstoy’un dostu)
İvan İvanoviç Osoling (Astapova İstasyon Şefi)
Kyril Gregoroviç (Astapova Polis Müdürü)
Birinci Üniversiteli
İkinci Üniversiteli
Üç Yolcu
İlk iki sahne. 1910 yılı Ekim ayının son günlerinde, Yasnaya Polyana’daki çalışma odasında, son sahne de, 31 Ekim 1910 tarihinde Astapova İstasyonu’nun bekleme salonunda geçer.
BİRİNCİ SAHNE
1910 Ekim sonu, Yasnaya Polyana
Tolstoy’un çalışma odası, sade ve süssüz, tıpkı gördüğümüz o fotoğraftaki gibi. Sekreter, iki üniversiteliyi odaya getirir. Ruslara özgü bir biçimde yakaları kapalı kara gömlekler giymişler; her ikisi de genç ve y üz hatları keskin. Davranışlarından, kendilerine çok güvendikleri belli, çekingenlikten çok, iddialı bir halleri var.
SEKRETER: Oturunuz lütfen. Leo Tolstoy sizi çok bekletmeyecektir. Yalnız sizden bir ricam var, yaşlı olduğunu aklınızdan çıkarmayın! Tolstoy tartışmayı çok sever ve yorulduğunu çoğunlukla unutur.
BİRİNCİ ÜNİVERSİTELİ: Leo Tolstoy’a soracak çok az şeyimiz var; yalnızca bir tek soru soracağız, kuşkusuz bizim için ve kendisi için çok önemli bir soru. Özgürce konuşabilmek koşuluyla, yanında fazla kalmayacağımıza söz veririm.
SEKRETER: Çok güzel. Ne kadar az biçimci olursanız, o kadar iyi olur. Kendisine asla unvanıyla hitap etmeyiniz, o bundan hiç hoşlanmaz.
İKİNCİ ÜNİVERSİTELİ: (Gülerek) Kaygılanmanıza gerek yok, bizden belki her şeyi bekleyebilirsiniz, ama bunu asla!
SEKRETER: İşte merdivenlerden yukarı çıkıyor. ( Tolstoy, hızlı ve aynı zamanda düzenli adımlarla odaya girer. Yaşına göre canlı ve sinirlidir. Konuşurken, elinde ya bir kalemle oynar ya da bir kâğıt parçasını buruşturur. Hızla üniversitelilere yaklaşır, ellerini sıkar ve kısa bir an her ikisini de sert ve ısrarlı bakışlarıyla süzer; daha sonra karşılarındaki maroken koltuğa oturur.)
TOLSTOY: İkiniz de komite tarafından gönderildiniz, değil mi? (Önündeki mektupta bir şeyler araştırır.) Adlarınızı unuttuğum için beni bağışlayın.
BİRİNCİ ÜNİVERSİTELİ: Adlarımızı önemsememenizi rica ederiz. Biz buraya yüz binlerin adına gelen iki kişiyiz yalnızca.
TOLSTOY: (Yüzüne sert bakarak) Yanıtlamamı istediğiniz herhangi bir sorunuz var mı?
BİRİNCİ ÜNİVERSİTELİ: Bir tek sorumuz var.
TOLSTOY: (İkinci üniversiteliye) Ya siz?
İKİNCİ ÜNİVERSİTELİ: Ben de aynı soruyu soracağım. Bizim hepimizin, bütün devrimci Rus gençliğinin size soracak bir tek sorusu var, Leo Nikolayeviç Tolstoy. Bunun dışında soracak başka sorumuz yok. O da şu: Niçin bizimle değilsiniz?
TOLSTOY: (Çok sakin) Öyle sanıyorum ki bunu, kitaplarımda ve yayınlanmış mektuplarımda açıkça dile getirmiş bulunuyorum. Bilmem, kitaplarımı okudunuz mu?
BİRİNCİ ÜNİVERSİTELİ: ( Heyecanlanarak ) Kitaplarınızı okuyup okumadığımızı mı soruyorsunuz, Leo Tolstoy? Bize böyle sorular yöneltmeniz doğrusu çok tuhaf. Okumak da ne demek, çocukluğumuz sizin kitaplarınızı okumakla geçti, büyüyüp delikanlı olunca da yüreğimizi ateşleyip bizi coşturan yine siz oldunuz. Mal ve mülk paylaşımındaki haksızlığı bize sizden başka kim öğretti ki? Evet, sizin kitaplarınız, yalnızca sizin kitaplarınız bizleri, yürekten bağlı bulunduğumuz devletten, kiliseden ve bir hükümdardan, insanları koruyacağı yerde onlara haksızlık yapılmasını kolaylaştıran bir hükümdardan kopardı. Evet, bu yanlış düzeni kökünden yıkmak için bizleri yüreklendiren, kendimizi bütünüyle bu işe vermeye yönelten yalnızca siz oldunuz…
TOLSTOY: (Sözünü kesmek isteyerek şöyle der) Ama zor kullanarak değil…
BİRİNCİ ÜNİVERSİTELİ: (Tolstoy’un sözünü keserek) Bunları konuşup tartışmaya başladığımız günden beri, size karşı beslediğimiz güveni hiç kimseye duymadık. Bu haksızlığı kim ortadan kaldıracak diye kendi kendimize sorduğumuzda hemen şu yanıtı veriyorduk: O! Kim günün birinde çıkıp da bu alçaklığa bir son verecek diye sorduğumuz zaman da yine hep şu yanıtı veriyorduk: O, Leo Tolstoy, bu işin üstesinden gelecek. Bizler, sizin öğrencileriniz, sizin uşaklarınızdık ve öyle sanıyorum ki, o zamanlar bir tek el hareketiniz uğrunda canımızı seve seve verirdik. Eğer bu eve biriki yi önce girmeme izin verilseydi, önünüzde tıpkı bir azizin önünde eğiliyormuş gibi saygıyla eğilmiş olacaktım. İşte Leo Tolstoy, siz bizim için, bizim gibi yüz binlerce genç ve bütün bir Rus gençliği için, birkaç yıl öncesine kadar böylesine değerli, böylesine saygın biriydiniz, fakat o zamandan beri bana ve benim gibi binlerce gence uzaksınız ve neredeyse karşıtımız oldunuz.
TOLSTOY: (Yumuşayarak) Sizlere bağlı kalmak için ne yapmam gerekirdi, dersiniz?
BİRİNCİ ÜNİVERSİTELİ: Size akıl öğretmek küstahlığında bulunacak değilim. Sizi bizden, bütün Rus gençliğinden uzaklaştıran şeyin ne olduğunu kendiniz de biliyorsunuz.
İKİNCİ ÜNİVERSİTELİ: Bunu bizim söylemek istemeyişimizin nedeni, davamızın bir nezaket kuralını yerine getirmekten çok daha önemli oluşudur. Ama hükümetin uyguladığı baskı rejimi ve işlediği inanılmaz cinayetler karşısında gözlerinizi açmalısınız ve daha fazla yumuşak davranmamalısınız. Artık yazı masasından kalkıp devrimcilerin saflarına katıldığınızı açıkça göstermelisiniz. Leo Tolstoy, hareketimizin ne kadar vahşice ezildiğini biliyorsunuz ve şu anda hapishanelerde çürüyen tutuklu sayısı, bahçenizdeki yapraklardan daha çok. Siz bütün bunları görüyorsunuz ve söylendiğine göre, zaman zaman da, bir İngiliz gazetesinde insan yaşamının kutsallığı hakkında bir makale yazıyormuşsunuz herhalde. Fakat bu kanlı terör karşısında bugün artık sözcüklerin bir işe yaramayacağını siz kendiniz de biliyorsunuz. Köklü bir değişimin, bir devrimin artık zorunlu hale geldiğini ve yalnızca sözlerinizle bile bu devrim için bir ordu oluşturabileceğinizi bizim kadar siz de biliyorsunuz. Bizleri devrimci yapan sizsiniz; ama şimdi, tam bize yardımcı olacağınız bir anda, geleceğinizi düşünerek bizden ayrılıyorsunuz ve bu tutumunuzla da baskı düzenini onaylamış oluyorsunuz.
TOLSTOY: Hiçbir zaman baskı düzenini onaylamadım, hiçbir zaman. Sırf bu zalimlerin cinayetleriyle savaşmak için otuz yıldan beri görevimden ayrılmış bulunuyorum. Otuz yıldan beri sizler daha doğmamıştınız sizden çok daha radikal olarak, yalnızca durumun düzeltilmesini değil, tersine sosyal devletin kurulmasını ve toplumsal ilişkilerin yeni baştan düzenlenmesini istiyorum.
İKİNCİ ÜNİVERSİTELİ: (Tolstoy’un sözünü keserek) Peki, ne sonuç aldınız? Otuz yıldan beri hangi isteğiniz yerine getirildi, bizlere hangi haklar verildi? Önerinizin karşılığı Duhoborçların kırbaçlanması ve göğüslerine sıkılan altı kurşun olmadı mı? O iyi niyetli ve yumuşak önerileriniz, kitaplarınız ve broşürlerinizle Rusya’da ne daha iyi oldu ki? Halka sabır ve itidal telkin edip bin yıllık devlete güvenmeleri gerektiğini söyleyerek, o zalimlere yardım etmiş olmuyor musunuz? Hayır, Leo Tolstoy, bu zalim yöneticilere sevgi ve kardeşlik duygularıyla yaklaşmanızın, hatta onlarla meleklerin diliyle konuşmanızın hiçbir yararı yok! Bu çar uşakları, bizim kararlı yumruklarımızı enselerinde hissetmedikçe, İsa’nızın hatırına bile olsa, ceplerinden tek bir ruble çıkarmayacaklar ve en ufak bir ödün vermeyeceklerdir. Sizin kardeşlik sevginizi göstermenizi halk yeterince bekledi, ama daha fazla beklemek istemiyoruz, hareket saati geldi artık.
TOLSTOY: (Çok öfkeli) Biliyorum, hatta el ilanlarınızda bile buna “kutsal hareket” diyorsunuz, “kin tohumları ekecek” kutsal hareket. Ama ben kin yanlısı değilim ve öyle olmak da istemiyorum, hatta halkımıza karşı suç işlemiş ve günaha girmiş olanlar için bile. Çünkü kötülük yapan insan, kötülük yüzünden acı çekenden daha bahtsızdır. Ben onun acısını paylaşırım, fakat ondan nefret etmem.
BİRİNCİ ÜNİVERSİTELİ: (Öfkeli) Ama ben onlardan, insanlığa haksızlık yapanların hepsinden nefret ederim. Onlar benim gözümde birer canavardır. Hayır, Leo Tolstoy, hayır, bu eli kanlı katillere karşı merhametli olmamı beklemeyin benden.
TOLSTOY: Katil de benim kardeşimdir.
BİRİNCİ ÜNİVERSİTELİ: Benim kardeşim, anamın öz çocuğu da olsa, insanlığa acı çektiren herkesi, azgın bir köpek gibi parçalar ve ezerim. Hayır hayır, bu zalimlere artık acımamak gerek! Çarların ve baronların cesetleri toprağın altına girmedikçe Rus toprakları üzerinde huzur olmayacak; bu zorbaların ellerinden zorla almadıkça, insan onuruna yakışır hakça bir düzen kurulamayacaktır.
TOLSTOY: İnsan onuruna layık hiçbir düzen zor kullanarak kurulamaz. Silaha başvurur vurmaz, başka bir dikta rejimi kurmuş olursunuz ve böylece, yok etmek istediğiniz insanları yüceltirsiniz.
BİRİNCİ ÜNİVERSİTELİ: Ama gücü elinde bulunduranlara karşı kullanılacak tek silah, onların bu gücünü yok etmektir.
TOLSTOY: Haklısınız, ama kendinizin bile onaylamadığı bir yöntemi asla uygulayamazsınız. Şuna inanmalısınız ki, gerçek kudret, zorbalığa zorbalıkla karşılık vermez, yumuşaklıkla onun gücünü etkisizleştirir. İncil’de yazar ki…
İKİNCİ ÜNİVERSİTELİ: (Sözünü keserek) Bırakın şimdi şu İncil’i. Bizim papazlar, halkı uyuşturmak için bu İncil’ den kanyak yapalı çok oldu. Sizin İncil’de yazılı dediğiniz şey, iki bin yıl önce vardı ve o zaman bile hiç kimseye yararı dokunmamıştı, yoksa dünyamız böyle kan ve yoksulluğa mahkûm olmazdı. Hayır, Leo Tolstoy, hayır, sömürülenlerle sömürenler, efendilerle uşaklar arasındaki uçurumu, İncil’de yazılı olanlarla ortadan kaldırmak bugün artık olası değil, bu iki uç arasındaki yoksulluk diz boyu. Yüzlerce, hatta binlerce inanç dolu ve yardımsever insan, bugün Sibirya’da zindanlarda çürüyor, yarın ise bunların sayıları binleri, on binleri bulacak. Şimdi sorarım size, bir avuç suçlu yüzünden, bu milyonlarca suçsuz insan, acı çekmeyi sürdürmeli mi gerçekten?
TOLSTOY: (Söylediklerini toparlayarak) Bir daha kan akmaktansa, acı çekmeleri daha iyi; özellikle suçsuz yere acı çekenler, haksızlık karşısında daha duyarlı ve daha insancıl oluyor.
İKİNCİ ÜNİVERSİTELİ: : (Çok öfkeli) Rus halkının yüzlerce yıldan beri çektiği bu acıyı iyi buluyorsunuz demek? Öyle ise, Leo Tolstoy, hapishanelere gidin de kırbaçlananlara, açlığa mahkûm edilmiş köylülere ve kentlilere acı çekmek nasılmış bir sorun bakalım?
TOLSTOY: (Öfkeli) Kuşkusuz sizin başvuracağınız şiddet eyleminden çok daha iyi. Bombalarınızla ve silahlarınızla bu dünyadaki kötülükleri ortadan kaldırabileceğinize gerçekten inanıyor musunuz? Hayır hayır, o zaman kendinize de kötülük yapmış olacaksınız; şunu bir kez daha tekrar edeyim ki, bir inanç için acı çekmek, o inanç uğruna adam öldürmekten yüz kere daha iyidir.
BİRİNCİ ÜNİVERSİTELİ: (Aynı şekilde öfkeli) Peki, Leo Tolstoy, mademki acı çekmek bu kadar iyi ve insan ruhunu rahatlatan bir şey, o halde siz kendiniz neden acı çekmiyorsunuz? Niçin hep inançları uğruna acı çeken insanları övüyorsunuz ve köylülerimiz paçavralar içinde dolaşırken gözlerimle gördüm, buz gibi kulübelerde yarı aç, soğuktan titreşirken, siz niçin kendi sıcak evinizde oturup gümüş takımlarla yemek yiyorsunuz? Sizin öğütleriniz yüzünden eziyet çeken Duhoborçlar yerine neden kendinizi kırbaçlatmıyorsunuz? Niçin bu soylu evinizi terk edip rüzgâr, soğuk ve yağmur altındaki o yoksulluğu, iyi olduğunu söylediğiniz o sefaleti yerinde görmek için halkın arasına girmiyorsunuz? Kendi öğütlerinize göre davranacağınız yerde neden hep konuşmakla vakit geçiriyor, örnek olacak bir davranış içinde olmuyorsunuz?
TOLSTOY: (Yumuşamıştır. Sekreter, üniversitelinin üzerine yürüyerek, onu ciddi biçimde uyarmak ister, ama Tolstoy bu arada kendisini toplamıştır ve sekreteri tatlılıkla bir kenara iter.) Bırakın onu! Bu delikanlının vicdanıma yönelttiği soru yerinde, hem de çok yerinde ve mutlaka sorulması gereken bir soru. Bu sorunun yanıtını açık yüreklilikle vermeye çalışacağım. (İleriye doğru kısa bir adım atar, duraksar, kendisini toplar, sesi boğuk ve titrektir.) Bana, verdiğim öğüt ve sözlerim doğrultusunda acıyı niçin kendimin çekmediğini soruyorsunuz? Bu sorunuzu size büyük bir utanç içinde yanıtlıyorum: Eğer şimdiye kadar en kutsal görevimden kaçtıysam, bu, korkağın biri, değersizin biri ya da ikiyüzlü biri olmamdan ileri geliyordu. Yüreği beş para etmez alçağın biriyim ben, çünkü Tanrı bana bugüne kadar, kaçınılması olanaksız olan şeyi yapacak gücü vermedi. Genç adam, söylediğiniz sözlerle vicdanımın sesini dinlememi sağladınız. Yapmam gerekenin binde birini bile yapamadığımı biliyorum ve utanarak ifade ediyorum ki, bu evin ihtişamını ve yaşamımın bu alçaltıcı, bu günahkâr yanını terk etmek ve sizin de değindiğiniz gibi, tıpkı bir hacı gibi yollara düşmek benim için kutsal bir görev olmalıydı. Şu anda, bütün ruhumla utanmaktan ve günahlarım karşısında utancımdan başımı yere eğmekten başka verecek yanıt bulamıyorum. (Üniversiteliler birer adım geri çekilirler, şaşkınlık içinde susmaktadırlar. Kısa bir an için herkes dilini yutmuş gibidir. Sonra Tolstoy, gittikçe yavaşlayan bir sesle devam eder.) Ama belki de… evet belki de yine de acı çekiyorum. Belki de, insanlara verdiğim öğüt ve sözleri yerine getirecek kadar güçlü ve dürüst olmadığım için acı çekiyorum. Belki de bedenimdeki müthiş acılardan çok, vicdanımdaki bu acıyı çekiyorum ve belki de, Tanrı’nın bana reva gördüğü bu işkence ve kendi evimi bana zindan edişi, hapse atılıp ayaklarıma zincir vurulmaktan daha acı verici. Ama haklısınız, yalnızca beni ilgilendiren bu acının kime ne yararı var ki, bununla övünmemin hiçbir anlamı yok.
BİRİNCİ ÜNİVERSİTELİ: (Biraz utanmış bir halde) Ateşli konuşmam sırasında kişiliğinize saldırıda bulunduysam, bağışlamanızı dilerim, Leo Nikolayeviç Tolstoy.
TOLSTOY: Hayır hayır, size teşekkür borçluyum! Biz insanlara vicdanımızın sesini dinlemeyi öğreten birisi, bunu isterse yumrukla yapmış olsun, bize iyilik yapmış demektir. (Yeniden sessizlik olur. Tolstoy, sakin bir ses tonuyla devam eder) Soracak başka sorunuz var mı?
BİRİNCİ ÜNİVERSİTELİ: Hayır hayır, tek bir sorumuz vardı, onu da sormuş olduk. Bizden yardımınızı esirgemenizin hum Rusya hem de bütün bir insanlık için bir bahtsızlık olduğunu sanıyorum. Hiç kimse bu kökten değişikliği, bu devrimi artık durduramaz, bu devrim dünyadaki bütün devrimlerden daha korkunç olacak. Bu devrimi gerçekleştirecek olanlar, demir gibi sağlam, kararlı ve gözü pek kimseler olacak. Eğer siz başımıza geçmiş olsaydınız, bu örnek davranışınızla milyonları peşinizden sürüklemiş olurdunuz ve daha az kurban vermiş olurduk.
TOLSTOY: Ölümünden sorumlu olduğum tek bir insan bile olsaydı, bunun hesabını vicdanıma veremezdim. (Alt kattan bir gong sesi duyulur.)
SEKRETER: (Konuşmayı kesmek için Tolstoy’a seslenir.) Öğle yemeği için gong çaldı.
TOLSTOY: (Acı bir sesle) Evet, yemek yemek, çene çalmak, yine yemek yemek, uyumak, dinlenmek ve arkasından yine çene çalmak; anlamsız yaşamımızı böyle geçiriyoruz işte. Ama bu sırada başkaları çalışmakta ve Tanrı ya olan kulluk görevlerini yerine getirmektedirler. (Yeniden delikanlılara döner.)
İKİNCİ ÜNİVERSİTELİ: O halde isteğimizi geri çevirdiğinizden başka hiçbir haber götüremeyeceğiz dostlarımıza. Bize cesaret verecek, bizi destekleyecek hiçbir sözünüz yok mu?
TOLSTOY: (Üniversitelinin yüzüne dikkatle bakar, düşünür.) Dostlarınıza benim adıma şunları söyleyin: Rusya’nın genç insanları, sizi seviyor ve size saygı duyuyorum; çünkü sizler kardeşlerinizin yaşam koşullarını düzeltmek için kendi yaşamınızı tehlikeye atacak kadar onların acılarını paylaşıyorsunuz. (Ses tonu sertleşir.) Ama benden daha fazlasını beklemeyiniz, sizler bütün insanları sevmeyi, onlarla kardeş olmayı reddettiğiniz sürece, ben de sizlerle birlikte olmayı reddediyorum.
(Üniversiteliler susarlar. Daha sonra İkinci Üniversiteli, kararlı davranışlarla öne çıkar ve sert bir tonla başlar.)
İKİNCİ ÜNİVERSİTELİ: Bizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz, bize karşı açık ve dürüst davrandığınız için de teşekkür ediyoruz. Bir daha karşınıza çıkacağımızı sanmıyorum, ne olur bana, şu karşınızda duran tanımadığınız insana, tek bir veda sözü etmesine izin verin. Size açıkça şunu söylemek isterim ki Leo Tolstoy, insanlar arasındaki ilişkilerin yalnızca sevgi ve kardeşlikle düzeltilebileceğini sanmakla çok yanılıyorsunuz. Sizin söylediğiniz şeyler, sadece zenginler ve kaygısızlar için geçerlidir. Ama çocukluklarından beri hep açlık çeken ve bütün yaşamlarını efendilerinin baskısı altında geçirmek zorunda kalanlar, bu sevgi ve kardeşlik bağlarını Tanrı’nın yere indirmesini bekleyemeyecek kadar yorgundurlar ve kendi yumruklarına güvenmeyi tercih edeceklerdir. Ölümünüzden önce size şunu söylemek isterim ki, Leo Tolstoy, dünya yine kana boğulacak, sadece efendiler değil, bir daha insanlık suçu işlememeleri için bu efendilerin çocukları da öldürülecek, parça parça edilecektir. Nasıl yanılmış olduğunuzu gözlerinizle görmek size kısmet olsun! Bunu bütün kalbimle diliyorum. Tanrı size huzurlu bir ölüm versin!
(Tolstoy, delikanlının bu sert ve ateşli sözleri karşısında geriler. Daha sonra kendini toplar, delikanlıya doğru yürür ve çok sade bir dille şunları söyler)
TOLSTOY: Size özellikle bu son söyledikleriniz için teşekkür ederim. Bana, otuz yıldan beri özlemini çektiğim bir şeyi, Tanrı ve bütün insanlarla barışık, huzurlu bir ölümü dilediniz. (Üniversiteliler; eğilip Tolstoy’u selamlarlar ve çıkarlar; Tolstoy, uzun süre onların arkasından bakar, sonra heyecanlı heyecanlı bir aşağı bir yukarı dolaşır ve sekreterine döner.) Bu Rus gençleri ne harika, ne yürekli, ne onurlu ve ne güçlü delikanlılar! İşte benim altmış yıl önce Sivastopol önünde tanıdığım gençlik böyleydi, tıpkı şu andaki gibi özgür ve sert bakışlarla ölüme gidiyorlardı. Bir hiç uğruna ölmeye hazırdılar, o gencecik, o pırıl pırıl, o körpe yaşamlarını, önemsiz işler, anlamsız sözler ve gerçeğe uzak bir düşünce uğruna feda etmek için sadece sevgi yetiyordu. Evet, bu Rus gençliği, eşsiz olduğunu her zaman göstermiştir. Ama şimdi ise, bütün bu ateş, bütün bu kararlılık kutsal bir görevmiş gibi sadece kine ve insanları öldürmeye hizmet ediyor! Ama yine de bana iyilik ettiler! Bu iki genç benim gözlerimi açtı, çünkü söyledikleri doğru; artık bu zaaftan kendimi kurtarıp verdiğim öğüt ve sözler doğrultusunda harekete geçmem gerekli. Şurada ölümüme iki adım kalmış ve ben hâlâ duraksıyorum! Gerçek, sadece gençlikten, evet sadece gençlikten öğreniliyormuş meğer!
(Kapı açılır ve Kontes hızla içeri girer; sinirli ve telaşlıdır. Davranışlarında bir tedirginlik vardır. Gözlerini, içerideki eşyalar üzerinde rasgele dolaştırmaktadır. İçinde duyduğu tedirginlik yüzünden perişan bir durumdadır, konuşurken kafasının başka bir yerde olduğu çok belli. Sanki orada oturan sekreter bir insan değilmiş gibi, onu hiç umursamaz ve sadece kocasıyla konuşur. Hemen arkasından kızı Saşa içeri girer; annesinin davranışlarını kontrol etmek için arkasından gelmiş bir hali vardır.)
KONTES: Öğle yemeği saati geldi ve geçiyor. “Daily Telegraph”ın yazarı, yarım saattir senin şu ölüm cezasına karşı çıktığın makaleni istiyor ve sen bu iki aptal oğlan yüzünden kendisini bekletiyorsun. Ah, bu terbiyesiz, bu kaba halk! Uşak, daha yukarı çıkmadan, geleceğinizi Kont’a haber vermiş miydiniz diye sorduğunda, gençlerden biri şu yanıtı verdi: “Hayır, biz Kont’a geleceğimizi bildirmiş değiliz, bizi Leo Tolstoy çağırttı.” Şimdi sen kalkmış, dünyayı kendi kafalarının içi kadar dar gören bu ahmaklarla konuşuyorsun. (Çevresini, sinirli sinirli gözden geçirmektedir.) Bu odanın hali de ne böyle; kitaplar yerde geziyor, her şey karmakarışık ve toz içinde. İyi ki doğru dürüst birileri gelmedi, yoksa rezil olurduk. (Koltuğunun yanına gider ve eliyle dokunur) Bunun da yüzü artık iyice eskimiş, utancımızdan yere geçmeliyiz; hayır hayır, içeride yüzüne bakılacak doğru dürüst hiçbir şey kalmamış. Yarın Tula’dan döşemecinin gelecek olması çok iyi. Koltuğu hemen tamir ettirmeli. (Hiç kimse yanıt vermez. Kontes, sinirli sinirli çevresine bakınır.) Ama, lütfen gel artık! Adamı daha fazla bekletemezsin.
TOLSTOY: (Yüzü birden sararır, tedirgin olmuştur.) Hemen geliyorum, burada çok az bir işim kaldı… Saşa, bana yardım edecek… Sen benim kusuruma bakma ve konuğumuzu yalnız bırakma, hemen gelirim ben. (Kontes, kıvılcımlar saçan bakışlarıyla bütün odayı bir daha gözden geçirdikten sonra, gider. Tolstoy, hemen arkasından kapıya atılır ve anahtarı acele acele çevirir.)
SAŞA: (Babasının bu halinden korkmuştur.) Nen var baba?
TOLSTOY: (Büyük bir heyecan içinde elini kalbine bastırır, söylediklerini ifade etmekte zorlanmaktadır.) Yarın döşemeci gelecek… çok şükür… biraz daha vakit var… çok şükür.
SAŞA: İyi ama bunda ne var ki…
TOLSTOY: (Heyecanlı) Çabuk bana bir bıçak ya da bir makas ver. (Sekreter onun bu haline tuhaf tuhaf bakar ve yazı masasından aldığı bir makası ona uzatır. Tolstoy sinirli sinirli kapalı kapıya bakarken, koltuktaki yırtığı makasla genişletir, sonra, sinirinden titreyen elleriyle dışarıya taşan at kılları arasında bir şeyler araştırır ve sonunda, bulduğu mühürlü bir mektubu alır.) İşte burada. Gülünç, değil mi… tıpkı bayağı bir Fransız romanı gibi gülünç ve gerçek dışı… tam bir rezalet… ben, düşünce yeteneğini henüz koruyabilen ben, seksen üç yaşından sonra, hem de kendi evimde, en önemli kâğıtlarımı saklamak zorundayım; çünkü evdeki her şeyim karıştırılıyor, çünkü herkes benim peşimde, her sözüm ve her sırrım izleniyor. Ah, bu evdeki yaşamım ne kadar utanç verici, nasıl bir cehennem azabı, ne büyük bir yalan! (Sakinleşir. mektubu açar, okur ve Saşa’ya dönerek şunları söyler.) Bu mektubu tam on üç yıl önce yazdım; o zamanlar annenden ve bu evde yaşadığım cehennem azabından kaçıp kurtulmak istiyordum. Bu mektupla sizlere veda edecektim, ama ben kendimde bu cesareti bulamadım. (Titreyen elleriyle mektubu hışırdatır ve yarı yüksek sesle kendi kendine okur.) “…On altı yıldan beri sürdürdüğüm bu yaşama, bir yandan size karşı mücadele edip sizi kışkırtarak sürdürmek zorunda kaldığım bu yaşama artık daha fazla dayanacak gücüm kalmadı. İşte, şimdi çoktan beri yapmam gereken bir şeyi yapıyorum, yani buradan kaçıyorum… Bunu açıkça yapmayı yüreğim kaldırmadı. Beni bağışlayın, yapacağım şey size acı da verecek olsa, ne olur beni bağışlayın ve özellikle Sonya, sana rica ediyorum, beni kalbinden sil ve bir daha arama, beni suçlayıp yargılama.” (Güçlükle soluk alıp vermektedir.) Evet, on üç yıl boyunca acı çekmek zorunda kaldım. Ağzımdan çıkan her söz, on altı yıl öncesi kadar doğru, bugünkü yaşamım da hep aynı korkaklık ve zayıflık içinde. Daha hâlâ kaçmadım, evet daha hâlâ kaçmadım ve bekliyorum, daha hâlâ bekliyorum ve neyi beklediğimin farkında değilim. Her şeyi açıklıkla ve bilinçli olarak yaptım, ama sürekli yanlış yaptım. Sizlere karşı her zaman fazla zayıf ve ilgisizdim! Bakımsız kitabını öğretmeninden saklayan bir öğrenci gibi, ben de bu mektubu buraya sakladım. Vasiyetnamemde, mülkiyetini bütün insanlığa bağışlamayı sizden rica ettiğim yapıtlarımı, kendi iç huzurumu koruyacak yerde, sadece evimin huzurunu korumak için sizin ellerinize teslim ettim.
Ara
SEKRETER: Evet, Saygıdeğer Leo Nikolayeviç Tolstoy, böyle umulmadık bir vesile olduğuna göre, bir soru sormama izin verirsiniz herhalde. Tanrı sizi yanına çağıracak olsaydı… sizin en son ve en içten dileğinizin, yani kitaplarınızın mülkiyetinden vazgeçme dileğinizin gerçekten yerine getirileceğine inanıyor musunuz?
TOLSTOY: (Ürpererek) Elbette… Yani (Tedirgin bir durumda): Hayır hayır; bunu ben de bilmiyorum… Sen ne dersin, Saşa?
(Saşa başka tarafa döner ve susar.)
TOLSTOY: Aman Tanrım, bunu hiç düşünmemiştim. Ya da, bir kere daha, bir kere daha kendi kendime dürüst davranmadım: Hayır hayır, ben sadece bunu düşünmek istememiştim. Her açık ve doğru karardan kaçındığım gibi, yine kaçındım. (Sekreterin yüzüne bakar.) Evet evet, karım ve oğullarım, şu anda inançlarıma ve manevi sorumluluklarıma nasıl önem vermiyorlarsa, ben öldükten sonra bu son isteğime de önem vermeyeceklerdir, bunu çok iyi biliyorum. Kitaplarımla Yahudi ticaretine kalkışacaklar ve ölümümden sonra da insanlar beni, verdiği sizleri tutmayan bir yalancı, bir sahtekâr olarak anmaya devam edecek. (Kararlı bir hareket yapar.) Ama böyle olmamalı, buna izin vermemeliyim! Artık gerçek bilinmeli Bugün bana gelmiş olan o iki üniversiteli genç, bu dürüst ve mükemmel insanlar, nasıl söylüyorlardı? Dünya artık benim harekete geçmemi bekliyor, artık dürüst olmalıyım ve açık, temiz ve herkesin anlayacağı bir karar vermenin zamanı geldi. Seksen üç yaşına gelmiş bir insan, artık ölümün karşısında daha fazla gözlerini yumamaz. Onun gözlerinin içine bakması ve kararını vermesi gerekir. Evet evet, tanımadığım bu iki genç adam, bana çok yararlı öğütler verdiler, beni uyardılar: Hiçbir şey yapmamak, korkaklıktır. Açık ve dürüst olmak gerekli ve ben de şu anda, yaşamımın son saatinde, seksen üç yaşına ayak basmış olan ben de, böyle olmak, böyle davranmak istiyorum. (Sekreterine ve kızına döner.) Saşa ve “Wladimir Georgeviç, bakın, yarın vasiyetnamemi hazırlayacağım. Açık, anlaşılır ve tartışmasız bir vasiyetname olacak ve yazılarımın bütün gelirini, bu yolla elde edilen bütün kara parayı, tüm insanlığa bağışlıyorum; böylece, bütün insanlar için yazdığım ve vicdanımı rahatlatmak için söylediğim sözlerimle kimse ticaret yapamayacak. Yarın öğleden önce bana gelin ve yanınızda ikinci bir tanık daha getirmeyi unutmayın. Artık daha fazla duraksamak istemiyorum, yoksa ölüm elimi kolumu bağlayıverir.
SAŞA: Bir dakika izin ver baba. Sana karşı çıkmak gibi bir düşüncem yok, ama eğer annem dördümüzü burada birlikte görecek olursa, çıkacak güçlüklerden korkuyorum. Hemen kuşkulanacak ve senin bu isteğine belki de son anda bir engel çıkaracak.
TOLSTOY: (Düşünceli) Haklısın kızım! Hayır, burada, bu evde temiz ve doğru bir iş yapma olanağı yok. Buradaki her şey yalan! (Sekreterine dönerek) Öyle ayarlayın ki, yarın öğleden önce saat on birde Grumont Ormanı’nda, çavdar tarlasının arkasında, sol taraftaki büyük ağacın yanında buluşalım. Ben de, her zamanki at gezintimi yapıyormuş gibi davranacağım. Her şeyi hazırlayın. Umarım ki, Tanrım, yaşamımın bu son döneminde, bu ayak bağından kendimi kurtaracak güç ve direnç verir.
(Öğle yemeği için gong ikinci kez ve daha şiddetle vurur.)
SEKRETER: Ama şu anda Kontes’e hiçbir şey fark ettirmeyiniz, yoksa hepsi boşa gider.
TOLSTOY: (Güçlükle soluk almaktadır) Hep ikiyüzlü davranmak, düşündüklerini hep saklamak ne korkunç şey! İnsan, dünyanın önünde dürüst olmak, Tanrı’nın önünde dürüst olmak ister de neden karısının ve çocukların önünde dürüst olamaz! Hayır hayır, bu böyle devam edemez, böylesi bir yaşama dayanmak mümkün değil!
SAŞA: (Korku içinde) Annem geliyor!
(Sekreter, kapının anahtarını çabuk çabuk çevirir. Tolstoy, heyecanını yatıştırmak için yazı masasına gider ve arkasını, kapıdan içeriye girene dönmüş olarak durur)
TOLSTOY: (İnleyerek) Bu evdeki yalan dolan beni öldürecek. Ah, hiç olmazsa bir kerecik dürüst olunabilseydi; hiç olmazsa ölüm karşısında!
KONTES: (Hızla içeri girer.) Neden gelmiyorsunuz? Sen hep böyle vakit kaybettirirsin insana.
TOLSTOY: (Karısına döner, yüz ifadesi çok sakindir. Yavaş yavaş ve sadece ötekilerin anlayabileceği bir sesle konuşmaya başlar.) Evet, hakkın var, ben hep böyle vakit kaybettiriyorum. Ama önemli olan şu: Doğru karar verebilmek için insan vakit bulabiliyor.
İKİNCİ SAHNE
Aynı odada. Ertesi gün gecenin geç saatlerinde.
SEKRETER: Bugün her zamankinden daha erken yatmanız gerekli, Lev Nikolayeviç; uzun bir at gezintisinden ve günün heyecanından sonra yorgun düşmüş olmalısınız.
TOLSTOY: Hayır, hiç de yorgun değilim. İnsanlar sadece bir şeyden yorgun düşerler: kararsızlıktan. Yapılan her iş insanı rahatlatır, hatta en kötüsü bile hiçbir şey yapmamaktan daha iyidir. (Odada bir aşağı bir yukarı dolaşır.) Bugün doğru hareket edip etmediğimi bilmiyorum, bunu önce vicdanıma sormalıyım. Yapıtlarımı, her şeyimi borçlu olduğum insanlığa geri vermek ruhumu rahatlattı; fakat bu vasiyetnameyi gizli değil de, herkesin gözü önünde ve inanmış olmanın verdiği cesaretle hazırlayabilmeliydim. Gerçek uğruna özgürce yapmam gereken şeyi, belki de onur kırıcı bir biçimde yaptım; ama Tanrı’ ya şükürler olsun ki yapabildim, yaşamın merdivenlerinden bir basamak daha çıktım, ölüme bir basamak daha yaklaştım. Şimdi en zoru, en sonuncusu kaldı: o an gelince, hiç vakit kaybetmeden tıpkı bir hayvan gibi sürüne sürüne çalılıklara gitmek. Çünkü bu evde ölümüm de yaşamım gibi güzellikten uzak olacak. Seksen üç yaşındayım, bu dünyadan ve bu fani yaşamdan bütünüyle uzaklaşacak gücü hâlâ kendimde bulamıyorum, belki de en uygun ânı kaçırıyorum.
SEKRETER: En uygun ânı kim yakalayabilmiş ki! Bunu bilmek mümkün olsaydı, her şey daha iyi olurdu.
TOLSTOY: Hayır, Wladimir Georgeviç; bu hiç de iyi olmadı. Şu eski efsaneyi bilmez misiniz? İsa’nın, ne zaman öleceklerini bilmekten insanları nasıl yoksun bıraktığını bana bir keresinde bir köylü anlatmıştı. Önceleri herkes öleceği saati bilirmiş, İsa yeryüzüne geldiği zaman görmüş ki, bazı köylüler tarlalarını sürmemekte ve günahkârlar gibi yaşamaktadırlar. İsa bunlardan birini tembelliğinden dolayı paylamış, fakat miskin köylü, artık ürün kaldıramayacak olduktan sonra kimin için toprağa tohum atacakmışım, diye homurdanmış. Bu yanıtı alan İsa, insanların ne zaman öleceklerini önceden bilmelerinin iyi olmadığını görmüş ve onları bundan yoksun bırakmış. O günden beri köylüler, hiç ölmeyeceklermiş gibi son anlarına kadar tarlalarını işlerler; doğrusu da budur zaten, çünkü insan sadece çalışarak sonsuzca yaşar. İşte ben de bugün (Anı defterini işaret eder) böyle davranmak ve kendi tarlamı işlemek istiyorum. (Dışarıdan sert adım sesleri duyulur, Kontes içeri girer, sırtında geceliği vardır. Sekreterin yüzüne kötü kötü bakar.)
KONTES: Bak hele… oysa ben sonunda yalnız kaldığını sanmıştım… seninle konuşmak istiyordum …
SEKRETER: (Eğilerek selamlar.) Çıkıyordum zaten.
TOLSTOY: Güle güle, sevgili Wladimir Georgeviç.
KONTES: (Kapı kapanır kapanmaz, kocasına) Hep yanında bu adam. Kene gibi yapışıyor sana… ve benden, benden nefret ediyor: bu pis, bu düzenbaz herif, beni senden uzaklaştırmak istiyor.
TOLSTOY: Ona karşı haksızlık ediyorsun, Sonya.
KONTES: Haklı olduğumu söylediğim yok ki! O adam bizim aramıza zorla girdi, seni benden çaldı ve çocuklarından uzaklaştırdı. O burada olalı beri artık senin gözünde hiçbir değerim yok; bu ev de, sen de şimdi bütün dünyanın malısınız, sadece bizim, en yakınların olan bizlerin değilsin.
TOLSTOY: Keşke gerçeği söyleyebilseydim! Herkesin olmak, kendime ve kendiminkilere hiçbir şey bırakmamak, Tanrı’nın da isteği bu.
KONTES: Evet evet, farkındayım. Bunları sana bu herif, çocuklarımın haklarını çalan bu adam söylüyor, seni kandıran bu adamın, seni bize karşı kışkırttığını biliyorum. İşte bu nedenle onu artık bu evde görmek istemiyorum.
TOLSTOY: Ama sen de biliyorsun ki Sonya, çalışmalarım için ona gereksinimim var.
KONTES: Onun gibi yüzlercesini bulabilirsin! (Sinirlenerek) Onun yakınımda olmasına katlanamıyorum. Bu adamı seninle aramızda görmek istemiyorum.
TOLSTOY: Sonya, sevgili karıcığım, rica ederim heyecanlanma. Gel otur şuraya da birbirimizle sakin sakin konuşalım, tıpkı eski günlerimizde olduğu gibi. Bir düşünsene Sonya, karşılıklı iltifatlar ve sıcak sözlerle geçirdiğimiz o güzel günlerden geriye ne kadar da az bir zaman kaldı. (Kontes, sinirli sinirli çevresine bakınır ve titreyerek oturur.) Bak beni dinle Sonya, bu adama muhtacım ben, belki de inancım zayıf olduğu için muhtacım ona. Çünkü Sonya, olmamı istediğim kadar kuvvetli biri değilim ben. Gerçi yeryüzünün şurasında burasında benim inancımı paylaşan binlerce insanın bulunduğunu geçen her gün bana kanıtlıyor, ama şunu biliyorum ki, dünya işlerine bağlı kalbimizin kendine güven duyması için bu gerekli, hiç değilse tek bir insanın dostluğu, onun yakınlığı ve sıcak sevgisi gerekli. Azizler hiçbir yardımcıları olmadan yalnız başlarına hücrelerinde oturabilirlerdi, hatta yapayalnız olmaktan da korkmazlardı belki, fakat sevgili Sonya, sen de biliyorsun ki ben bir aziz değilim. Zayıf ve artık iyice yaşlanmış zavallı bir adamım ben. İşte bu yüzden, inançlarımı paylaşacak, yaşamımın en değerli şeyi olan inancıma katılacak birisinin yakınlığına gereksinim duyuyorum. Eğer sen, kırk sekiz yıldan beri sevip saygı duyduğum karım, benim inancımı paylaşmış olsaydın kuşkusuz bu benim yaşamımın en mutlu ânı olurdu. Fakat Sonya, sen bunu hiçbir zaman istemedin. Sen, benim ruhum için en değerli olan şeye hiçbir zaman sevgi duymadın ve korkarım ki, buna karşı kin besliyorsun. (Kontes ani bir hareket yapar .) Hayır hayır Sonya, beni yanlış anlama, senden yakındığım yok benim. Sen bana ve bu dünyaya, verebileceğin her şeyi verdin; ana şefkati gösterip hepimizle candan ilgilendin. Kendi ruhunda yaşamadığın bir inanç uğruna nasıl özveride bulunabilirdin ki! Benim duygularımı, benim düşüncelerimi paylaşmadığın için seni nasıl suçlayabilirim. Bir insanın iç dünyası ve düşündüğü son şeyler, Tanrı ile kendisi arasında bir sır olarak kalmaz mı her zaman! Ama ne olur beni anla Sonya, sonunda birisi geldi, inançları uğruna Sibirya’da her türlü acılara katlanmış bir insan, benim evime geldi ve bu insan benim inançlarımı paylaştı, bana bir yardımcı ve sevgili bir konuk oldu, iç dünyamı yaşamamda bana güç verdi, bana destek oldu… Neden bu adamı yanımda istemiyorsun?
KONTES: Çünkü o adam seni benden uzaklaştırdı ve ben, buna katlanamıyorum. Bu beni çıldırtıyor, hasta ediyor, çünkü şunu biliyor ve içimde hissediyorum ki, yaptığınız bütün şeyler bana karşı. Bugün öğleyin onu yine suçüstü yakaladım; acele acele bir kâğıdı saklamak istiyordu. Hiçbiriniz yüzüme bakmaya cesaret edemediniz, ne o ne sen ne de Saşa! Hepiniz benden bir şeyler saklıyordunuz. Evet evet, ben olanların farkındayım, bana karşı kötü bir şey yaptığınız çok açık.
TOLSTOY: Sanıyorum ki Tanrı beni, şurada ölüme bir adım kalmışken, bile bile kötülük yapmaktan korur.
KONTES: (Sinirli) O halde bana karşı gizliden gizliye bir şeyler çevirdiğinizi yadsımıyorsunuz… Biliyorsun, benim karşımda, başkalarına yaptığın gibi yalan söyleyemezsin.
TOLSTOY: (Çok öfkeli) Başkalarının önünde yalan mı söylüyorum yani? Demek ben bir yalancıyım ha! (Kendini tutarak) Tanrı huzurunda söyleyeyim ki, şu âna kadar hiçbir zaman, bile bile yalan söyleyip günah işlemedim. Tanrı’nın zayıf bir kulu olarak belki de her zaman gerçeği söylemedim, ama öyle sanıyorum ki, insanlara yalan söyleyen, onları aldatan biri de olmadım.
KONTES: O zaman yaptığınız şeyi söyle bana; neydi bu mektup, o kâğıt parçası… beni daha fazla üzme, bana daha fazla eziyet etme.
TOLSTOY: (Karısına doğru yürür, çok yumuşak bir sesle) Sonya Andreyevna, sana eziyet eden ben değilim, sen kendi kendine eziyet ediyorsun, çünkü beni artık sevmiyorsun. Eğer sevmiş olsaydın, bana güvenecektin, hatta beni anlayamadığın o mektup işinde bile bana güven duyacaktın. Sonya Andreyevna, sana rica ediyorum ve yalvarıyorum sana, kalbinin sesini bir dinle: Kırk sekiz yıldan beri birlikte yaşıyoruz. Belki bu yıllar içerisinde kalbinin herhangi bir yerinde bana karşı duymuş olduğun bir parçacık sevgi bulursun. Ne olur bu kıvılcımı al, çoğalt ve eskiden olduğu gibi bir kere daha kocasını seven, ona güvenen yumuşak ve uysal bir kadın olmaya çalış; çünkü Sonya, bana karşı tutumuna baktıkça zaman zaman senden korkuyorum.
KONTES: (Üzüntülü ve heyecanlı) Nasıl olduğumu ben de bilmiyorum artık. Evet, haklısın, çirkin ve çekilmez biri oldum ben. Ama insanüstü bir güce erişmek için kendine ettiğin eziyeti görmeye, bu günaha kim dayanabilirdi ki! Çünkü bizim olmayan bir gerçeği aramak için Tanrı’ yı taciz etmek alçakgönüllülük değil, tam tersine bir kendini beğenmişliktir ve de günahtır. Önceleri her şeyimiz iyiydi ve birbirimize karşı açıktık, öteki insanlar gibi bizim de birbirimize karşı saygılı, temiz bir yaşamımız vardı. Kendi işimiz vardı, çocuklarımız büyüyordu ve mutluyduk, bunun hep böyle devam edeceğini sanıyorduk. Ama birdenbire, bundan tam otuz yıl önce, bu olay, seni ve hepimizi mutsuz eden bu inanç, bu korkunç çılgınlık ortaya çıktı. Eğer ben bugün, bütün dünyanın en büyük sanatçı diye sevip saygı duyduğu senin soba temizlediğini, su taşıdığını ve eski çizmeler tamir ettiğini anlayamıyorsam, bunda benim ne kabahatim olabilir ki. Hayır hayır, bizim o apaçık, o tutumlu, sessiz ve sade yaşamımızın neden günah olacağını hâlâ aklım almıyor. Hayır, bunu anlamıyorum, bunu anlamam mümkün değil.
TOLSTOY: (Çok yumuşak bir sesle) Bak Sonya, ben de sana işte bunu söylemek istiyordum: Aklımızın ermediği o noktada, sevgimizin verdiği güce dayanmamız ve ona güvenmemiz gerekir. Bu, insanlarda olduğu kadar Tanrı ile de böyledir. Sanır mısın ki ben, adaleti bildiğim iddiasındayım? Hayır, böyle bir iddiam yok, ben sadece içtenliğe, içten duyulana güveniyorum; bunun da Tanrı ve insanların huzurunda tamamen anlamsız olmadığına inanıyorum. Sen de böyle davran Sonya ve beni anlayamadığın noktalarda hiç olmazsa benim hatırım için Tanrı’ya güven ve onun adaletine inan; eğer bunu başarabilirsen her şey düzelecek ve huzur bulacaksın.
KONTES: (Sinirli) Ama o zaman bana her şeyi söyleyeceksin… bugün yapmış olduğunuz her şeyi bana söyleyeceksin.
TOLSTOY: (Çok sakin) Sana her şeyi söyleyeceğim. Ölümün eşiğinde bulunan biri olarak artık hiçbir şey saklamak, hiçbir şey gizlemek amacında değilim. Sadece Seryoşka ve Andrey’in gelmesini bekliyorum; sonra hepinizin önünde, bu günlerde kararlaştırmış olduğum şeyi, olduğu gibi anlatacağım. Ama ne olursun biraz daha bekle Sonya, güvensizliği bırak ve beni izlemekten vazgeç; bu benim senden bir tek ve en içten ricamdır, bu ricamı yerine getirmek ister misin Sonya Andreyevna?
KONTES: Evet… evet… kuşkusuz… elbette.
TOLSTOY: Teşekkür ederim. İşte görüyorsun, açık olmak ve güven duymak insanı nasıl da rahatlatıyor. Böyle dostça ve sakin sakin konuşmamız ne iyi. İçimi yeniden ısıttın. Odaya girdiğinde, yüzün güvensizlikten dolayı kapkaraydı, kin ve tedirginlik dolu bu yüz bana yabancıydı sanki ve ben, onun arkasındaki bir zamanların o güzel Sonya’sını tanıyamadım. Şu anda o güzel, o pırıl pırıl yüz yine karşımda ve gözlerini, bir zamanların o sevgi dolu, cıvıl cıvıl gözlerini bana çevirmiş bulunuyor. Ama şimdi sevgilim, geç oldu, git ve dinlen artık! Sana bütün kalbimle teşekkür ederim. (Kontes’i alnından öper, Kontes gider ve kapıdan çıkarken heyecanla arkasına dönüp bir kere daha bakar)
KONTES: Ama bana her şeyi, bütün her şeyi söyleyeceksin, tamam mı?
TOLSTOY: (Hâlâ sakin) Her şeyi Sonya, her şeyi. Ama sen de sözünü tut.
(Kontes, yazı masasının üzerine doğru sinirli sinirli baktıktan sonra, ağır adımlarla çıkar.)
TOLSTOY: (Uzun süre odada bir aşağı bir yukarı dolaşır. Sonra yazı masasına oturur ve anı defterine bir şeyler yazar. Bir süre sonra ayağa kalkar, yeniden aşağı yukarı dolaşır. Yazı masasına yeniden döner ve anı defterinin yapraklarını düşünceli düşünceli çevirir, yazdıklarını alçak sesle okur.) “Sonya Andreyevna’ya karşı mümkün olduğu kadar sakin ve kararlı olmaya çalışıyorum, onu bu yolla yatıştırabileceğimi umuyorum… İyilik ve sevgiyle onu yola getirebileceğimi bugün ilk defa anladım… Ah, eğer…” (Anı defterini bırakır, içini çekerek yandaki odaya gider ve ışığı yakar. Daha sonra yeniden odasına döner, ayaklarındaki ağır köylü pabuçlarını ve ceketini çıkarır. Daha sonra ışığı söndürür, üzerinde bir iş gömleği ve bol bir pantolon olduğu halde yatak odasına gider.) (Bir süre için oda tam bir sessizlik içindedir ve karanlıktır. Hiçbir hareket yok. Tek bir insan soluğu bile duyulmaz. Ama birdenbire, çalışma odasının kapısı yavaşça açılır ve biri, odanın zifiri karanlığında, bir hırsız gibi yalınayak ve elinde bir fenerle içeri girer. Fenerden çıkan incecik bir ışık demeti, döşemeye aksetmektedir. Gelen, Kontes’tir. Ürkek ürkek çevresine bakınır, önce yatak odasının kapısına kulağını dayar ve içeriyi dinler, daha sonra, rahatlamış olarak, yazı masasına doğru sinsice sokulur. Elinde tuttuğu fenerin ışığı, ancak yazı masasının çevresini aydınlatmaktadır. Yalnızca titreyen elleri görülebilen Kontes, önce anı defterini eline alır ve sinirli sinirli okumaya başlar. Daha sonra yazı masasının gözlerini birbiri ardınca dikkatlice açar. Bir şeyler bulabilmek için her şeyin altını üstüne getirir. Sonunda ani bir hareketle doğrulur, elinde fener, geldiği gibi yine usulca çıkar. Yüz ifadesi, uykuda dolaşan bir insanınki kadar şaşkın ve perişandır. Kapının, arkasından kapanmasıyla birlikte Tolstoy, yandaki kapıyı açar, elinde bir mumla sallana sallana içeri girer; heyecan ve öfke, yaşlı adamı müthiş sarsmıştır: Çünkü karısının masanın gözlerini karıştırdığını duymuştur. Kontes’in arkasından koşar, ama giriş kapısına gelip de tokmağı kavrayınca, birdenbire durur ve ağır adımlarla geri d öner, sakin fakat kararlı bir biçimde mumu masaya koyar. Daha sonra, yanda ki kapıya gider ve çok yavaş ve dikkatlice vurur.)
TOLSTOY: (Yavaş bir ses tonuyla) Duşan… Duşan…
DUŞAN’IN SESİ: (Yandaki odadan gelir.) Siz misiniz, Leo Nikolayeviç?
TOLSTOY: Yavaş, yavaş konuş Duşan. Hadi gel hemen… (Duşan yandaki odadan gelir, o da yarı giyiniktir.)
TOLSTOY: Kızım Aleksandra Livovna’yı uyandır, hemen buraya gelsin. Ondan sonra da çabucak ahıra in ve Grigor’a, atları koşmasını söyle, ama bu işi çok sessiz yapsın, evdekilerin hiçbiri bunun farkına varmamalı. Sen de sessiz ol. Sakın ayağına pabuçlarını giyme, kapıları gıcırdatmamaya da özen göster. Buradan hemen uzaklaşmamız gerekli, kaybedecek hiç vaktimiz yok.
(Duşan uzaklaşır. Tolstoy, oturur ve kesin kararını vermiş bir tavırla yeniden çizmelerini giyer, ceketini alır ve acele acele giyer. Masanın gözlerini karıştırır ve bir kâğıt alır. Hareketlerinde bir kararlılık, bazen de bir tedirginlik vardır. Yazı masasına oturup çekmeceden aldığı kâğıda bazı şeyler yazarken bile omuzları titremektedir.)
SAŞA: (Usulca içeri girer.) Ne var, ne oldu, baba?
TOLSTOY: Gidiyorum, buralardan kaçıyorum kızım, sonunda, en sonunda kararımı verdim. Annen bana daha bir saat önce, bana güveneceğine yemin etti, oysa şimdi, gecenin üçünde gizlice odama girdi ve kâğıtlarımı karıştırdı… Ama iyi oldu, çok iyi oldu… Onu bu davranışa yönelten, kendi isteği değildi, bir başka istekti: Zamanı geldiğinde bana bir işaret vermesi için Tanrı’ya ne kadar çok yalvarmıştım. Beni terk eden, ruhumu yalnız bırakan bu kadını, yalnız başına bırakmak hakkına sahibim artık.
SAŞA: İyi ama, nereye gideceksin baba?
TOLSTOY: Bilmiyorum, belki de bilmek istemiyorum… Herhangi bir yere gitmek ve karşılıklı güvene dayanmayan bu yaşamdan kurtulmak istiyorum… Neresi olursa olsun… Bu yeryüzünde öyle çok yer var ki… Bu yaşlı adamın huzur içinde öleceği bir yatak, bir saman yığını kuşkusuz her yerde bulunur.
SAŞA: Seninle geleceğim…
TOLSTOY: Hayır. Sen bir süre burada kalıp anneni yatıştıracaksın… öğrenince kuduracaktır. Ah, zavallı kadıncağız, kimbilir ne kadar acı çekecek! Ona bu acıyı çektiren benim… Ama elimden başka bir şey gelmez artık, burada kalacak olursam çıldırıp ölebilirim. Andrey ve Seryoşka gelinceye kadar sen burada kalacaksın. Sonra, arkamdan gelirsin. Ben şimdi Şamardino Manastırı’na, kız kardeşimle vedalaşmaya gidiyorum, içimde öyle bir duygu var ki, artık veda saatim gelip çattı.
DUŞAN: (İçeri girer.) Araba hazır.
TOLSTOY: O halde sen de hazırlan, Duşan. Al şu birkaç parça kâğıdı da yanında gizle…
SAŞA: Ama baba, kürk giymelisin, gece öyle soğuk oluyor ki… Bekle, sıcak tutacak birkaç giysi hazırlayayım sana…
TOLSTOY: Hayır hayır, hiçbir şey istemiyorum artık. Tanrım, artık duraksamama izin verme… bir an bile beklemek istemiyorum artık… yirmi altı yıldır hep bu saati, bu ânı bekliyorum… çabuk ol Duşan… Biri gelip bizi oyalamadan yola koyulalım. Şu kâğıtları, anı defterini ve kalemi almayı unutma…
SAŞA: Peki ama, yol paranız… hemen getiriyorum…
TOLSTOY: Hayır, artık para istemiyorum. Tek bir kuruşa bi le el sürmek istemiyorum. İstasyondakiler beni tanırlar, biletimi de alırlar. Gerisi Allah kerim. Duşan, bitir artık şu hazırlığı da aşağıya gel. (Saşa’ya dönerek) Şu mektubu al ve annene ver. Beni bağışlaması için yazdığım veda mektubu! Bunu nasıl karşıladığını da bana yaz!
SAŞA: Ama bunu sana nasıl bildireceğim, baba? Eğer zarfın üzerine senin adını yazacak olursam, bulunduğun yeri öğrenip hemen peşine düşeceklerdir. Sahte bir ad kullanman gerekiyor.
TOLSTOY: Ah, hep yalan, durmadan yalan söylemek, bu yalan dolanlarla insanlıktan uzaklaşmak… ama hakkın var… Gel artık Duşan!.. İstediğin gibi olsun kızım, zaten bunu bana iyilik olsun diye söylüyorsun… Peki hangi adı kullanayım?
SAŞA: (Bir an düşünür.) Sana yazacağım bütün mektupları Frolova adıyla yollarım, sen de T. Nikolayeviç adını kullanırsın.
TOLSTOY: (Aceleden her yanı titremektedir.) T. Nikolayeviç… güzel… çok güzel… Haydi hoşçakal! (Kızını kucaklar.) Demek benim adım T. Nikolayeviç olacak. Bir yalan, kocaman bir yalan daha! Dilerim bu benim insanlara karşı söylediğim son yalanım olur.
(Hızla çıkar.)
ÜÇÜNCÜ SAHNE
31 Ekim 1910, üç gün sonra. Astapova İstasyonunun bekleme salonu. Sağdaki büyük ve camlı bir kapı, perona açılır, soldaki daha küçük bir kapı da, İstasyon Şefi İvan İvanoviç Osoling’in oturduğu odaya gider. Bekleme salonunun ta h ta kanepeleri üstünde ve bir masanın çevresinde birkaç yolcu oturmakta, Danlov’dan gele c ek ekspresi beklemektedir: Örtülerine sarınmış uyuklamakta olan köylü kadınlar, koyun kürkü giyinmiş küçük tüccarlar ve birkaç büyük kentli, görünüşlerine bakılırsa ya memur ya da tüccar.
BİRİNCİ YOLCU: (Gazete okurken, birden yüksek sesle) İyi yapmış, çok iyi yapmış. Bunu ondan artık kimse beklemiyordu.
İKİNCİ YOLCU: Ne var, kim ne yapmış?
BİRİNCİ YOLCU: Evinden kaçmış, Leo Tolstoy evinden kaçmış. Nereye gittiğini kimse bilmiyor. Geceleyin uyanmış, çizmelerini ve kürkünü giyinmiş ve öylece, yanına hiçbir şey almadan, kimseyle vedalaşmadan ayrılıvermiş evden, yanında sadece doktoru Duşan Petroviç varmış.
İKİNCİ YOLCU: Demek yaşlı karısını evde bıraktı. Sonya Andreyevna için hiç de hoş bir şaka değil. Tolstoy şu anda seksen üç yaşında olmalı. Bunu yapacağı kimin aklına gelirdi ki! İhtiyarın nereye gittiğini söylüyordun!
BİRİNCİ YOLCU: Evdekilerin ve gazetelerin de öğrenmek istediği bu zaten. Şimdi her tarafa telgraflar yağdırıyorlar. Kimileri, ihtiyarı Bulgaristan sınırında gördüğünü söylüyor, kimileri de Sibirya’dan söz ediyor, ancak işin aslını bilen tek bir kişi yok; ihtiyar, çok iyi bir iş yaptı bence!
ÜÇÜNCÜ YOLCU: (Genç bir üniversiteli) Ne diyorsunuz siz? Leo Tolstoy evinden mi kaçmış? Lütfen şu gazeteyi bana verin de haberi bir de ben okuyayım. (Gazeteye şöyle bir göz atar.) Oh! İyi, çok iyi, ihtiyarın sonunda aklı başına geldi.
BİRİNCİ YOLCU: Neden iyiymiş?
ÜÇÜNCÜ YOLCU: Söylediği sözlere, verdiği öğütlere bakılırsa, sürdürdüğü yaşam tam anlamıyla bir yüzkarasıydı. Onu, Kontrolü oynamaya uzun süre zorladılar ve yüzüne gülüp pohpohlayarak sesini yükseltmesine engel oldular. Leo Tolstoy şimdi özgürdür ve bütün içtenliğiyle insanlara seslenebilir artık; dilerim onun sayesinde bu ülkede, Rusya’da halka yapılanları dünya öğrenmiş olur. Evet evet, çok iyi oldu. Bu büyük dâhinin, sonunda kendisini kurtarabilmiş olması, Rusya ve Rus halkı için hayırlı olmuştur.
İKİNCİ YOLCU: Ama, bütün bunlar belki de doğru değildir, belki de (dinleyenler var mı diye çevresine bakınır ve fısıldayarak) belki de bunu, insanları yanıltmak için gazetelere yazdılar… gerçekte ise yakalayıp ortadan kaldırdılar…
BİRİNCİ YOLCU: Leo Tolstoy’u ortadan kaldırmayı kim istemiş olsun ki!..
İKİNCİ YOLCU: Herkes, yollarına çıktığı herkes… ruhani meclis, polis ve ordu, kısacası ondan korkan herkes bunu yapmış olabilir. Daha önceleri de bu biçimde birkaç kişi sessizce ortadan kaybolmamış mıydı? Sonradan, yabancı memlekete gitmiş dediler. Ama yabancı memleket sözcüğüyle ne denilmek istendiğini biz biliriz…
BİRİNCİ YOLCU: (Alçak sesle) Evet haklısınız, bu mümkün.
ÜÇÜNCÜ YOLCU: Hayır, bu kadarını göze alabileceklerini sanmıyorum. Bu bir tek adam, sadece sözleriyle bile onların hepsinden daha güçlüdür. Hayır hayır, bunu göze alamazlar, çünkü yumruklarımızla onun yanında olacağımızı bilirler.
BİRİNCİ YOLCU: (Acele acele) Dikkat, aman dikkat… Kyril Gregoroviç geliyor… çabuk gazeteyi kaldırın… (Peron tarafından gelen Polis Müdürü Kyril Gregoroviç, canlı kapının arkasında, resmi üniformasıyla görünür. Doğruca İstasyon Şefi’nin odasına gider ve kapıyı çalar.)
İVAN İVANOVİÇ OSOLİNG: (İstasyon Şefi, başında hizmet şapkası olduğu halde odasından çıkar.) Ah! Siz miydiniz, Kyril Gregoroviç?
POLİS MÜDÜRÜ: Sizinle hemen görüşmem gerek. Karınız yanınızda, içeride mi?
İSTASYON ŞEFİ: Evet.
POLİS MÜDÜRÜ: O zaman burada görüşelim. (Yolculara dönerek sert ve buyurgan bir sesle) Danlov’dan beklenilen ekspres, perona girmek üzere. Lütfen bekleme salonunu boşaltın ve dışarıya çıkın. (Yolcuların hepsi ayağa kalkar ve acele acele dışarıya çıkarlar. Polis Müdürü, İstasyon Şefı’ne dönerek) Biraz önce çok önemli şifreli telgraflar geldi.. Evinden kaçan Lev Tolstoy, önceki gün Şamardino Manastırı’nda, kız kardeşinin yanında görülmüş. Edinilen bilgilere göre, Tolstoy’un oradan da ayrılacağı ve bu kaçış yolculuğunu sürdüreceği kesin. Bunun için Şamardino’dan kalkan trenlere, hangi yöne giderse gitsinler, sivil polisler binmekte.
İSTASYON ŞEFİ: Fakat bütün bunların neden gerekli olduğunu bana açıklar mısınız aziz Kyril Gregoroviç? Lev Tolstoy, kışkırtıcı biri değil ki! Bu büyük insan, bizim ulusal onurumuz, ülkemiz ve ulusumuz için gerçek bir hazinedir.
POLİS MÜDÜRÜ: Ama o bütün devrimci sürülerinden çok daha fazla tedirginlik ve tehlike yaratıyor. Hem zaten bundan bana ne! Benim görevim, buraya gelen trenleri gözden geçirmek. Ama Moskova’dakiler, bunu yaparken hiçbir şey belli etmememizi istiyorlar. İşte bu yüzden size rica ediyorum İvan İvanoviç, perona çıkıp da treni siz bekleyin benim yerime, çünkü üzerimdeki üniformamdan beni hemen tanırlar. Tren perona girip de durur durmaz, içinden bir sivil polis inecek ve yolda gördüklerini size rapor edecek. Ben de bunları hiç vakit kaybetmeden üst makamlara ileteceğim.
İSTASYON ŞEFİ: Emriniz yerine getirilecek, bana güvenebilirsiniz. (Bu arada trenin perona girmekte olduğunu bildiren çan sesi duyulur.)
POLİS MÜDÜRÜ: Sivil polisi eski bir dostunuz gibi karşılayacaksınız, asla kuşku yaratıcı bir davranış içinde olmamalısınız, beni iyi anladınız değil mi? Yolcular, hiçbir şeyin farkında olmamalı; her şeyi ustalıkla yapabilirsek, bundan ikimiz de kazançlı çıkarız, çünkü vereceğimiz her rapor Petersburg’a, en yüksek makamlara gidecek. Bakarsınız bir kez de şans bizim yüzümüze güler. (Tren, gürültüler çıkararak perona girer. İstasyon şefi, camlı kapıdan dışarı fırlar. Birkaç dakika sonra yolcular, ağır sepetler taşıyan kadınlı erkekli köylüler, yüksek sesle konuşup gürültü çıkararak camlı kapıdan geçerler ve bekleme salonuna girerler. Dinlenmek ve çay pişirmek için birkaçı yere oturur.)
İSTASYON ŞEFİ: (Birdenbire kapıdan başını uzatarak, heyecanla yolculara bağırır.) Hepiniz dışarıya, burayı derhal terk edin, derhal…
YOLCULAR: (Şaşırmışlardır, söylenirler.) Ama neden?.. Ücretini ödedik ya… Bekleme salonunda oturmamıza neden izin yok?.. Tren bekleyen yolcularız biz.
İSTASYON ŞEFİ: (Bağırarak) Derhal, diyorum… derhal herkes dışarı çıksın! (Yolcuları iteleyerek dışarı çıkarır, yeniden kapıya koşar ve kapıyı ardına kadar açar.) Buraya, saygıdeğer Kontumuzu buraya getirin lütfen! (Tolstoy sağında Duşan, solunda kızı Saşa olduğu halde güçlükle içeri girer. Kürkünün yakasını iyice yukarıya kaldırmış ve boynuna bir atkı sarmıştır, fakat buna karşın, bu sarılıp sarmalanmış bedenin soğuktan tirtir titrediği göze çarpmaktadır. Arkasından beş ya da altı kişi içeri girmeye çalışır.)
İSTASYON ŞEFİ: (İçeri girmeye çalışanlara) Dışarıda kalmak zorundasınız!
SESLER: Bırakın bizi de içeri girelim, biz Lev Tolstoy’a sadece yardım etmek istiyoruz… belki biraz konyak ya da çay içmek istiyordur…
İSTASYON ŞEFİ: (Çok heyecanlı) İçeriye hiç kimse giremez! (Onları zorla dışarı çıkarır ve perona açılan camlı kapıyı sürgüler, ama dışarıdakiler bütün bu zaman süresince meraklı meraklı dolaşmakta ve camlı kapıdan içeriye bakmaktadırlar. İstasyon Şefi bir koltuğu yakaladığı gibi masanın yanına koyar.) Kont Hazretleri biraz oturup dinlenmek istemezler mi?
TOLSTOY: Bırakın şu Kont Hazretleri lafını… Allah aşkına böyle konuşmayın. Bu lafı duymak istemiyorum artık. (Heyecanlı heyecanlı çevresine bakınır ve camlı kapının arkasındaki kalabalığı görür.) Uzaklaştırın… uzaklaştırın şu insanları… yalnız kalmak istiyorum… her yerde karşıma bir sürü insan çıkıyor… bir kerecik olsun yalnız kalamayacak mıyım ben.
SAŞA: (Camlı kapıya koşar ve mantosunu gererek kalabalığın içeriye bakmasını engellemeye çalışır.)
DUŞAN: (Bu arada İstasyon Şefi ile yarı anlaşılır bir sesle konuşmaktadır.) Onu hemen yatağa yatırmamız gerekli. Trende birdenbire bir nöbet geldi, ateşi kırkın üzerinde, sanırım durumu iyi değil. Civarda biriki odalı uygun bir konukevi var mı?
İSTASYON ŞEFİ: Hayır, burada böyle bir yer bulma olanağı yok. Bütün Astapova’da tek bir konukevi bile yok.
DUŞAN: Ama onu hemen yatağa yatırmamız gerekli. Nasıl ateşler içinde titrediğini görüyorsunuz. Durumu tehlikeli olabilir.
İSTASYON ŞEFİ: Şu yandaki odamı, Leo Tolstoy’un emrine vermek benim için kuşkusuz en büyük onurdur… ama beni bağışlayın… odam öyle sade, öyle sefil ki… basık ve daracık bir iş odası… böyle bir yerde Leo Tolstoy’u konuk etmeyi nasıl düşünebilirim.
DUŞAN: Zararı yok. Ne pahasına olursa olsun onu önce yatağa yatırmalıyız. (Masada oturmakta olan ve aniden gelen bir nöbetle tirtir titreyen Tolstoy’a dönerek) İstasyon Şefi, odasını bize vermek nezaketini gösterdi. Şimdi hemen yatağınıza yatıp dinlenmelisiniz, yarına hiçbir şeyiniz kalmaz ve yolculuğumuza devam ederiz.
TOLSTOY: Yolculuğa devam etmek mi?.. Hayır hayır, sanırım artık yola devam edemem… bu benim son yolculuğum oldu ve ben amacıma ulaştım artık.
DUŞAN: (Yüreklendirerek) Ateşiniz birkaç derece yükseldi diye kaygılanmanıza gerek yok, fazla önemsenecek bir şey değil. Biraz üşüttünüz, yarına kadar tamamen iyileşmiş olacaksınız.
TOLSTOY: Ben daha şimdiden kendimi iyileşmiş hissediyorum, iyiyim, hem de çok iyiyim. Yalnızca bu gece çok korkunç geçti, evden kaçmama izin vermeyeceklerini, peşime düşerek beni yakalayıp o cehenneme geri götüreceklerini sandım… işte o zaman kalktım ve sizleri uyandırdım… öyle korkmuş, öyle sarsılmıştım ki… bütün yolculuk boyunca bu korkuyu içimden atamadığım gibi aniden gelen nöbetle de zangır zangır titredim, dişlerim birbirine çarpıyordu. Ama şimdi, buraya geldiğimden beri… fakat burası da neresi?.. Neredeyim ben? Burasını daha önce hiç görmedim… şimdi birdenbire her şey değişiverdi… artık hiçbir şeyden korkmuyorum… artık yetişip beni eve geri götüremezler.
DUŞAN: Elbette yetişemezler, elbette yetişemezler. Yatağınıza uzanıp rahatınıza bakın. Sizi burada kimsecikler bulamaz.
(Duşan ve Saşa, Tolstoy’un ayağa kalkmasına yardım ederler.)
İSTASYON ŞEFİ: (Tolstoy’a doğru giderek) Bağışlamanızı rica ederim… ne yazık ki size çok basit bir oda verebiliyorum. Bundan başka odam yok… Belki karyola da rahat değil… demirleri çıkmış sefil bir yatak. Fakat sizi rahat ettirebilmek için elimden gelen her şeyi yapacağım. Hemen telgraf çekip ilk trenle yeni bir karyola getirteceğim.
SAŞA: (Babasına yardım etmeye devam ederek) Hadi, gel baba, çok yorgun olmalısın.
TOLSTOY: (Bir kez daha durur) Bilmiyorum… galiba haklısın, evet ben yorgunum, bütün uzuvlarım çekiliyor sanki. Çok yorgunum, ama yine de beklediğim bir şey var… insanın uykusunun gelmesi ve beklediği güzel bir şeyi uykuda kaybetmek istemediği için ayık kalmak zorunda olması gibi bir şey… çok tuhaf, hiç böyle olmamıştım… belki de bu ölümün habercisi… Siz de bilirsiniz ya, ölümden yıllarca hep korktum, bu öyle bir korku ki, yatağımda yatamaz olmuştum, bir hayvan gibi haykırtacak ve yerlerde süründürecek bir korku. Şimdi, ölüm belki de şu odada, beni beklemektedir. Bense, hiç korkmadan onun karşısına çıkıyorum. (Saşa ve Duşan, onu kapıya kadar getirirler.)
TOLSTOY: (Kapıda durur ve içeriyi seyreder.) Burası ne kadar güzel, ne kadar da sevimli bir oda. Küçücük, dar, ba sık ve sade bir oda… böyle bir el yatağını, yabancı bir diyarda, yabancı bir evde, içinde yaşlı ve yorgun birisinin yattığı böyle bir yatağı düşlememiş miydim hep… dur, bekle, neydi o yaşlı ve yorgun adamın adı? Birkaç yıl önce adından söz ettiğim şu yaşlı adam; adı neydi onun, acaba? Hani zengin olup da pek sefil olarak eve dönen yaşlı adam… Ah, benim şu aptal kafam!.. Bu ihtiyarın adı neydi?.. Vaktiyle zengin olup da sırtındaki gömleğinden başka bir şeyi bulunmayan, onu sürekli üzen karısının ölürken bile yanında bulunmadığı adam? Evet evet, şimdi anımsadım; öykümdeki adı Korney Vasilyev idi. Tanrı, ihtiyarın öldüğü gece karısının aklını başına getirir ve Marfa, yani karısı, kocasını bir defa daha görmek üzere gelir. Ama kadın çok geç kalmıştır; kocası, bu dünyaya gözlerini sonsuzca kapatmış, başka birinin yatağında boylu boyunca uzanmaktadır. Kadın, Sonya Andreyevna artık onu tanımaz… (Uykudan uyanır gibi) Hayır hayır, adı Marfa idi… her şeyi birbirine karıştırıyorum artık… Evet, haklısınız, uzanmalıyım. (S aşa ve İstasyon Şefi, Tolstoy’u yatağına götürürler. Tolstoy, İstasyon Şefine) Sen, tanımadığım adam, sen bana evinin kapısını açtın, yatağını bana verdin. Bunun için sana teşekkür ederim. Şükürler olsun ki, ben de Korney Vasilyev gibi yabancı bir evde, bir el yatağında sefil bir biçimde öleceğim… (Birden irkilerek ) Ama, kapıları kapatın ve içeriye kimseyi bırakmayın, artık insan yüzü görmek istemiyorum… onunla, sadece onunla baş başa olmak, yaşamım boyunca olduğumdan daha yakın, daha içten olmak istiyorum onunla. (Saşa ve Duşan, onu yatak odasına götürürler. İstasyon Şefi, arkalarından kapıyı dikkatle kapatır ve şaşkın şaşkın durur orada.)
(Dışarıdan camlı kapıya şiddetle vurulur, İstasyon Şefi kapıyı açar ve Polis Müdürü, hızla içeri girer.)
POLİS MÜDÜRÜ: Lev Tolstoy size ne anlattı? Yukarıya bildirmem gerek, her şeyi bildirmem gerek. Son günlerini burada mı geçirmek istiyor? Burada ne kadar kalacak?
İSTASYON ŞEFİ: Bunu ne kendisi biliyor ne de bir başkası. Ancak Tanrı bilir.
POLİS MÜDÜRÜ: Fakat onun devlet malı olan böyle bir binada kalmasına nasıl izin verebildiniz? Üstelik burası sizin çalışma odanız, bir yabancıya veremezsiniz.
İSTASYON ŞEFİ: Lev Tolstoy’un benim kalbimde özel bir yeri var. Kardeşimden bile yakındır bana o.
POLİS MÜDÜRÜ: Ama görevinizin gereği olarak ona, burada ne yaptığını sormalıydınız.
İSTASYON ŞEFİ: Ben vicdanıma sordum.
POLİS MÜDÜRÜ: Öyleyse sorumluluğu siz üstleniyorsunuz. Bunu hemen rapor edeceğim… böyle bir sorumluluğu üstlenmek çok müthiş bir olay. Yukarıdakilerin Lev Tolstoy’a karşı ne düşündüklerini bilebilseydik keşke!..
İSTASYON ŞEFİ: (Çok sakin) Sanırım ki, yukarıdakilerin Lev Tolstoy’la arası hep iyi olmuştur…
POLİS MÜDÜRÜ: (İstasyon Şefi’nin yüzüne şaşkın şaşkın bakar.)
(Duşan ve Saşa, odadan çıkarlar ve kapıyı dikkatlice çekerler.)
POLİS MÜDÜRÜ: (Hızla uzaklaşır.)
İSTASYON ŞEFİ: Saygıdeğer Kontumuz nasıllar?
DUŞAN: Çok sakin, yüzünün bu kadar sakin olduğunu hiç görmedim. İnsanların kendisinden hep esirgediği şeyi, iç huzuru sonunda burada bulabildi. Tanrı’yla ilk kez baş başa kalıyor.
İSTASYON ŞEFİ: Benim gibi sıradan bir insanın soru sormasını bağışlayın, fakat olanları bir türlü anlayamıyorum. Nasıl olur da Tanrı, Lev Tolstoy gibi bir insanı evinden kaçıracak ve burada, benim sefil yatağımda, ona asla layık olmayan yatağımda ölmek zorunda bırakacak kadar büyük acılara boğabiliyor… Nasıl olur da insanlar, saygın Rus insanı, böylesine değerli birini bu duruma düşürür… ona saygı göstermek, onu sevmek yerine nasıl olur da böyle davranabilirler.
DUŞAN: Özellikle bir büyük insanı sevenler, çoğu kez onunla yaptıkları arasında kalırlar ve o, kendisine en yakın olanlardan kaçmak, uzaklaşmak zorunda kalır. Yazgısının böyle sonuçlanması iyi: Ancak bu ölüm sayesinde yaşamı anlam kazanacak ve kutsallaşacaktır.
İSTASYON ŞEFİ: Fakat yine de anlayabilmiş değilim, bu insan, kutsal Rus topraklarının yetiştirdiği bu eşsiz hazine, biz insanlar yüzünden acı çeksin ve bizler yerimizde oturup günümüzü yaşayalım… bu durum karşısında insan olarak soluğumuzdan bile utanmalıyız…
DUŞAN: Ona üzülmeyin, ona acımayın, iyi yürekli ve sevimli insan. Renksiz ve sıradan bir yazgı onun büyüklüğüne uygun düşmezdi. Eğer o, biz insanlar yüzünden acı çekmemiş olsaydı, bugün asla bir Leo Tolstoy, bütün insanlığın Tolstoy’u olamazdı.
Stefan Zweig
İNSANLIĞIN YILDIZININ PARLADIĞI ANLAR
ON İKİ TARİHSEL MİNYATÜR
DENEME
Almanca aslından çeviren: KASIM EĞİT
CAN YAYINLARI
TANRI’YA SIĞINIŞ
Leo Tolstoy’un “Karanlıkta Bir Işık” adlı tamamlanmamış dramı için yazılan bir sondeyiş.
1910 Ekim sonu