Önce Ekmek – Orhan Kemal

Orhan Kemal´in 1968 yılında yazdığı ve 1969 yılında hem Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü hem de Sait Faik Hikaye Armağanı kazanan kitabı Önce Ekmek, bu büyük romancının öykücülükte de ne kadar büyük bir kalem olduğunu gösteriyor. Kent insanının yaşama ve şehre tutunma uğraşısını, kavgasını anlatan bu öyküler, tüm Orhan Kemal yapıtlarında olduğu gibi, okurun insana dair inancını besliyor, güçlendiriyor ve direnme gücünü artırıyor.
Orhan Kemal´in kitapları bir okurun hayatta rastlayabileceği o çok nadir hazineler arasında yer alır. Çok aza yazar okurunun dünyasında onun kadar iz bırakır, okurunu onun kadar biçimlendirir. Orhan Kemal umudu ve aydınlığı yeniden kazanmamız için yol gösterir bize.”
*”Önce Ekmek; bu söz kullanıldığı yere ve zamana göre, kimi zaman bir slogan, kimi zaman bir dram, kimi zaman bir öfkedir. Ancak bu söz nerede söylenirse söylensin, kanaatimce, kaygıyı ifade ediyor. Nitekim, “önce ekmek” sözü, para akışının yön verdiği çağımızda, dünya nüfusunun çoğunluğunun temel kaygısını ifade ediyor. Toplumcu gerçekçi Türk edebiyatının usta ismi Orhan Kemal’in de temel kaygısı “önce ekmek” oldu şüphesiz. Orhan Kemal külliyatını iyi takip edenler çok kere “önce ekmek” sözü ile karşılaştıklarını hatırlayacaklardır. “Önce ekmek” diyerek hayallerini bırakan nice kahramanı vardır hayatımızın. Orhan Kemal’in kahramanları da onlardır. Yine de umutludur Orhan Kemal. Kahramanları da öyle. Çünkü “müşterek” istekleri olan insanlık, günün birinde ekmek için hayallerini terk etmeyecek ve daha güzel bir dünya kuracaklardır. İşte bu insanların, bu özlemlerin hikâyelerinden oluşan Önce Ekmek kitabı geçtiğimiz günlerde Everest Yayınları tarafından tekrar basıldı.

ÖNCE ÇOCUKLAR
Önce ekmek diyenlerin dünyasından, çocuklara eserlerinde önemli bir yer veren Orhan Kemal’in bu öykü kitabında da çocuklar ön planda. Kitaptaki 17 öykünün sekizinin baş kahramanı çocuklar. Kitaba ismini veren Önce Ekmek ile Bir Çocuk, Üçüncü, Tarzan, Çocuklar, Sevmiyordu, Elli Kuruş, Sağ iç öyküleri direkt çocukları konu edinen öyküler. Bu öykülerde çocuklar “ekmek kavgası”nın neferleri oldukları gibi tam da Orhan Kemal’in inandığı ışıklı, aydınlık tarafları olan kişiler. Orhan Kemal, insanlığın yarını adına görmek istediklerini çocukların dünyasında somutlaştırıyor. Elli Kuruş öyküsünde, yazara elli kuruş borcu olan bir çocuğun ölmeden önce borcunu vermeyi unutmayışı bir dram olmakla beraber, ahlakın ve erdemin bir çocuğun şahsında somutlaşmasıdır. Yazarın öyküdeki şu satırları, yaşamımızdaki çocuk gerçekliğinin de özetidir adeta: “Bir başka çocuk getiriyordu gazetemi. Bu, ondan da cılız, ondan da üfürsen uçacak gibiydi. Onun da başka bir hikâyesi vardı çocuk omuzlarında taşıdığı.”(s. 76)

UMUTLU GERÇEKÇİLİK
Orhan Kemal, kendisini gerçekçi bir yazar olarak tanımlarken önemli bir farkının da olduğunu söylüyor. O, kendini “Aydınlık gerçekçi” bir yazar olarak tanımlar. Yani, insana inanan, yarını kurma mücadelesinde öncelikle insana önemli bir rol veren bir yazardır o. İnsanlar her ne kadar umutsuzsa da onların ışıklı bir tarafı vardır. O, bunları anlatmaktadır. “Önce Ekmek” kitabındaki Coni öyküsündeki şu sözler buna örnektir: “Ufak tefek, kara kuru bir adam. İçine kapanmış, iyicene kapanmış içine. Dünyaya, insanlara, insanların çeşitli taşıtlar akan caddelerine, caddelerin kıyılarındaki irili ufaklı evlere, dükkânlara, mağazalara, apartmanlara küsmüş. Kavruk mu kavruk. Ama bu küskünlük, kavrukluk, saçlarını ıslatıp ayna karşısında sıkı sıkıya taramasına engel olamaz. (…)” (s. 30) Duru bir Türkçeyle yazılmış öykülerde dikkatimizi çeken bir diğer nokta, Orhan Kemal’in insan psikolojisini yansıtmaktaki başarısı. “Avucunda sinek. Kalktı. Uzaklarda deniz, yakınlarda kırmızı topraklar, yeşillikler içinde köşkler, Kızıltoprak. Görmüyordu. Kanadından yakalamıştı sineği. Sinek tek kanadıyla vızzz. Dönüyor, dönüyor, çırpınıyordu tek kanadıyla. Kaçamıyordu, kaçamayacaktı, kaçamazdı. Tutsaktı sinek, tutsak!” (Uzman, s. 104) Orhan Kemal’in yaklaşık 40 yıl önce yayımlanmış bu öyküleri hem konularının güncelliği hem dildeki başarısıyla Türk öykücülüğünün kilometre taşlarından biridir. Önce Ekmek/Orhan Kemal/ Everest Yay., 2007/ 110 s.”
* Mazlum Vesek, 07 Şubat 2008 Cumhuriyet Kitap

Kitaptan Bir bölüm

Geceydi.
Ayten tavanda yanan ufacık ampulün ışığında sırtüstü uzanmıştı sedire. Elinde günlük bir gazetenin haftadan haftaya verdiği eklerden biri. Görmeden bakıyordu. Oysa neler yoktu ekin o sayfasında genç kız kalplerini hoplatacak. Eldivenlerden söz ediyordu ek. Kumaş, yün, saten, podanj, desenli, desensiz. On beş liradan yetmiş beş liraya kadar. Sonra pudriyerler. Gümüş, sarı maden. Yetmiş beş liradan üç yüz liraya kadar. Bilezik, tarak, çeşitli kolyeler, gece ayakkabıları, botlar, çantalar.. Sonra gece elbiseleri, şapkalar, boneler, orlon, yün, naylon kazak, bluzlar, tuvalet makyaj takımları, vazolar, şekerlikler, seramikler..
Elindeydi ek, bakıyordu görmüyordu. Artık ne olursa olsun okula bir tekme, çalışacaktı.
Az sonra kimbilir hangi İstanbul meyhanesinden fitil gibi sarhoş dönecekti babası. Açacaktı ağzını yumacaktı gözünü..

“Bıktım usandım sizden Hanım. İşler akıntıya gitti kazanamıyorum diyorum, anlamıyor musunuz.. Maksadınız beni öldürmek mi.. Ben ölünce çalışmaya köpek gibi razı olmayacak mısınız.. Sen de çalış. Kızın da çalışsın. Deyin ki öldüm yahu..”

Bir zamanlar ilkokula kuş cıvıltılarını anımsatarak gidip geldiği mahalle arkadaşlarından çoğu gibi o da artık veda etmeliydi ortaokula. Ortaokula, ardından gelecek liseye, üniversiteye, doktorluğa. Yarı aç yarı tok, birbirini kesen sokaklarla dolmuşların otobüslerin vızır vızır gelip geçtiği caddeleri yürüyerek, beş parasız ama hiçbir şeye imrenmeden gidip gelişlere bir son demeliydi artık.

İlkokuldan sonra öğrenime sırt dönüp ekmek ardında koşan arkadaşları gibi o da trikolarda çalışacaktı. Annesi kaç kez iki gözü iki çeşme:

“Aman yavrum, bakma sen babana. Oku, yeteneğin de var bırakma okulunu,” demişti.

Elindeki eki attı.

Babası hiç olmazsa annesinin çamaşıra, temizliğe falan gitmesini istiyordu. Gecelerce dinlemişti kavgalarını, gözyaşları içinde..

“Babanın savcı olduğu zamanlar tarihe karıştı Hanım.

“Bağırma, komşulardan utan. Ele güne karşı rezil olduğumuz yeter!”

“Artık rezalet de, vezaret de vız gelir bana!”

“Bana gelmez. Kızımız var. Çocuğunun geleceğini düşün.!”

“Beni düşündüler mi.. Benim geleceğimi düşündüler mi.. On beşimde yoktum boynuma işporta takılıp sokaklara salıverildiğimde. Benim canım yok muydu.. Ben insan değil miydim.. Ben okumak istemiyor muydum.. Okuyan, meslek sahibi olan arkadaşlarıma hala içim yanarak bakmam mı.. Kim acıdı bana, kim çekti nazımı..”

“Neden evlendin, neden çocuk yaptın?”

“Pencerede yolumu gözlemesen..Romanlarımın arasına aşk mektupları koymasan..”

“Susss!”

“Ne var gene komşular mı?”

“Hayır, kız uyanıktır duyar..”

“Duysun, duysun be! Neyimeydi benim evlenmek. Hem de koskoca savcı kızıyla.. Çalışan bir kadın yeter de artardı bana. Birbirimize yük olmadan..”

“Evet, öylesi daha iyiymiş ama geçti.”

“Geçtiyse.. Zararın neresinden dönülürse kardır. Madem kızının okumasını istiyorsun.. Çamaşıra git, aşçılığa git.. Beni düşünme, kızını düşün..”

Yorganın altında sıcak gözyaşları dökerek gecelerce dinlemişti. Dışarda karlar savrulur, acı rüzgar kendini yerden yere çalar.. Sonra baharlar gelir.. Evde gecelerce süren bu atışma değişmezdi. Annesi sızılı, kalbi pır pır, gözlerinden kara kara gölgeler uçuşan dermansız kadın, nasıl giderdi el kapılarının çamaşırına, yemeğine, söküğüne dikiğine..

Kirası aylarca ödenmeyen evin sokak kapısı çalındı. Ayten anladı. Fırladı sedirden koştu kapıyı açtı. Babasıydı. Şarap kızılı vurmuş ablak, koskocaman yüzüyle öfkeli girdi içeri. Bakmadı bile yüzüne kızının.

Çalışsınlardı efendim. Meyhanedeki emekli haksız mıydı..

“Baktım işler gitti akıntıya. Emeklilik maaşı yetmiyor. Oğlanla kızı seferber ettim. Şimdi ikisi de işte. Evimize refah geldi, refah..” demişti.

Sonra da eklemişti:

“Önce ekmek..”

Altları delinmiş, sarısını atmış, kat kat pençeli pabuçlarını çıkardı. Ağır ağır çıktı merdiveni..

“Önce ekmek.. Sonra başkası.. Okumak, meslek sahibi olmak.. Evet ama neyle? Önce ekmek, sonra her şey.. Bir bu kadar daha yaşayacak değilim. Bana ne kızımın ben öldükten sonraki doktorluğundan.. Kendi gibi bir doktorla ya da eczacıyla evlenir..”

Az önce Ayten’in uzandığı sedire kendini bıraktı.

Ayten çok eskilerde olduğu gibi geldi, babasının dizine oturdu. Kolunu boynuna attı. Babası bir şeyler sezmiş gibiydi. Okşadı kızının gür kumral saçlı başını. Yolda hanımı için düşündüğü çok ağır şeyleri unutuverdi. Oysa gene pek çok gecelerde olduğunca sövüp sayacaktı. En çok da hanımının savcı babasını karıştıracaktı..

“Okulu bırakıyorum babacığım..”

Adam tokatlanmışçasına şaşırdı..

“Neden?”

“Çalışacağım.”

“Nerede?”

“Trikolarda.. Arkadaşlarım var orada çalışan. İlk girişte az para veriyorlarmış ama.. Zamanla, ustalaşınca.. Hem biliyor musun, onlarla çalışacağım diye öyle sevindiler ki. Yarın sabah başlıyorum..”

Günlerden beri kızıyla hanımının çalışmasını isteyen babanın içinden pişmanlığa, acımaya ilişkin bir şeyler geçti. Ağlayacak kadar duygulandı..

“Hanım,” diye seslendi. “Hanımcığım..”

Uzun boylu, kupkuru renksiz kadın sabunlu ellerini kirli önlüğüne kurulayarak geldi..

“Efendim!”

Adam konuşamadı.. Bu kız çalışmak istiyormuş, haberin var mı diyemedi. Dese boşanacaktı. Hanımına uzun uzun baktı.. Bakıştılar..

Ayten babasının ayakucunda dikiliyordu. Parmaklarıyla oynuyordu.. Ayrıldığı okulunu, daha çok da çok sevdiği kimya dersini düşünüyordu. Kimya, biyoloji, matematik.. Yarın için hazırlanacak yığınla ödevi vardı. Şimdi otursaydı masa başına, gece yarısı hazır olabilirdi ancak. Ama yıllardan beri ilk kez kimyacı, belki de matematikçi Ayten’i soracaktı. Arkadaşları, gelmedi efendim, diyecekler öğretmeni şaşırtacaklardı. Yıllar yılı okula kırk derece ateşle gelip tüm zorlamalara karşın eve dönmeyen Ayten neden gelmezdi? Onunla övünüyorlardı. Biyoloji öğretmeni aklına sokmuştu doktor olmayı. Bir de komşuları varisli Hediye Nine.. Yıkıldım yıkılacak bir ahırda terk edilmiş yetmişlik bir kadındı. Komşular yiyecek.. Arada eski teneke mangalına kömür ateşi, sırtına geçirecek üst baş vermeseler.. Yapayalnız çıldırmasa bile, acı rüzgarların kendini yerden yere vurduğu gecelerden birinde, belki de sabaha sağ çıkmazdı..

“Hediye Nine!”

“Yavrum.”

“Ben doktor olunca seni muayenehaneme alırım, varislerini iyileştiririm.”

“İnşallah kızım.”

“Sırtına beyaz bir iş gömleği, ayaklarına pabuç..”

“O zaman beni unutursun kız.”

“Unutmam Hediye Nine, vallahi unutmam.”

“Ya unutursan..”

“İki gözüm kör olsun ki unutmam.”

“Aman yavrum o nasıl söz, düşmanların gözü kör olsun. Unutsan bile değil mi ki bu kadar düşünüyorsun.. Bu da yeter bana..”

Dışarıda sulusepken mahalleye saldırıyor yine. Aklına Hediye Nine geldi. Koştu mutfağa. Bir kap aldı. Mercimek çorbası doldurdu. Bir parça ekmek, kocaman bir soğan, biraz tuz.. Babasıyla annesinin ne konuştukları umurunda bile değildi. Evden yıldırım gibi fırladı. Sulusepken az kalsın uçuracaktı Kurşun gibi daldı Hediye Ninenin yarı aralık kapısından içeri. Az önce bir komşu bir parça kömür ateşi getirmişti. Sırtında yorgan adına bir mitil, kapanmıştı ateşe. Elli beş yıl önce İstanbul?un yine böyle mahalleyi döven sulusepkenini düşünüyordu düşündüğünü seçemeden. On beş yaşındaydı.. Zeyrek’in arka mahallelerinden birinde, saçakları dantela gibi işli kocaman bir ahşap evin merdivenlerini genç ayaklarıyla kurşun gibi iner çıkardı. Karların savrulduğu, ayazların kestiği erken sabahlarda, dirseklerine kadar çemirli tombul kollarıyla su taşırdı köşe başındaki çeşmeden..

“Hediye Nine bak ben geldim.”

Uyandı elli beş yıl önceki İstanbul’un sulusepken sabahından. Baktı Ayten’e..

“Hoş geldin yavrum..”

“Ne düşünüyorsun?”

“Bilmem..”

“Bak sana mercimek çorbası, ekmek, bir de ne getirdim..”

Bilirdi..

“Soğan mı?”

“Al.. İyi ettim mi..”

“Sağol yavrum. Her şey gönlünce olsun..”

Sonra çorba sahanı, ekmek, soğanı oracığa bırakıp doğrulmakta olan kızın kumral başını avuçlarıyla tuttu. Yanaklarını öptü..

“Ayten,” dedi. “Ayten’im benim. Yavrum. Sen doktor oluncaya kadar bekleyeceğim, ölmeyeceğim..”

Ayten kendini tuttu..

“Kaç yıl vardı doktor çıkmana Ayten?”

“Sekiz.”

Hediye Nine parmaklarıyla hesapladı. O zaman yetmiş sekiz yaşında mı olacaktı.. Sekiz yıl daha yaşayabilir miydi.. Ama bunları genç kıza söyleyemezdi.. Neşesini kaçıramazdı..

“Muayenehaneni silip süpüreceğim. Hastalarına bakacağım. Sen de benim şekerimi, midemdeki yelleri, bağırsak ağrılarımı iyi edeceksin değil mi..”

Ayten kendini güç tutuyordu..

“Elbette,” dedi her zamanki gibi..

Sonra dışarının sulusepkenini yıldırım gibi geçti.

Kitabın Künyesi
Önce ekmek / Orhan Kemal
Everest Yayınları
8. Baskı: Ocak 2009
Kapak: Utku Lomlu
Editör: Sırma Köksal
Sayfa: 110

Bir yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir