Ortaçağ Avrupası’nda Panayırlar ve pazarlar

Ortaçağ şehri bugün Japon modelinden yola çıkarak devletle piyasanın birlikte hareket ettiği karma ekonomi diyeceğimiz şeyin bir örneğiydi. Ortaçağ Parisi’nde Seine nehrinin kullanılma biçimi devlet ve piyasanın nasıl karıştığına dair bir fikir verir.

Bu nehir üzerinde başka bir yerden yüklenmiş mallarla dolu bir gemide yolculuk yapanları hayal edelim. Gemi Paris’e vardığında Grand Pont’da bir duhuliye vergisi ödüyor ve taşıdığı mallar marchands de l’eau (su tacirleri) adlı yerel bir şirket tarafından kaydediliyordu. Eğer bu mallar arasında şehrin başlıca ithal mallarından biri olan şarap da varsa, limanda bu yükü yalnızca Parisliler indirebiliyordu ve şarap taşıyan bir gemi limanda ancak üç gün demirli kalabiliyordu.

Bu düzenleme trafiği epeyce rahatlatsa da denizci tüccarı mallarını satma konusunda muazzam bir baskı altına alıyordu. Nitekim limanlarda çılgınca bir hareketlilik hüküm sürüyordu, her dakika önemliydi.

1200 yılında Seine üzerinde yalnızca iki önemli köprü vardı: Grand Pont ve Petit Pont. İkisinin de iki yanı evler ve dükkanlarla doluydu ve her köprü belli tüccarların yeriydi. Örneğin Petit Pont’daki eczacılar, aşağıdaki limanda indirilen baharatları alıp ilaca dönüştürüyorlardı. Şehir ilaçlarda kullanılan malzemelerin katıksızlığı ve gücü konusunda belli kurallar getirmişti. Nehirde avlanmak bile “kralın, Notre-Dame ruhani meclisinin ve Saint-Germain-des-Pres manastırının koyduğu kurallara tabiydi. Belli bir büyüklüğün altındaki sazan, turna ve yılan balıklarını avlamayacakları konusunda İncil üzerine yemin eden balıkçılarla üç yıllık sözleşmeler yapılıyordu.

Tacirler köprülere ve limanlara mallarını getirdikten sonra satılacak mallarını sokaklara oranla daha geniş çaplı ticaret yapılması için hazırlanmış mekânlar olan panayırlara naklediyorlardı. Bazı mallar satıldıktan sonra ticaret yolu üzerindeki diğer şehirlere götürülmek üzere panayırlardan limanlara geri getiriliyordu. Bazıları da sokakların daha yerel ekonomisi içine karışıyorlardı. Ortaçağ Parisi’ndeki en önemli panayır Karanlık Çağ’ın en karanlık zamanlarından, yedinci yüzyıldan başlayarak her yıl şehrin yakınlarındaki bir panayır alanında kurulan Lendit Panayırı’ydı. Avrupa’da kentlerin gerilediği dönem boyunca Lendit gibi panayırlarda ticaret yapmak demek küçük, yerel alışverişler yapmak demekti. Buralarda paradan çok mal değiştokuşu geçerliydi, profesyonel aracılar sahneye çok nadiren girerlerdi. Gelgelelim panayırlar şehirler arasındaki ilk organik bağlantıları geliştirip pazarları birbirlerine bağladılar/

Ortaçağın ortalarına gelindiğinde malların sergilendiği bu panoramalar dev ve gelişkin nümayişler haline geldiler. Büyük panayırlar artık açık hava tezgâhlarında ya da çadırlarda yapılmıyordu. Ekonomi tarihçisi Robert Lopez’in yazdığı gibi “sektörel ya da uzmanlaşmış ticaret yapılan gösterişli salonlarda, üstü kapalı plazalarda ve kapalıçarşılarda” yapılıyordu. Pavyonların üzerinde bayraklar ve süsler asılıyor, aralara insanların yiyip içerek ticaret yaptıkları uzun masalar açılıyordu. Azizlerin heykel ve resimlerinin sergilenmesi debdebeyi iki kat artırırdı çünkü panayırlar dini bayram ve şölenlerle aynı zamanlarda yapılıyordu. Bu da tüccarların olası müşterileriyle bol zamanları varken pazarlık yapma fırsatına sahip olmaları anlamına geliyordu. Panayırlar dini ayinlere bağlı olduğu için ticaret süresini uzatma arzusu çoğunlukla tapınılan azizlerin sayısını artırmayı teşvik ediyordu. Dini bayramlar ticareti onaylıyormuş gibi görünmesine rağmen parfüm, baharat ve şarap ticaretini kutsamaları için azizlere başvurulması yüzünden birçok din adamı bu bağlantıya çok kızıyordu.

Bu Ortaçağ panayırlarının ihtişamı modern gözü yanıltabilir çünkü bu panayırlar renklilikleri ardında ölümcül bir ironiyi gizliyorlardı. Panayırların tanıtım imkanı sunduğu kent ekonomisi geliştikçe panayırların kendisi zayıflıyordu. Örneğin on ikinci yüzyıla gelindiğinde Lendit Panayırı Paris’teki metal ve dokuma işçilerine kendi mamullerini satma şansı veriyordu. Parisliler bu mamuller için her yıl şehrin daha da uzaklarından gelen ve sayıları her yıl artan müşteriler buluyorlardı ve çok doğal olarak panayırda buldukları müşterilerle sadece sezonluk olarak değil bütün yıl boyunca ticaret yapmayı istiyorlardı. Böylece, “Ticaret Devrimi ilerledikçe yapılan işlemlerin mutlak hacmi … genişlemeyi sürdürse de [panayırların] toplam ticaret içindeki payı kaçınılmaz olarak azaldı.” Yani ekonomik büyüme denetlenebilir olan, tek bir yerde yapılan ticareti zayıflattı. Metal işçileri ve dokumacılar başlarda sezonluk panayırlarda karşılaştıkları müşterilerle artık bütün yıl, hem de çalıştıkları sokaklarda alışveriş yapmaya başladılar.

Ön üçüncü yüzyılın ortalarında din adamı Humbert de Romans şunu yazıyordu: “Pazarlar ve panayırlar çoğunlukla aralarında ayrım gözetmeksizin kullanılan terimler olmasına rağmen, aralarında bir fark vardır.” Özellikle de şehrin sokaklarında her hafta kurulan pazarlara, o gözenekli mekândan çoğunlukla avlulara, hatta şehrin çeşitli yerlerindeki sayısız küçük mezarlığa taşan pazarlara atıfta bulunuyordu. On ikinci yüzyıl boyunca bu sokak pazarları yıllık panayırlarda başlayan ticareti haftalık olarak sürdürüyor, deri ve metal eşyalar sergiliyor, duvarları kumaştan açıkhava bürolarında mali hizmetler ve sermaye sunuyordu. Şirketler kazandıkları altını sokaklardan çok uzak yerlerde saklıyorlardı.

Bu pazar mekânları devletin ticarete kurallar koyma gücünü aşıyordu. Bir sokakta kurallar yüzünden başı derde giren eşya satıcıları tezgâhlarını bir başka sokağa kaydırıveriyorlardı. Üstelik bu pazarlar panayırlardaki dini kısıtlamaları da kırıyorlardı. Kutsal günlerde alışveriş yapılıyordu, tefecilik yaygınlaşmıştı. Hem o dönemin hem de daha sonraki dönemlerin yazarları belki de pazar kısıtlamalardan uzak bir yer olduğu için onu panayıra veya pazar kurulmayan sokaklara göre çok daha saldırgan bir ekonomik mekân olarak görüyorlardı. “Pazarlar ahlaki bakımdan genellikle panayırlara göre çok daha kötü yerlerdir,” diyen Humbert de Romans, ikisi arasındaki karşıtlığı şöyle geliştiriyordu:

Pazarlar bayramlarda açılıyor, bu yüzden de insanlar dini vazifelerini yerine getiremiyorlar… Bazen de mezarlıklarda ve başka kutsal yerlerde kuruluyorlar. Sık sık insanların şöyle yeminler ettiklerini duyuyorsunuz: “Vallahi o kadar para veremem”.,. “Vallahi bu kadar etmez.” Bazen de pazardaki fiyatların suçu Tanrı’ya yükleniyor ki bu tanrıya ihanet ve sadakatsizliktir… Kavga çıkıyor… içki içiliyor.

Humbert de Romans pazarları ahlaki açıdan panayırlara göre daha kötü hale getiren şeyin ne olduğunu açıklamak için bir hikaye anlatır:

[Bir adam] manastıra girdiğinde orada birçok şeytan olduğunu ama pazar yerine gittiğinde sadece bir tane olduğunu, onun da yüksek bir direkte tek başına durduğunu görür. Bu onu hayrete düşürür. Ama ona manastırda her şeyin ruhları Tanrı’ya ulaştırmaya yardım edecek şekilde düzenlendiği, bu yüzden de keşişleri yoldan çıkarmak için bu kadar çok şeytan gerektiği, halbuki pazar yerinde herkes kendinin şeytanı olduğu için tek bir şeytanın yeterli olduğu anlatılır.

Pazarda “herkesin kendinin şeytanı” olduğu tabiri hikayeyi ilginçleştirir. Ekonominin insanı başkaları karşısında bir şeytan haline getirmesini anlayabiliriz ama neden kendisi karşısında şeytanlaşır? Tabii ki akla dini bir yorum geliyor: Saldırgan rekabet şeytanı insanı kendi içindeki en iyi şey, yani merhamet karşısında duyarsızlaştırır. Ama o dönemde daha dünyevi bir açıklama da aynı ölçüde yaygındı: Dizginsiz ekonomik rekabet sonuçta kendi kendini tahrip edebilirdi. Kazanç elde etmeyi uman ekonomik hayvan panayır gibi yerleşik kurumları enkaz haline getirerek aslında kaybedebilirdi. Bunların hepsi zaman meselesiydi.

Richard Sennett

TEN VE TAŞ
Batı Uygarlığında Beden ve Şehir
Çeviren: TUNCAY BİRKAN
Metis Yayınları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir