“Otomatizasyon sürdükçe insanın tüm organları kuruyup gidecektir – düğmeye basan parmağı dışında.” Frank Lloyd Wright
I
“Işık olsun,” dedi Tanrı. “Ve ışık oldu.” 1986’da, Frankfurt’tan Paris’e giden bir trende, Avrupa’yı gezen iki Amerikalıya rastladım. Bunlardan biri, yolculuğun verdiği yakınlık içinde bana bir akrabasından söz etti: Bu akrabası, Sovyetler Birliği’yle bir savaş olması halinde Avrupa’da bilmem kaç tane füzenin fırlatılmasını sağlayacak düğmeye basmakla yükümlüymüş. Yirminci yüzyılın ikinci yarısı, hap yutan bir toplum olarak nitelendiriliyor. Duygularımızı haplarla düzenliyoruz ki bu da totalitarizmin bir başka örneği tabiî. Ayrıca, “düğmeye basan” bir toplum da olduk. Çevremizdeki dünyayı düğmelerle denetliyoruz. Düğmeye basmak sihirli bir iş. Düğme, muazzam bir gücün kaynağı. Düğmeye bastık mı, öldürüyoruz. Düğmeye her basışımızda, bir şeyleri oldurduğumuz zihniyeti kafamızda güçleniyor. Çocukların oyun dünyasının (“Zıp, sen öldün,” sonra da yatıp ölü taklidi yapmak) gerçeğe dönüştürülmesi bu. Düğmeler sayesinde görüntüler, sesler ve insanlar bir var, bir yok oluyor. Dünya hakkındaki bilgimiz, ilk elden deneyimler yerine giderek imgeler ve görüntüler aracılığıyla bize ulaştığından, imge ve görüntüler de hızla gerçeğin kendisi haline geliyor. Çocuklar oyun oynarken hayal kurarlar. Gerçekleri oynarlar. Bunun bir oyun olduğunu bilirler. Oysa bizim için düğmelere basmak ve bir şeyler oldurmak, hayatımızın son derece ayrılmaz, işlevsel bir parçası. Total(iter) bir denetim altındayız.
II
Düğme tümüyle kutsal, tümüyle güçlü. Televizyon seyrediyoruz. Ülkenin nefret edilen askeri diktatörü ekranda beliriyor. Ona sövüyorsunuz. Dalga geçiyorsunuz; pantolonunuzu sıyırıp kıçınızı gösteriyorsunuz ona. Onun üzerinde büyük.bir gücümüz var. Onu denetliyoruz (çağdaş bir voodoo mu acaba?). Düğmeye basarak onu odanın ortasına getiren biziz; düğmeye bir daha basıp onu aynı kolaylıkla yok edebiliriz. Özellikle, çevremizde bizimle birlikte televizyon seyreden başkaları da varken onu protesto ediyorsak, o zaman kendimizi büsbütün güçlü ve duruma hakim hissederiz. Diktatöre karşı giriştiğimiz kahramanca eylemin tanıkları vardır çünkü. Bu eylemimiz, tanıklar sayesinde kahramanca bir nitelik kazanır. Tabiî, protestonuzu yaparken, sizinle birlikte seyredenlerin bir kısmında bir korku ifadesi görürsünüz. Onlar, sizinle aynı ortamda bulunmaktan korkmaktadır. Durum öylesine gerçek, öylesine gerçekten gerçektir ki, bu onların yüreğine korku salar. Durum gerçektir, çünkü görüntü gerçeğin ta kendisidir. Görüntü gerçektir, çünkü biri, sizin bu tepkinize tanık olduğu halde bunu polise ihbar etmediği için tutuklanabilir, hatta işkence görebilir. Bu insanlar, sizin davranışınıza tanık olup bunu polise bildirmemekle, işbirlikçi olmuşlardır. Görüntü gerçektir; çünkü gerçekle biricik alışverişimiz bu görüntü aracılığıyla kurulmuştur. Ve bu alışverişin niteliği gerçek eyleme dayanmaktadır. Eğer görüntü gerçekse, o zaman bizim bu görüntü üzerindeki gücümüz de aynı oranda gerçektir. Sadece bir düğmeye basarak onu var edebilir, sonra da yok edebiliriz. Düğmeyi kullanarak pek çok yaratıcı ya da yıkıcı eylemde bulunuruz. Müzik aletimizde Chopin dinlerken telefon çalar, aletin sesini kısıp gider telefonda konuşuruz, sonra dönüp yeniden Chopin’in sesini açarız. Bütün bunlar ne kadar normal görünüyor değil mi? Homo sapiens’in bir milyon yıllık yaşam süresinin son yirmi-otuz yılı içinde düğmeli hayata ne çabuk uyum sağladık. Düğme üzerindeki güçlerimizi özgürce, her türlü denetimden uzak bir hezeyan içinde kullanmaktayız. Düğmeye istediğimiz zaman, istediğimiz yerde basıveririz. Düğme kullanımıyla ilgili etik ya da estetik kurallar yok. Chopin’i canımız isterse açar, istemezse kapatırız. Chopin üzerinde öyle bir denetimimiz, öyle diktatörce yetkilerimiz var ki kendimiz bile bunun büyüklüğünü ve anlamını kavrayacak durumda değiliz. Gücümüzü hissetmeden kullanırız. Düğmelere hissetmeden basarız. Bildiğimiz bir şey varsa o da düğmeye bastığımız anda bir şeyler olduracağımızdır: Sesler işitilecek, görüntü belirecektir. (“Işık olsun.”) Bu eylemimizi bir güç kullanımı olarak algılamayız; mekanik bir eylemden ibaret görürüz onu.
Bu davranışımızı derinlemesine irdeleyecek olsak, insanoğlunun -sembolik büyü dışında- yaşamı boyunca asla sahip olmadığı muazzam bir denetim ve güç kaynağını elinde tuttuğunu görürüz. Eylemlerinin bilincinde olmamak, insanoğlunun yüzyıllardır süregelen yıkıcılığının temel özelliklerinden biri. Doğaya ve uygarlığa karşı en yıkıcı eylemlerimizi, bunların bilincinde olmadan gerçekleştirdik. Sanayi devrimi ve endüstri merkezleri için şiirler yazdık: “Trik trak tak tak makinalaşmak istiyorum” (Nâzım Hikmet), “Chicago, dünyanın domuz kasabı, buğday istifçisi.” (Carl Sandburg). Bugün artık hiç benimsemediğimiz şeylere zamanında methiyeler düzdük. Bilimin gücüne ve Rönesans’a tapındık, tapınıyoruz – rasyonel bakımdan tabiî. Kendi türümüzün bütün öteki türlerden üstün olduğunu ileri sürdük ve tüm gereksinmelerimizin, başka canlıların ve gezegenimizin yok edilmesi pahasına karşılanmasını kendimize bir hak olarak gördük. Her şey insan için. İnsan en büyüktür. İnsan en yüce yaratıktır. Eşref-i mahlukat. Canlıların en akıllısı.
III
Bir kasetçaların düğmesine basıp bir Chopin noktürnünü susturmakla bir düğmeye basıp nükleer başlıklı füzeler fırlatmak arasındaki mesafe çok büyük değildir. Çeşitli amaçlar için düğmeye basmaya o kadar alıştık ki, düğmeye karşı duyarsızlaştık. Düğmeye basmak bir parçamız oldu artık: Nefes almak ya da gözlerimizi kırpmak gibi. Otonom sinir sistemimizin bir parçası gibi oldu düğmeye basmak. Yürürken nasıl ayaklarımızın hareket ettiğini düşünmüyorsak, düğmeye basarken de o anda ne yaptığımızı düşünmüyoruz. Düğmeye basma eylemi, zaman içinde, bu eylemin yaratacağı sonuçlardan bağımsız bir şeymiş gibi gelmeye başladı bize. Televizyonu ya da telefonu ilk görenler için, birkaç düğmeye dokunmakla Güney Amerika’dan birini görmek ya da onun sesini işitmek, sihir ya da keramet gibidir. Ama bu eyleme çarçabuk alışıveririz ve onu sıradan bir hak gibi görmeye başlarız. İşte bu eylemi, bu mekanik eylemi sıradan bir hak olarak benimsemek, ona alışmak ve sanki düğme organizmamızın bir uzantısı, bir ekiymiş gibi onu davranış sistemimizin içine katmak, düğmenin tüm yaşam biçimlerinin yok edilmesinde kullanımım kolaylaştırmakta dır. Düğmeyle birlikte ahlak dışı yaratıklar olduk. İnsan mühendisleri, ergonomi denilen ve insanla makineyi birbirine uydurmaya çalışan bilim dalını uzun süredir başarıyla uygulamaktalar. Bu uyum, kimi durumlarda, özellikle de savaş teknolojisinin kullanımında öyle ileri bir noktaya vardı ki, makine insanın uzantısı olacak yerde bunun tersi oldu. Ergonominin başlangıçtaki amacı, kullandığımız aletleri insanın fiziki özelliklerine uygun biçimde geliştirmekti. Örneğin, çiftçinin en az çaba ve sırt ağrısıyla en çok işi yapmasını sağlayacak mükemmel küreği geliştirmek; insanın gözlerini yoldan ayırıp ölümcül bir kazaya yol açmasını engellesin diye, bir bakışta arabasında neler olup bittiğini anlamasını sağlayacak mükemmel gösterge panelini hazırlamak gibi. Başlangıçtaki fikir sözümona buydu işte: Makinenin insan gereksinimlerine uyması ve insan hayatını daha kolay ve güvenli hale getirmesi. Derken, bir noktada makine egemen oldu. Hayat, etkili ve mükemmel sistemler bağlamında düşünülüp öğretilmeye, düşünce süreci de akımlar ve akış sistemleri bağlamında ele alınmaya başladı. Sibernetik, insan davranışlarını açıklamakta kullanılan bir paradigma halini aldı. Makine terminolojisinin giderek daha sık kullanılmasıyla birlikte, gündelik söz dağarcığımız da değişmeye yüz tuttu. Dilde insanın hayal ve isteklerine yapılan göndermeler giderek azalırken, makineyi betimleyen, makinenin işleyişini tanımlayan, niteleyen ve bunu bizim davranışlarımıza yansıtan bir dil ortaya çıktı. Dil, belirli ve kesin bir hal aldı. Mühürlenmiş, sımsıkı kapalı bir sistemi yansıtır oldu. Biz de kendi davranışlarımızı verimlilik açısından tanımlamaya başladık. Öğretmenlerin yerini tutacak eğitim-öğretim makineleri yapıldı. Bedenlerimizin ritmini düzenleyelim diye biofeedback teknolojisi geliştirildi. Mutfakta yemek pişirmekten tutun da arabayla işten eve dönerken nasıl davranmamız gerektiğine varıncaya kadar çok çeşitli ortamlardaki davranış biçimlerimize ilişkin zaman ve devinim incelemeleri yapıldı. Duygular gitgide geri plana itilirken, rastgele davranışlar sağlıksız sapmalar olarak değerlendirildi. İlkeler, küçük anlık ayrıntılar arasında kayboldu; hayat faaliyetleri uzmanlık dilimlerine bölünürken ilkeler yok olup gitti.
IV
Düğmeli toplum işte bu bağlam içinde, ilke ve duygudan yoksun gelişti. İyi yağlanmış, görevini yerine getiren, amaca ve hedefe yönelik, topluma cuk oturan eylemlerimizin sonuçta getireceklerini hiç mi hiç düşünmediğimiz bir bağlamdır bu. İlerlemekten, sürekli ilerlemekten başka hiçbir şeye ayıracak vaktimiz yok. Böyle yaptığımız için alkışlanıyoruz, böyle yaptığımız için kendimize alkış tutuyoruz. Dünyanın dört bir yanında gençlerin her Allanın günü düğmelere basıp uzay yaratıklarını, düşmanları, canavarları öldürdüğü ve aynı zamanda bu yaratıklar tarafından öldürüldüğü, paramparça edildiği, yalanıp yutulduğu bilgisayar oyunları üzerinde durmaya gerek yok. Burada ilginç olan, bu oyunların genellikle “kazanması” zor oyunlar olması. Yani oyunu oynayan, oyunun nihai hedefine varamadan ölmüş oluyor (ve bu da oyunun bittiği anlamına geliyor). Öldürüldükçe tekrar tekrar oynamayı sürdürüyor, oyun üstüne oyun oynuyor, hepsinde öldürüyor ve sonsuza dek öldürülüyor. Oyunu sürdürmesinin nedeni, yeterince öldüremeden kendisinin öldürülmüş olması. İnsan ilk oyunda bütün düşmanlarını öldürebilse, bu basit oyunu yeniden oynaması için belki bir sebep kalmayacaktı. Ama oyun böyle planlanmamış ki. Sonsuza kadar öldürülme ve öldürme. Düğmelerin bize bağışladığı totaliter denetim gücünün bir başka yönü de, yapılmış olanı yapılmamış hale getirebilme si. Düğmelere basarak ekran üzerinde sözcükler, görüntüler ve formüller yaratabilir, ardından başka bir düğmeye basıp bunların hepsini silebiliriz. Düğmeler ve ekranlar yüzünden, hiçbir şey kalıcı değil artık. Holografi (lazer görüntüleri) teknikleriyle, anlık ve geçici bir duygu olarak sanat eserleri bile “yaratabiliriz.” Bu görüntüleri istediğimiz an yaratır, istediğimiz an yok edebiliriz. Sırf düğmelere basıp birtakım programları başlatarak geleceğe ilişkin çeşitli senaryoları yaşayabileceğimiz simülasyon egzersizleri de yapabiliriz. Bir zamanlar başka insanlarla girdiğimiz etkileşim ve alışverişlerin yerini şimdi giderek insanla düğme arasındaki tek yanlı eylemler alıyor. Bir zamanlar ilişki dediğimiz şeydeki öteki insanın yerini düğme aldı şimdi. Aynı sonuca ulaştığımıza göre, bir anlamda buna hâlâ ilişki diyebiliriz. Eskiden bir Coca Cola alabilmek için birisinden istiyordunuz, şimdiyse bir düğmeye basıp alıyorsunuz kolanızı. Üstelik, şimdi “teşekkür ederim” diyen makineler bile var. Ama bir başka anlamda da aynı şey değil bu. Düğme daima emrinizde. Size hizmet sunmayı reddedemez. Bir ırkçı beyaz, bir zenciye kola vermeyi reddedebilirdi oysa. Yeni teknolojik gelişmeler ve düğmenin öteki insanın yerine geçmesiyle bu artık olanaksız. Siyah adam her zaman kolasını alacaktır. Düğme her zaman duyarsızdır. Öteki adam, diyelim mahalle bakkalı, “Bu kadar çok kola içmen doğru değil,” diyebilir. “Asit midene dokunabilir. Niye şu kayısı suyunu denemiyorsun onun yerine?” Ayrıca düğme, “Bugün biraz sıkkın görünüyorsun” ya da “Canın bir şeye mi sıkıldı?” diyemez size. Varlığınızın bütünsel bağlamı içinde sizinle ilgilenemez. O ancak davranışınızın standartlaştırılmış ve kesitlere bölünmüş bir parçasına tepki gösterebilir. Düğmeye basarsanız var, basmazsanız yoksunuzdur. Üstelik varlığınız ancak düğmenin hükmettiği tek bir davranış ile sınırlıdır.
V
İnsanın yerine düğme koymakla tüm davranışlar bağlamlarından soyutlandığından, çevreden herhangi bir tepki gelmesi olasılığı da ortadan kalkar. İnsan makineden iğrenç bir’ talepte bulunamaz, çünkü makine açısından tüm istekler aynıdır. Çevreden hiçbir tepki / cevap alamayınca insan, gitgide tekyönlü düşünce biçimine doğru yönelir. Tüm hayal gücü yok olur. Tepki/cevap gelmeyince, tüm arzu ve tutkular da makine aracılığıyla yerine getirilince, insan kendini her şeye kadir sanır. Her düğmeye bastığında bir sonuç alıyordun Megalomani bile başlayabilir. Bilgisayar oyunları oynayan gençlerin yüz ifadelerini inceleyin. Çok çok uzaklarda, kendilerine ait imkânsız bir âlemin sonsuz boşluğunda uçuşup durarak canavarları imha ediyorlar, uzay yaratıklarını yok ediyorlar, düşmanları öldürüyorlar, öldürüyorlar, öldürüyorlar, öldürüyorlar. Düğmeyle birlikte faaliyetlerimizin görünüşü de giderek özden koptu, öze yabancılaştı. Öyle bir noktaya geldik ki öz (yiyecek almak, bir senfoni çalmak ya da savaşmak) ne olursa olsun, görünüş (düğmeye basmak) hep aynı. Görünüşün, özden daha büyük, daha önemli olduğu bir noktaya vardık. Öz eğer hâlâ varsa, insanın zihninde kaldı ancak. Bir zamanlar ekin biçilir, toplanır, pişirilir ve sonunda ailenin önüne getirilir, yemek yemenin ne olduğunun tam bilincinde olarak dualar okunarak yenirdi. İnsan, besinin nereden geldiğine ve nasıl hazırlandığına ilk elden tanık olmak ve bunu bilmekle kalmaz, aynı zamanda buna şükretmesini de bilirdi. Besini tarladan masaya gelene kadar çeşitli aşamalarında görmek suretiyle onun özünü de adamakıllı bilirdi ve bunlar aynı zihni bağlam ve fiziki mekân içinde gerçekleşirdi. Bir zamanlar, müzik aletlerinin nasıl yapıldığım görürdünüz. Hatta insan evde basit bir flüt bile yapıp bunu çalabilirdi. Ustalık, sevgi, tutku ve inanç, hem müziğe hem de onu çalanlara eşlik ederdi. Bir zamanlar çamaşır günleri olurdu: Toplumsal örf ve adetlerin, kadınlar arasında çalıp söylemeye, gevezeliğe dayalı deney alışverişinin eşlik ettiği günlerdi bunlar, iyi bir iş çıkarmaya çalışırdı herkes. Çamaşırlar ayrılır, mahalle ya da köy çeşmesine götürülür, orada hep birlikte yıkanır, sonra geri götürülür ve kurutmak için asılırdı. Bir zamanlar insan savaşçı olarak yetiştirilirdi. Silahını nasıl yapacağını, onu nasıl koruyacağını bilirdi. Bir savaşçı olarak nasıl davranacağını da öğrenirdi: Hayata karşı, her şeyden önce düşmana karşı saygı demekti bu. Düşman bir insandı. Onunla yüz yüze gelir, çarpışarak onu öldürür ya da tutsak ederdiniz. Savaşçı şerefli bir kişiydi. Neden savaştığını bilirdi. Tıpkı annesinin, babasının, amcasının, kabile reisinin, tanrıların, karısının ve çocuklarının da bildiği gibi. Savaşmak (öz), kişiyle özdeşti, yekvücuttu.
Şimdiyse yemek yapmayı, müzik çalmayı, çamaşırımızı yıkamayı ve savaşmayı hep aynı yöntemle, yalnızca tek bir düğmeye basarak yapıyoruz. Görünüş, öz’den yoksun. Uygarlığın başlangıcından çok yakın zamanlara gelinceye dek öz ile görünüş birbirinden böylesine kopmuş, birbirine böylesine yabancılaşmış değildi. Günümüzün bazı toplumlarında, özellikle kırsal alanlarda hâlâ da böyle değil. Ama yaşamın bir düğmeye dokunmakla özetlenip minyatürleşmesi sürdükçe, yakında hepimizin birer otomata dönüşmesi işten bile değil. Düğmeli toplumda öz, kalabilmişse eğer, ancak zihnimizde olabilir. Düğmeye basılır, füze rampasından fırlar, uzayda binlerce mil kat ederek büyük bir kent üzerindeki menziline varır, inmeye başlar sonra, köprüleri, binaları, kiliseleri görür, sonra arabaları ve insanları, sonra hedefi vururuz, vurur bomba ve patlar, yerle bir olur şehir, yeni bir Hiroşima, cayır cayır yanan deri ve dört bir yana saçılan kol ve bacaklar. Bu öz, yalnızca zihindedir, çünkü bombayla birlikte gitmeyiz. Biz sadece düğmeye basarız ve bu basış genellikle yukarıda verdiğimiz zihni görüntünün oluşmasını dahi engeller. Biz, doğal psikolojik eğilimimiz gereği, düğmeye basmakla başlattığımız eylemi düşünmekten çok, bir sonraki eylemi, yapmamız gereken bir sonraki hareketi düşünürüz. Bu, birinciye başarıyla bastığımızı gösteren ikinci düğmeye basmak olabilir. İşaretimizi, kişi numaramızı basmamız gerekiyordur belki de. Kahve içmek ya da bir başka belge elde etmek için yeni bir düğmeye basmamız gerekiyor da olabilir. Her ne olursa olsun, kendi fiziki ve psikolojik uzamımızın bağlamı içinde sürdürürüz hareketlerimizi; zihnimiz düğmeye basışın neden olduğu eylemi izlemez. Savaş eyleminin özü ile kaynaşamayız, çünkü bu eylem, gerçekliğin o andaki görünüşünden çok çok uzaklardadır. Salt düğmeye basmak insana bir başarı, bir tatmin duygusu verir. Kolay elde edilmiş bir başarıdır bu. Kan, ter ve gözyaşı gerektirmeyen bir başarı. Düğmeye, her türlü duygudan arınmış olarak bir basıveriş, hepsi o kadar. Her gün biraz daha fazla düğmeye basıyoruz. Düğmeye basıp otobüse biniyor, düğmeye basıp otobüsten iniyoruz. Erkeklik organının yerini tutan vibratörün düğmesine basıyoruz. Yangın alarmının düğmesine, hemen her yerde birbirimize ulaşmak için haberleşme aygıtının düğmesine, iş arkadaşlarımıza ulaşmak için bilgisayar terminalinin düğmesine basıyoruz. Basacak öyle çok düğmemiz var ki. Basacak öyle çok düğmemiz olacak ki.
VI
Aksiyonların sonuçlarını anında görmek bize bir denetim duygusu, her şeye kadir olma duygusu verir. Çocukken an ne babalarımıza atfettiğimiz bir kadir-i mutlaklık duygusudur bu. Bir zamanlar mitolojik tanrılara ve Allah’a atfettiğimiz kadir-i mutlaklık duygusu. Şimdi, düğmeyle birlikte bu duyguyu her gün yaşıyoruz. Ne var ki artık ayağa düşmüş, yaya kalmış bir güçlülük duygusu bu. Her şeye muktedir olmanın zavallılığı bu, çünkü düşle mitosun yerini artık düğme almıştır. Anne babalarımıza ya da mitolojik tanrılarımıza yakıştırdığımız bu kadir-i mutlaklık duygusunda bir korku, bir hayranlık, bir gizem vardı. Şimdi yakıştırılan herhangi bir nitelik yok. Sihir ve mitos yok oldu. Bilim ve teknolojiye dayanan düğme, ana dava haline geldi. Her şeye muktedir oluşumuz bir bakıma iktidarsızlık da. Çünkü, artık herkes bir düğmeye basmakla tanrı olabiliyor. Ve düğmeye bastığımız halde, makinenin içinde olup bitenlerden tamamiyle bihaberiz; elektrik akımlarından, Ohm yasasından, kütle ile enerji arasındaki ilişkilerden zerrece anlamıyoruz çünkü. Yalnızca eylemin özünden değil, onun mekanik yanından da kopuğuz. Oysa düğmeye basan ve bir şeyleri olduran biziz. Olayları başlatırken, bir şeyleri oldururken, tam bir cehalet içinde hareket ediyoruz aslında: Ne eylemin özünden haberimiz var ne de işleyişinden. Totalitarizm, bu cehaletten de güç alıyor. Düğme bizi gitgide daha cahil kılıyor. Düğme bizi gitgide daha totaliter kılıyor. Eylemlerimizin özünü yitirdik artık, sadece önceden belirlenmiş davranış kalıplarını tekrarlayıp duruyoruz.
VII
Fotoğraf çekmek de bizi totalitarizme götüren davranışların bir başka örneğini oluşturuyor. Fotoğraf makinesiyle olan ilişkimiz, düğmeyle gelen imajın nasıl gerçekliğin yerini aldığını gösteriyor. Deklanşöre her basış, fotoğrafı çekilen her şeyin tüketildiği, doğal ortamından koparılıp birbiriyle bağıntısız bir dizi görüntünün parçası olması demek. Fotoğraf makinesinin kullanılışı, kuramsal olarak, tüfek ya da tabancanın kullanılışından farksız: Tüfek maddeyi parçalayarak imha ederken, fotoğraf makinesi de objektiften görülen nesneyi kendi bağlamından soyutlayarak yok ediyor. Giderek daha çok insan, resmini çekmek üzere olduğu şeyle bütünleşmek, onu duyumsamak, anlamak ve kavramak yerine, görüntüyü yakalamak ve sahneyi kendi bağlamından koparıp almakla meşgul. Yirminci yüzyılda birer görüntü tüketicisi haline geldik hepimiz. Bir sahneyi asla dondurmayacağımızı, bir anı asla yakalayıp kayda geçiremeyeceğimizi fark etmiyoruz.
Fotoğraf makinemizle çevredeki her şeye saldırıyor, bıkmadan usanmadan fotoğraf çekiyoruz. Resim çekmenin birisine zarar verebileceğini bildiğimiz zaman da utanmadan gizlice çekiyoruz. Kafamıza taktığımızda, fotoğraf makinesini makineli tüfek gibi takırdatıyoruz. Çağımızda asker nasıl düşmana yabancılaşmışsa, fotoğrafçı da kendi konusuna o denli yabancılaşmış durumda. Karşımıza çıkan her yeni görsel deneyim fırsatı, bizi tetik delisi fotoğrafçılar haline getiriyor. Ne var ki bizim için “yeni” olan, daima yüzeyseldir. Resmi çekilen konunun yeniliği, resmini çektiğimiz anda tükeniyor. Turist olarak fotoğraf makinesiyle yaptıklarımızla, evde makineyi kullanamayışımız arasındaki davranış farkına bakın. Her gün içtenlikle bir arada yaşadığımız şeylere karşı gözümüz kör. Ana babalar yeni doğmuş bebeklerinin yüzlerce poz resmini çeker, birbiri ardına patlayan flaşlarla onu şaşkına çevirirler. Ama her geçen gün biraz daha az resmi çekilir bebeğin ve sonunda, ana babalar çocuklarının tek kare resmini çekmeden yıllar geçer. Tevekkeli değil, Hıristiyanlık resmin yasaklanıp yasaklanmaması konusundaki büyük tartışmayla birbirine girdi. Tevekkeli değil, İslamiyet tasviri istemedi. Görüntüyü yaratmak, kurmak, Tanrı’ya mahsus sayılırdı. Bundan 15.000 yıl kadar önce insanoğlunun ilk suretleri mağara resimlerinde ortaya çıktığında, görüntü ile büyü iç içeydi. Burada görüntü, her şeyi kapsayan, hayat veren bir varlıktı ve insan bunun karşısında aciz ve alçakgönüllüydü. Yirminci yüzyılda ise görüntü sürekli olarak insan tarafından manipüle ediliyor. Durmadan yaratılan ve yok edilen görüntünün kalıcılığı kalmadı artık. İnsanlar görüntüye hükmederek halklara hükmediyor. Görüntüyü yapanlar da yıkanlar da aynı insanlar: Yönetenler. Her fotoğraf çektiğimizde, resmi çekilen nesnenin zaman ve mekânla olan birlik duygusunu yok ediyoruz. Onu bağlamından soyutluyor, koparıyoruz. Görüntü fotoğraf albümümüze girdiğinde (o da eğer girerse), çoktan kategorize edilmiş, yeni bir zaman ve mekân bağlamı içinde düzene sokulmuştur. İnsan eskiden bu gücü yalnızca Tanrı’ya vermişti. Şimdiyse eline bir fotoğraf makinesi geçiren bir çocuğun gündelik davranışlarının bir parçası. Şimdi, bir düzlemde hepimiz tarafından, başka bir düzlemde de düzenin yöneticileri tarafından keyfi olarak manipüle edilen Kodak tanrılarımız var. Yaşama karşı saygısızlığımız, görüntüler karşısındaki vurdumduymazlığımız, yönetenlerin algıladıklarımız üzerindeki totaliter gücünü büsbütün arttırıyor.
VIII
Doğu alemi, kader, kısmet ve önceden belirlenmiş hayat çizgisi gibi kavramlardan söz ettiği ölçüde bilimsel Batı onu hor görür genellikle. Oysa şimdi, hayat çizgisini önceden belirleyen şey, düğme. Tüm eylem süreçlerimiz ve bunların sonuçları önceden biliniyor. Seçimlerimiz, düğmenin sunduğu seçeneklerle sınırlandırılmış. Düğmeye basmanın sonucu, ürünü imal eden firma tarafından garanti edilmiş durumda. Eylemlerimiz önceden belirlenmiş olmakla kalmıyor, bunların garantisi bile var. Aynı. Tutarlı. Asla değişmez. Yenilik ihtimali sıfır. Yaratıcılık sıfır. Özgürlük sıfır. Totalitarizm. Yaşamlarımız gitgide daha mekanik, gitgide daha düzenlenmiş, gitgide daha düşüncesiz ve duygusuz bir rutine tabi kılınıyor. Gelecek yüzyılın duygu teknolojisi, açlık, orgazm, şehvet, saldırganlık gibi duyguları bile düğmeye bir basışta hissetme ya da tatmin etme olanağını verecek bize. Zaman kazandıran makinelerin ve düğmeli kontrol mekanizmalarının bize görünürde sunduğu sonsuz sayıdaki seçim, çok küçük ve sınırlı bir bağlamın içinde yer alıyor aslında. Kendi totalitarizmimizin kurbanlarıyız. Her düğmeye basışımızda davranış çeşitliliğini, atalarımızdan kalma davranış tarihini yok ediyoruz. “Zıp, sen öldün.”
11 Mart 1987, Marburg
Cehenneme Övgü
Yazar: Gündüz Vassaf
Yayıncı: İletişim
09 / 1999
277 sayfa