Cehenneme Övgü – Gündüz Vassaf “içimizde büyütüp yaşattığımız küçük ‘totaliter dünyalar’ımız”

Bazı eleştirmenlerin “şeytanın avukatı” sıfatını yakıştırdıkları Gündüz Vassaf’ın “gözden geçirilmiş ve genişletilmiş yeni baskısı”yla sunduğumuz Cehenneme Övgü’sü, içimizde büyütüp yaşattığımız küçük ‘totaliter dünyalar’ımızı afişe ediyor, daha doğrusu ‘yüzümüze vuruyor’. Totalitarizmin -anne karnındaki bebeğin beslenmesi gibi- bireyle toplumu bağlayan göbek bağıyla semirdiğini, hayata ilişkin algılarımızı ve kimi dayatılan kimisini de gönüllü olarak kabul ettiğimiz kavramları irdeleyerek gösteriyor. Cehenneme Övgü, yazarın kendiyle hesaplaştığı, herkesi de hesaplaşmaya çağıran, hatta kışkırtan bir kitap.


BEN

Ufaktım. Yaşadığım bir şeye yetişkinlerin inanmadığını, annemin de yanılabileceğini fark edince çok şaşırdım. Kendimi tutamayıp uzun süre güldüğümü hatırlıyorum.
Dokuz yaşındayken insandan korktum.
6 Eylül 1956’ydı… Annemle oturduğumuz
evin kapalı kepenklerinin arkasından gizlice gözetlediğimiz 50-60 kişi evimize saldırıp saldırmamaya karar veremiyordu. Neyse ki o gün öğretmenimizin sınıfta hepimize
bellettiği “Kıbrıs Türktür” ibaresini bahçede duran otomobilimizin üstüne beyaz tebeşirle yazmıştım. Gittiler. Başka yerleri yağmaladılar.
Yatılı okula gittikten birkaç ay sonra kedimin öldüğünü öğrenince anladım yalnızlıktan, sevgisizlikten ölünebileceğini.
Psikoloji bölüm başkanı tezimi öztürkçeleştirmemi istediği zaman, buna karşı koymadım. Bir yerlere varabilmek için kabullendiğim ilk otosansür buydu. İçindeki kimi kelimelerin ne anlama geldiğini bilmediğim bir “bilimsel” tezim var şimdi. Hep
de olacak.
Stajyer olarak çalıştığım psikiyatri servisinde yatan oğlunun ceplerini gizlice karıştırırken bulduğu haşhaşı servis şefine titreyen ellerle teslim eden anne, akşam aynı
profesörün kendi evinde bize aynı haşhaşı
ikram ettiğini görmedi tabii, ama ben artık
meslektaş olmuştum.
12 Eylül Darbesi’nden sonra, üniversitede kalabilmek için kimi sakalını kesti, kimi eski akademik çalışmalarını gizledi. Yeni düzene ayak uyduramayanlar teker teker istifa etti. Biri de bendim. Boğaziçi Üniversitesi’nden ayrıldım. “Öğrencilerimi” özlüyorum.
Bir kez “torpil” yaptırdım – oğlum TC vatandaşı olabilsin diye. Hem de Atatürk’ten.
Londra’daki TC Başkonsolosluğu’nda bana
“Evli değilsin,” dediler, “oğluna nüfus kağıdı veremeyiz. Üstelik soyadın Arapça; Soyadı Kanunu’na aykırı. Nasıl alabildin bu soyadını?” Görevliye arkasındaki devasa Atatürk portresini işaret ettim: “Rahmetli babamın akrabası olur, herhalde onun sayesinde,” dedim. Akan sular durdu: Oğlum TC
vatandaşı oldu. Hakkıydı.
Daha birkaç yıl önce, uzun uzun düşünüp en zararsız mesleğin itfaiyecilik olduğuna tam kanaat getirmiştim ki, elinizdeki
kitabın kapak resmini yapan Mehmet Nâzım’dan Fransa’da kimi itfaiyecilerin kahraman olabilmek için, önce gizlice orman
yangını çıkartıp sonra da söndürdüklerini öğrendim.
Son yıllarda pek bir şeye karışmıyorum.
Ama, olanla da yetinemediğimden, ara sıra yazmaktan alıkoyamıyorum kendimi.
Bana da sormuş olsalardı, “Kapatılan Eskişehir Cezaevi ne olsun?” diye, “İçi boydan boya aynalarla donatılmış bir müze olsun,” derdim.


GECEYE ÖVGÜ
I

Şişe, Rene Magritte, 1945

“Korktum ve gözlerimi Ay’a kaldırdım.
Yakardım ve yakarılarım tanrılara ulaştı.
İmdi, ey Ay Tanrısı Sin,
Koru beni.”
Gılgamış
I
Gece, düzen güçleri uykudadır. Bürokrasi, askeriye, okullar, polis, kısacası yaşamımızı düzenleyen tüm güçler uykudadır; sokakta devriye gezen nöbetçi polis dışında. Askerler de hepimizden önce yatağa girerler. Dünyanın bu en baskıcı kurumunun mensupları, en erken yatanlardır aynı zamanda. Aslında, tüm totaliter kurumlarda, daha doğrusu
tüm kurumlarda (tüm kurumlar totaliter değil midir zaten?)
insan her zaman erken yatmak zorundadır – yatılı okullarda, manastırlarda, ailede, cezaevlerinde, hastanelerde… Kişinin istediği saatte yatma hakkını destekleyen, bu özgürlüğe
onay veren hiçbir kurum tanımıyorum. Aşk (?) üzerine kurulu olan ve iki kişinin özgür iradesiyle gerçekleşen evlilik
kurumunda bile, çiftler yatağa aynı saatte girmezlerse, biri
daha geç yatar, geceyi daha fazla yaşarsa, sorunlar çıkmakta gecikmez. Kurum her zaman “geç” yatanı suçlar, erken
yatanı değil. Avrupa feodal toplumunda tüm kent sakinleri mumlarını aynı saatte söndürmek zorundaydılar; bayramlar dışında. Düzen ve baskı güçlerinin doğal yapısı, her zaman belirli bir uyku saatini zorunlu kılar. Bu belirli saatin
erken bir saat olması da yine onların doğal yapısından kaynaklanır.
II
Tarih boyunca bize, tüm kültürlerde, karanlığın kötü güçlerle ilişkili olduğu öğretildi. Gece insanlarından, geceyi yaşayan, gecede yaşayan insanlardan korkmamız gerektiği anlatıldı. Oysa gündüz ve gece kişileri aslında aynı kişiler. Gün
ışığı içimizdeki teslimiyetçiliği ortaya çıkarır, ama geceleri
kendimizi özgür hissederiz. Düzen güçleri bizi, geceden, özgürlükten kaçınmaya koşullandırmışlardır.
Kurumlar, ister din, ister aile, ister devlet kurumları olsun, gece insanlarına korkuyla bakarlar. Karanlıkla birlikte uyrukların denetlenmesi zorlaşır. Gece insanlarına her
zaman kuşkuyla bakılır. O saatlerde ayakta olan hiç kimse
hayırlı bir iş peşinde olamaz. Gündüzleri egemenliğini sürdüren kurulu düzen güçleri, varlıklarını ve baskılarını gece
düşmanları bahanesiyle haklı çıkarırlar; belirsiz, soyut kavramlarla öcüymüş gibi söz edilen bu düşmanları biz hiç görmesek de.
Yöneticiler de bize hep gündüz gözüyle gösterilirler, hep
gündüzlerin bir parçası olarak görünürler bize. Bir başkan,
bir papaz ya da bir general, doğanın güzelliği içinde, arkasında parlayan bir güneşle canlandırılabilir, ama gecenin karanlık fonu önünde, asla.
III
Gündüz, ilerleme gibi görünen tekdüze bir süreçtir. Sabahın parlak ışıkları akşam karanlığına dönüşürken, bize bir
gelişme olduğu hissini verir – belli bir yönde ilerliyormuşuz gibi bir duygu. Zamanın yapay göreceliği üzerinde nadiren durup düşünürüz. Allah’ın her günü, aydınlığın karanlığa doğru akışı bizi önüne katıp koşturur. Ama gün boyunca, ister sabah saat on, ister öğleden sonra üç olsun, hepimiz, gündelik düzenin, düzen güçlerinin köleleriyiz. Bizi ayakta tutan, zamanın geçmesi ve gecenin sunduğu kurtuluş umududur. Çünkü, sonunda gece olacağını ve (gündüzle kıyaslarsak) dilediğimiz gibi davranma fırsatına kavuşacağımızı biliriz.
Kitaplar gece okunur. Sinema, tiyatro ve müzik gösterileri
gece olur. Gece sarhoş oluruz, gece kumar oynarız.
Her şeyden arınmış, çıplak vücut geceye aittir. Vücutlar
gece birbirine değer, bir araya gelir. Gün boyunca üniversitelerde bilimsel inceleme konusu olarak ele alınan, akşamüzeri dost toplantılarında sohbet konusu edilen şeyler, sonunda gecenin karanlığı içinde, gizlice yaşanır. Çıplaklık geceye özgüdür, gündüze değil. (Bunun tersi, yani var olmanın
doğal gereği, yani güneşin altında çıplaklık, ancak baskının
sona ermesiyle gerçekleşebilir.)
Geceleri âşık olur, birbirimize aşkımızı geceleri ilan ederiz. Gündüzler bizi mantığımızı kullanmaya, kendi hapishanemize kapanmaya zorlar. Gün boyunca baskı güçleri, aşkın özgürlüğüne karşı savaşır. Ama geceler bizi yeniden âşık
eder, bize “seni seviyorum” dedirtir. Gündüzleri söylenen
“seni seviyorum”lar geceye gönderme yapar.
IV
İş günü süresince tutsak olduğumuz gerçeğini o kadar kabullenmişizdir ki, onun dışındaki saatlerden “serbest zamanımız” diye söz ederiz. Serbest saatlerin tam tersi, hemen
hepimizin işte olduğu gündüzlerdir.
Savaşlar genellikle şafak sökerken başlar. Devlet gün boyunca öldürür, infazları gerçekleştirir. Gün boyunca hayatta kalmaya, geceleri ise yaşamaya çalışırız. Gün boyunca
elektrik faturalarımızı öder, arabamızı tamire götürür, alışverişe çıkar, doktora görünür, ya sevmediğimiz bir işe gider ya da gereksindiğimiz, ama sevmediğimiz bir iş ararız.
Gün boyunca, tüm görevlerimizde düzene tabi tutuluruz.
Tuvalete gitmenin bile kesin sınırlamaları ve kuralları vardır. İşyerinde, okulda, askerde… insan istediği sıklıkta tuvalete gidemez ve orada istediği kadar kalamaz. Tuvalete istediğimiz zaman gidemediğimiz gibi, kaç kez tuvalete gittiğimizin ve orada ne kadar kaldığımızın bile hesabı tutulabilir.
Ayrıca insan, kurumun öngördüğü zamanlar dışında tuvalete gitmek isterse, bunun için izin alması gerekir. Gün boyunca istediğimiz gibi tuvalete gitme özgürlüğüne bile sahip
değiliz, çünkü gündüzler bize ait değil.
Gün boyunca insanların birbiriyle gireceği ilişkiler düzene sokulmuştur. Okullarda gençler, sırf aynı yaşta oldukları
için yıllar yılı aynı kişilerle aynı sınıflarda oturmak zorundadırlar. Sekiz yaşındakiler altı numaralı sınıfta, on yaşındakiler on beş numaralı sınıfta vb. O sınıflarda bile değişmez bir
oturma düzeni sağlanmıştır. Ancak okul günü bitip akşam
olduğunda, insan, dilediği kişiyle birlikte olma şansına sahip
olur. Askerseniz, günün büyük bölümünü, sizinle yaklaşık
olarak aynı boyda olanlarla geçirmek zorundasınız demektir.
1.65 boyundaki bir kişinin, 1.95 boyundaki arkadaşıyla bir
araya gelmesi, ancak akşamları ve geceleri mümkün olabilir.
V
Sosyal sınıfların katı kuralları ancak gece bozulur. İşçiler,
burjuvaların sokaklarında dolanırlar. Burjuvalar işçi mahallelerindeki lokantalara giderler. Fahişeler, papazlar, öğrenciler, askerler, ev kadınları, doktorlar ve yabancılar, hepsi
aynı sokakta gezinirler, bakınırlar, birbirleriyle konuşurlar,
hatta belki de sonunda sevişirler.
Geceleri dünya, birbiriyle haşır neşir olmuş, özgür, meraklı insanların ruhuyla canlanır. Gündüzleri kaçındığımız şeyler, gece çekicilik kazanır. Gündüzlerin “rasyonel” insanı, “zevk-ü
sefa peşinde koşan” insanla yer değiştirir geceleri.
Ezme eyleminin kendi özgürlüklerini de kısıtlamasına
rağmen, ezenler bile geceleri daha fazla özgürlüğe sahiptirler. Kurulu düzenin yöneticileri, generaller ve krallar, şirket
ve ülke başkanları, “şöhret ve servet” sahipleri de geceyi yaşarlar. Totaliter kurumlar uykudayken, uykuya yatırılmışken, onlar da yaşama özgürlüğüne kavuşurlar. Çocuklarını
yatağa yatıran anne-babalar gibi, onlar da artık, her türlü seremoni ve sansürden arınmış olarak, maskesiz yüzlerini gösterme özgürlüğüne sahiptirler.
VI
Gece vakti, gündüzün telaşından, hayhuyundan eser kalmaz. Az çok huzura kavuşmuş oluruz. Şöyle bir on saat kadar, bizden istenen, beklenen bir şey olmayacaktır. Yiyeceğimizi seçmekle ya da yaratmakla işe başlarız. Gündüzleri yiyip içtiklerimiz, çoğumuz için, kurumsallaştırılmış ve standartlaştırılmıştır. Halbuki geceleri, hem ne yiyeceğimiz konusunda daha çok seçeneğimiz vardır, hem de onu dilediğimiz gibi hazırlamakta daha özgürüzdür. Ayrıca, yemeğimizi alelacele yemek zorunda da değilizdir. Fast food dedikleri
şey, gündüze egemen olan baskıcı güçlere aittir. Gündüzlerin fast food yiyicileri olarak bizler, bizi yöneten megamekanizmanın parçalarıyız. Oysa geceleri, kendi besinimizin hazırlayıcıları olarak, zamanı ve mekânı gönlümüzce düzenleyebiliriz.
VII
Gün ışığı bir tuzaktır. Işık bizi kör eder. Ama geceleri, gözlerimiz fal taşı gibi açılır. Geceleri, tüm öteki duyularımız da
daha duyarlıdır, çünkü düzen güçleri o saatlerde makinelerini kapatmış olurlar. Gece olunca sessizliği dinler, karanlığa nüfuz eder, hem bedenlerimizin hem de hayal gücümüzün dizginlerini koyveririz.
Gün boyunca duyularımızı tutsak etmeye çalışan sayısız
mesajın tüketicisi olmaktan çıkarız geceleri. Baskıcı megamekanizmanın aralıksız vızıltısı durmuştur şimdi. Enerjinin kaynağı artık içimizdedir. Gece, insan zihninin çalışması için bir zemin oluşturur. Gün boyunca dikkatimizi, ışığın,
renklerin, devinimin hizmetine sunarız. Neye dikkat edeceğimizi belirleyen, düzen güçleridir. Yeşil ve kırmızı ışıklar,
karşıdan karşıya nasıl geçeceğimizi bile düzene koyar. Gündüzleri biz, yaşamın büyüsünün, kelebeğin çarpıcı renk ve
biçim dokusunun gözlemcileriyiz olsa olsa. Gün boyunca
dikkatimizi, gözlemin hizmetine sokarız. Gündüzleri uydusuyuzdur dışımızda olup bitenin.
VIII
Gece, uyku zamanı olduğu gibi, düş görme zamanıdır da.
Gördüklerimizi, işittiklerimizi, kokladıklarımızı ve düşündüklerimizi sınırlayan diller, formlar, davranış biçimleri ve
algısal paradigmalar, kendine özgü bir biçimi ve dili olan
düşlerin yapısına aykırıdır. Düşlerde renkler, görüntüler, insanlar, duygular ve düşünceler özgürce birbirine karışır ve
benzersiz bileşimler yaratırlar. Öylesine özgürdür ki düşler,
onları söze dökmekte güçlük çekeriz – insan zihnini gün boyunca biçimlendiren o katı yapılar düşlerimizi dillendirmeye yetmez, hatta engel olur.
Uyuyamayan, uykusuzluk hastalığı çeken kişiler, karanlığın getirdiği sınırsız özgürlük ve gerçeklikle baş edemeyen
kişilerdir aynı zamanda. Bu insanlar, gün boyunca, her şeyi
izlemekle oyalanırlar. Oysa gece artık izlenecek bir şey yoktur. Sadece, yaşamın o belirgin sesi duyulur içten içe. Gündüzden soyutlanıp, kurtulmuş olan anlamsızlık, artık saklı
değildir. Hayatta olma bilinci kendini daha güçlü bir şekilde hissettirir geceleri, ölümün varlığı da öyle. “Yaşamın anlamı” gece duyumsanır ve sorgulanır. Kimse bunu öğle yemeği sırasında tartışmaz. Yaşam, gecenin konusudur.
15 Ekim 1986, Marburg


KÜNYE
Cehenneme Övgü
Gündüz Vassaf
İletişim Yayınları
Çeviri: Zehra Gençosman, Ömer Madra
40. baskı – Ocak 2021
279 sayfa


İÇİNDEKİLER
I. Geceye Övgü 13
II. Özgürlük Cehennemdir 23
III. Sözcük Mahpusları 31
IV. 20. Yüzyıl Delileri Artık Özgür Değiller 43
V. Burada Yer, Şurada da Uyuruz 63
VI. Kahramanlar Totaliterdir 73
VII. Enformanyaklık 87
VIII. Senin Cinsiyetin Ne? 97
IX. Seçmeme Özgürlüğü 111
X. Hainleri Savunmaya Dair 141
XI. Ölüm Unutkanlığı 151
XII. Sanatçıdan Sakının! 161
XIII. Yaşasın Anlaşmazlık 173
XIV. Hayata Karşı Amaçlar 181
XV. “Zıp Sen Öldün” 195
XVI. Homo Sapiens Blues 213
XVII. Müjde! Çocuğumuz Oldu 239
XVIII. Şu Sihirli ‘An’ 249
XIX. Ah, Minel Aşk! 261
XX. “Sarhoş Olun” 273


Gündüz Vassaf’ın, Cehenneme Övgü adlı kitabı içimizde büyütüp yaşattığımız küçük “totaliter dünyalar’ımızı afişe ediyor, daha doğrusu “yüzümüze vuruyor”. Totalitarizmin -anne karnındaki bebeğin beslenmesi gibi- bireyle toplumu bağlayan göbek bağıyla semirdiğini, hayata ilişkin algılarımızı ve kimi dayatılan kimisini de gönüllü olarak kabul ettiğimiz kavramları irdeleyerek gösteriyor.

Gündüz Vassaf, bizim kendi kendimize çıkardığımız bu kurallar bütünü sayesinde yaratttığımız cehenneme övgüler yağdırdığımızı, seçme özgürlüğünü ortadan kaldırarak tutsak olmayı kabul ettiğimizi anlatmaya çalışıyor ve bu yüzden var olan herşeye karşı çıkarak, gündüze karşı geceden, cennete karşı cehennemden, konuşmaya karşı sessizlikten, akla karşı delilikten, anlaşmaya karşı anlaşmazlıktan yana oluyor. Kahramanlığa karşı çıkar, “hain”leri savunur. Kısacası “şeytanın avukatlığını” yapıyor. Alışılagelmiş kuralları sorguluyor ve bizleri de onları sorgulamaya çağırıyor. Gündelik hayatta sürekli yaşamakta olduğumuz bu totalitarizmle daha ne kadar devam edebiliriz ki yolumuza?
“Yaşamın anlamı gece duyumsanır ve sorgulanır. Kimse bunu öğle yemeği sırasında tartışmaz. Yaşam, gecenin konusudur” (s. 21)

“Beklenmedik şeylerden korkarız. Delilerin, beklenmedik şeyler yapmaları beklenir. Bizler ise, beklenmedik şeyler karşısında ne yapacağımızı bilemeyiz. Tüm mesleki, toplumsal ve cinsel ilişkilerimizde, her şeyi önceden bilmek ve denetlemekten hoşlanırız. Gerçekten denetleyemediğimiz tek şey olan düşlerimizi de ya unutur ya da bastırırız… Denetleme gereksinimi hepimizin içindeki totalitarizmin belirtisidir tabii. Tümüyle özgür, yapılandırılmamış durumlar bizi rahatsız eder. Tıpkı sessizlik gibi. Delilerle birlikte olmak da böyledir. Önceden üzerinde anlaşmaya varılmış kurallar yoktur. Kendiliğinden ortaya çıkan davranışlar olabilir yalnızca.” (s. 48-49)

“Özgürlük, güç merkezleri tarafından sunulan şıklardan birini özgürce seçmekle sınırlı.” (s. 55)

“Yaratıcılıkta taraflar yoktur. İnsan, yaratıcılık eylemi sırasında, bunu şuna tercih etmez… Yaratılmış olanı yıkanlar, genellikle, yaratılanların gerçekten zevkine varma ya da bunları yaratma fırsatını bulamamış, kendilerine bu fırsat verilmemiş kişilerdir.? (s. 124)

“Hasta olduğun için değil, hayatta olduğun için öleceksin.” (s. 142 ? Lucius Seneca)

“Duygular adım adım, taksit taksit açıklanır, böylece karşılık görmek garanti altına alınır.”

“Radyasyondan çok birbirlerinin kalplerini kırmaktan ölüyor insanlar.”(s.240)
Saul Bellow

“Zamanın inim inim inleyen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz.” (s.245)

“Sarhoş olma saatidir. Zamanın inim inim inleyen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz!”

I
Yüzyılımızın klasik ev/apartman birimi çeşitli bölümlere ayrılmıştır. Her alan, bedenin belirli bir fonksiyonuna göre ayarlanmıştır. Böylece, oturmak için bir oturma odası, yemek için yemek odası, uyumak için yatak odası, yıkanmak ve bağırsakları boşaltmak için banyo dairesi, yemek pişirmek için de bir mutfak vardır.
Çağdaş mimarinin buna tepkisi, hiç olmazsa duvarları açmak, daha doğrusu onları yıkmak oldu; böylece mekânlar arasında mümkün olduğu kadar insani temas kurulması sağlanacaktı. Ama, mekânın kullanımı hâlâ totaliterdir. Nerede, ne yapılması, hatta nasıl yapılması gerektiği emredilmektedir. Bedenin çeşitli fonksiyonlarına uymak suretiyle, çağdaş yaşama mekânı bizi bölmekte ve yönetmektedir; oysa, insan bir bütündür ve çok fonksiyonlu bir organizmadır.

II
Mekânın en etkili biçimde kullanıldığı uzmanlaşmış apartman modeli, totaliter bir düzenlemeyi yansıtır. Bu plan, milyonlarca insanın tıpatıp aynı hareketleri yapıp, tıpatıp aynı çevreye tabi olarak yaşaması sonucunu doğurur. Mekânın bu uzmanlaşmış düzenlemesi, neyin nerede yapılacağını dikte ettiğinden, aynı çatı altında yaşayanların birlikteliğinin de ortadan kalkmasına yol açar. Mekânın kullanımını yeniden düzenleme amacıyla yapılacak herhangi bir yaratıcılık faaliyetini engeller. Herşeyin yerinin belli olmasıyla, çevrede bir düzen duygusu yaratarak, yalancı bir gerçeklik örneği koyar ortaya. Özetle, bir asker için kışla neyse, vatandaş için de apartman dairesi odur. Kışla, kayıtsız, şartsız bir disiplini aşılamaya yarayan üniformanın bir uzantısıdır. Aynı şey, şimdi içinde yaşadığımız mekânlar için de geçerli. Bizler, içinde yaşadığımız yüzyılda apartman kışlalarında oturan sivil askerler haline geldik. Özellikle, mekânın her köşesinden azami yarar sağlanan yeni tip apartmanlar, yaşama mekânı totalitarizminin en aşırı örnekleri. Dışarıdan içeriye göz atıldığında, bütün TV aygıtlarının, bütün apartman dairelerinde aynı yerde olduğu göze çarpar çoğu zaman. Televizyon seyretmek için oturulan kanepe de hep aynı yerdedir. Tıpatıp aynı yerlerde, yemek yer bağırsaklarımızı boşaltır, cinsel ilişkide bulunuruz. Bir yabancının elini kolunu sallaya sallaya bir apartman dairesine girip, sanki yıllardır orada . oturuyormuşçasına her şeyi yerli yerinde bulması işten bile değildir. Günümüz yaşama mekânları, sakinlerinin ne bireysel ne de kültürel farklılıklarını yansıtıyor artık. Bu totaliter yaşama mekânları aracılığıyla, insanın çevresini düzenleme bağlamındaki tüm yaratıcılığı köreltilmiş, yok edilmiştir.

III
Yirminci yüzyılın totaliter evleri, mekânı fonksiyonel biçimde düzenlemenin yanı sıra, en özgür mekânlardan da yoksundurlar. Eskiden hemen hemen tüm evlerin, tavanarası ve-bazen de- kiler ya da bodrum gibi “gizli” yerleri vardı. Pek çok insan için tavanarası bir yığın zengin, çılgın, nostaljik, gizemli, renkli çağrışım uyandırır hâlâ. Tavanarası onlar için yalnızca müthiş bir düzensizlik ortamı değil, aynı zamanda bir kuşaktan ötekine uzanan tarihsel sürekliliğe işaret eden bir yerdi de. Bir zamanlar yaşamış olanlardan arta kalan bir yığın eşya, gazeteler, mektuplar, fotoğraflar: Hepsi de, her şeyin bir zamanlar nasıl olduğunu gösteren tanıklar. Tavanaraları, tarihi çabucak hayata, günümüze getirebilirler. Bu da insanları, içinde yaşadıkları anın gereksinimlerine göre biçimlendirmeyi amaçlayan totaliter devlete karşı bir tehdit oluşturur. Tavanarasının tahrip edilmesi, evin içinde barınan tarihin silinip atılması demektir: Nineden kalma oyuncak ayının tek başına yatak odasına yerleştirilmesi ya da eski bir fotoğraf albümünün saklanması, bu tarihin saptırılmasından, bir anakronizmadan başka bir şey değildir.

IV
Başımızı dinleyecek köşemiz’yoktur, baskıdan kaçarsınız bu kez de kaçtığınız tek işlevli mekânın tutsağı olursunuz.
İşbölümüne göre uyarlanmış, uzmanlaşmış bu evler, içinde yaşayan aileyi ya da insanları birbirinden ayırır. Aynı mekânın çok fonksiyonlu kullanımı ise aileyi bir arada tutar. Geleneksel isveç mutfaklarında, babanın rahatça piposunu tüttürmesi, sonra da şekerleme yapması için bir tahta sıra vardır. Bu arada, anne ve çocuklar da bulaşık yıkarlar. Burada önemli olan şekerleme yapan kişinin cinsiyeti değil, insanların bir arada bulunması olgusudur. Yirminci yüzyılın yararlı mutfağında böyle bir sıraya yer yoktur. Bu, yirminci yüzyılın, kadın bulaşıkları yıkarken erkeğin uyumasına karşı olduğu anlamına gelmez. Bu, sadece- mekânın, işlevin etkinliğine göre düzenlenmiş olmasındandır.
Sürat, işlevsellik ve beceri, evde öylesine önem kazandı ki, artık insan mühendisleri, etkili yaşama mekânları tasarlarken, zaman ve hareket araştırmaları yapıyorlar; tıpkı denizaltı ya da uçaklar için pilot mahalli tasarlar gibi. Bütçeleri elverdiği takdirde, modern karıkocalar için ayrı banyo daireleri bile tasarlanıyor. Bir zamanlar, bir başka yaşam düzeninde, aile bireyleri birbirlerini sabunlayıp yıkar ve çoğunlukla bunu, kahkahalar, neşe, sevecenlik içinde özenle yapardı.

Mahremiyet bile, bize, düzenin ölçülerinde ve o ölçülerin mekânlarında yaşanacak biçimde empoze edilmiştir. Biz, kişisel mahremiyetlerimizi yaşayacak kişisel mekânlardan yoksunuzdur. Örneğin, çocuklar ana babaların yattıkları mekândan özellikle uzak tutulur. Çekirdek aile, böyle konulan konuşmaktan bile çekinir, işi uzmanlara havale eder. Böylece, kapalı kapı politikası güden bu tür toplumlar, cinsel eğitim diye adlandırdıkları bir alana da girmesi için devlete kapılarını açmış olurlar. Devlet gözetimi altındaki cinsel eğitimin ise sevgiyle hiçbir ilişkisi olmadığı açık.

v
Odalar, sadece içlerinde ne yapacağımızı belirlemekle kalmaz, aynı zamanda, hem hislerimizi hem de başkalarıyla olar&ilişki tarzımızı etkiler. Gün ortasında çalışma odasında oturuyorsanız, düşündüğünüz ya da felsefe yaptığınız kabul edilecektir. Oysa, aynı şeyi yatak odasında yapsanız, bu davranış, istirahate çekildiğiniz yâ da düpedüz tembellik’ettiğiniz anlamına gelebilecektir. Her odayla bağlantılı duygular ve koşullandırma örnekleri vardır. Böyle bir koşullandırma, herhangi bir konuda derinlemesine düşünmekten ya da başkalarıyla daha derin ilişkilere girmekten alıkoyar insanı. İşlevlere göre ayrılmış çeşitli odalar, tüm düşünceleri, konuşmaları, duyguları ve ilişkileri, gözetilen işleve mümkün olduğu kadar yakın tutar. Odadan odaya geçmek, zihni düzeneğimizi değiştirir. Bir ülkeden ya da bir kültürden bir başkasına geçmek gibi bir şeydir bu. Her odada başka bir işlevimiz vardır. Buna uygun olarak, yaşama mekânının totaliter yapısı tarafından bölünür ve yönetiliriz. Bunun karşıtı olarak önceden tanımlanmamış bir mekânda belirli bir süre kalmak, dikkatimizi toplama yeteneğimizin, rahatlık ve iç huzurumuzun artmasını da beraberinde getirir. Bu durum, kendini gözleme fırsatını verir insana. İnsan, mekâna egemen olabilir. Kişi, mekândan büyüktür. Aynı mekândan çeşitli şekillerde yararlanmayı öğrendikçe insanın yaratıcılığına ve yeteneklerine fırsat tanınmış olur. İşlevlere ayrılmış mekânların kişiye hükmetmesi yerine; sonunda kişi aynı mekândan sonsuz yararlanma biçimleri yaratır.

Yaşama. mekânının düzenlenmesi, duygularımıza da hükmeder. Başka bir eve gittiğinizde, yatak odasına kabul edi-lirseniz, hislerjniz, oturma odasında karşılandığınız zamankinden farklı olacaktır. Aynı şekilde, mutfakta karşılandığınızda da bambaşka duygular içinde olacaksınızdır. Buna uygun olarak sohbet konusu, mahremiyetin sınırları, kendimizden çok, mekân tarafından belirlenmiş olacaktır. Aynı şey, yemek odası için de geçerlidir. Yemek odasında uygunsuz sayılan bazı sohbetler, oturma odasında pekâlâ eğlenceli sayılabilir. Yatak odaları oyun bozanhk yapar; herkesin kendi yatağı vardır. Birkaç dakika önce, oturma ya da yemek odasında, birbirine çok yakın oturan, samimi olan, konuşma sırasında birbirine değen kişiler, şimdi duvarlarla^birbirinden ayrılmak zorundadır. Çünkü yatak, mahrem bir şeyi ima eder. Seksi ima eder. Böylece, birbirine tümüyle yabancı olan kişiler yine kendilerine tümüyle yabancı olan kişilerle, diskolarda ya da balo salonlarında çok samimi bir şekilde dans edebildikleri halde, kendi evlerinin belirli bölümlerinde üstelik kendi dostlarıyla böyle samimi, hatta yakın bile olamazlar. Yoksa yanlış anlaşılır!

VI
Davranışlarımızın çoğu konusunda, türümüzün yok olmasını sağlayacak bir yol izlediğimiz söylenebilir. Çağımızın standart apartman dairesi birimi bunun bir örneğidir. İçgüdüsel davranışların sonucu olan bir kuş yuvası bile, dünyanın dört bir yanında inşa edilen blok apartmanlara kıyasla daha çok çeşitlilik ve doğal çevreden yararlanma örneği gösteriyor.
Günümüzün yaşama birimleri, bize belirli eylem kalıplan ve onlara eşlik eden tekdüze zihin düzenekleri empoze ediyor. Değişim ve çeşitlilik göstermeyen bir çevre, yalnızca bireyi köreltmekle kalmaz, aynı zamanda türümüzün gelişimini de olumsuz yönde etkiler. Yaşama mekânımızdaki totalitarizm, yalnızca saptanmış standartlara olan tutsaklığımızın bir simgesi olmakla kalmayıp, türümüzün varlığına bir tehdit de oluşturuyor olabilir.
Aynı mekânda yenilen, içilen, müzik dinlenen, dans edilen ve kanepelere uzanılıp felsefe tartışılan son Grek sempozyumlarından bu yana 2000 küsur yıl geçti.
6 Kasım 1986, Marburg (Cehenneme Övgü- Gündüz Vassaf s 62.67 Ayrıntı Yay.)


Cehenneme Övgü
Aşk, ölüm, birliktelik, delilik, kahramanlık, anlaşmazlık, özgürlük? Tüm bunlar günlük hayatta karşılaştığımız ve üzerine düşündüğümüz kavramlar. Bu kavramların bireysel hayatlarımız üzerindeki etkileri de düşünüldüğünde önemleri daha da artıyor. Ancak çoğu kez bu kavramlara bakış açımız genel ile aynıdır ve bu da bizlere fark yaratmamıza engel oluşturur. Önemli olan bu kavramlara farklı açılardan hatta ters açıdan yaklaşım geliştirmektir. Gündüz Vassaf?ın ?Cehenneme Övgü? kitabında bu evrensel konulara değişik açılardan değerlendirmeler ve akıl yürütmeler yer alıyor.

Gece çoğu kişide karanlığı, korkuyu, suçu çağrıştırır. Cehenneme Övgü kitabında ise “Gün boyunca hayatta kalmaya, geceleri ise yaşamaya çalışırız” diyerek gece anlatılır. Gecenin bizi özgürleştiren, seçimlerimizi özgürce yaşamamıza izin veren bir zaman dilimi olarak betimlenmesi bilindik kavramlara farklı bakmanın bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Özgürlük ise yazar tarafından “Özgürlük, güç merkezleri tarafından sunulan şıklardan birini özgürce seçmekle sınırlı” olarak nitelendirilir.

Deneyim hakkındaki gözlemini ?Yirminci yüzyıl deneyimi, mağazadan bir şey satın almak gibidir? diye nitelendiren Vassaf, ?Sınırlanmış, çok seçenekli bir listeden belirlenmiş bir deneyim örneğini seçmeyi yeğliyoruz? çıkarımında bulunuyor.

Çoğu kişi günlük hayatı sürdürebilmek için kahramanlara ihtiyaç duyar. Kahramanların hareketleri, sözleri, kıyafetleri birçokları için vazgeçilmezleri oluşturur. Totaliter rejimler için de bu tür davranışlar totaliter gücü besleyen, güç duygusuna duyulan hayranlığı artıran hareketlerdir. Bu nedenle totaliter rejimler kahramanlar yaratma ihtiyacı duyar ve suni kahramanlar yaratma çabası içinde olurlar. Popüler kültür de ?Kahraman yaratma işlevini? çok başarılı gerçekleştirir. Kitap da bu noktada kahramanlık kavramına “Sadece insan olduğumuzu düşündüğümüz oranda bir kahramana gereksinme duyuyor ve onun gücünü yüceltiyoruz” bakış açısını getiriyor. “Kendimizi olduğumuz gibi kabul edinceye dek bizi tutsak edecek kahramanlar. Özgür toplumda kahramanlara yer yoktur. Özgür insanın kahramanları olmaz? diyen Gündüz Vassaf totaliter rejimin neden kahraman yaratma işlevi üzerinde çaba sarf ettiğine de şu düşüncesiyle açıklık getiriyor: “Kahraman olmayınca bizler birer bireyiz.? Özgür toplum olmanın yolunun kahramanları yok etmekle sağlanacağı fikrinin yer aldığı kitapta, yerleşik fikirleri tehdit eden, onları sorgulayan, kışkırtan bir yapı hâkim.

Yazar yer yer şeytanın avukatlığını yaparak gönüllü kölelik yaptığımız ve kendi özgürlüklerimizi kısıtladığımız konu ve alanlara değiniyor, hem çevresindekilerden hem de kendisinden yola çıkarak yaptığı gözlemlerde alışkanlıklarımızı, amaçlarımızı, davranış ve beklentilerimizi inceliyor. Elde ettiği sonuçları da yüzümüze vururcasına açığa çıkarıyor. Kendi özgürlük tanımını ya da çıkışını da ?Ebediyet ve sonsuzluk duygusundan, zamana bağlı olmamaktan, “an”ın tutsağı olmamaktan, o aldatıcı sihirli “an”ı bir kurtarıcı gibi görüp beklememekten kaynaklanır” şeklinde tanımlayan Vassaf, çıkış yolunu da “Sarhoş olma saatidir. Zamanın inim inim inleyen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz? diyerek gösteriyor.
Var olan ve kendi yarattığımız totalitarizme farklı açılardan bakmak için eşsiz bir kaynak olan “Cehenneme Övgü”, kuralları sorgulatmak için sizleri bekliyor.


Kitap üzerine yorumlar
“Gündüz Vassaf, eserinde alışagelmiş, güncel yaşamımızın kaçanılmaz parçası olmuş, her an hepimizin kabullendiği kavramları amansız bir biçimde sorguluyor…”
Zeynep Oral / Milliyet

“Gündüz Vassaf’ı okurken hem heyecan duyuyor hem de yazdıklarına tepki duyuyoruz. Kıpırdayan duyularımız ile aklımız arasındaki mesafesel ilişki koparılıyor: Özgürcesine havalanıyor, bir boşlukta yere düşmeden evvel duyulan heyecanı, terleyerek taşıyoruz.
Ali Akay / Varlık

“Belkide bu dönemle başedebilmemiz, kültür tarihinin birçok geçmiş başarısına birden başvurmamızla olanaklı olacak. Vassaf’ın kitabı da bu başvuru için el altında tutmamız gereken bir kitap.”
Oruç Aruoba / Cumhuriyet Kitap

“Şeytanın avukatlığı konusunda son derece içten olan bir yazardan, zaman zaman neredeyse edebi tatlar da taşıyan çarpıcı denemeler. Bu kitabı çok sevebilirsiniz ya da sinir olabilirsiniz; ama kayıtsız kalmayın.”
Murat Aykut / Aktüel
(Arka Kapak)

“Cehenneme Övgü, gönüllü köleliliğimizin dayanaklarını ve onu yeniden üreten ‘çağdaş demokratik’ aygıtları önümüze seren, totalitarizmin rafine biçimlerine dikkat çeken, asla üstünden atlanıp geçilmeyecek bir kitap. Her şeyi yeniden ele almayı öneriyor. Akıcı, yalın ve üstelik gündelik bir söylemle…”
Necati Sönmez / Özgür Gündem


Gündüz Vassaf’ın Yaşam Öyküsü
1946’da ABD’de doğan Gündüz Vassaf, liseyi İstanbul Robert Kolej’de tamamladıktan sonra 1968’de George Washington Üniversitesi’nde psikoloji eğitimi gördü. 1977’de Ankara Hacettepe Üniversitesi’nden doktorasını alan Vassaf, uzun bir süre Ankara Üniversitesi Mediko-Sosyal Merkezi’nde öğrencilere psikolojik danışmanlık yaptı. Uluslararası Psikologlar Konseyi yönetim kurulu üyeliğinde bulunan Gündüz Vassaf, 12 Eylül askeri darbesinden sonra öğretim üyeliği yaptığı Boğaziçi Üniversitesi’nden istifa etti. O tarihten sonra Kasel, Bremen ve Marburg Üniversitelerinde öğretim üyeliği, Kanada’da McGill Üniversitesi Center for Developing Area Studies’te konuk akademisyen, Amsterdam’da Averoes Stichting’de klinik psikolog, Viyana’da Instutude für Hohore Studium?da konuk araştırmacı olarak bulundu.


Gündüz Vassaf’ın yayımlanmış olan kitapları:
Zekâ ve Zekâ Testleri Nedir Ne Değildir?, Ankara Üniversitesi Mediko-Sosyal Merkezi Yayınları, Ankara, 1977, Temel Zihin Yetenekleri Testi, Ankara Üniversitesi Mediko-Sosyal Merkezi Yayınları, Ankara, 1977, Introduction to Psychology (Editör), Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul, 1978; Wir Haber unsere Stimme noch nicht laut gemacht; Türkische Arbeitkinder in Europa, Res Publicae, Felsberg, 1985, Cehenneme Övgü: Gündelik Hayatta Totalitarizm, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999, Cennetin Dibi: Modern Zamanda Eğlencelik Hayat, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999, Annem Belkıs, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000.
Sınırların Ötesinden Daha Sesimizi Duyurmadık

Bir yorum

  1. Kitaplara emeği geçenlere saygılar, selâmlar…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir