‘pervane’yi okurken; zamanın havasını, köpüren gökyüzünü ve menekşe yazlarının sessiz sevinçlerini duyumsadım tepeden tırnağa. İnsanın kâğıtla arasındaki uzun yalnızlığını, ürperten kalabalıkları ve ölümün daha gizli bir şey olduğunu öğrendim. Merhamet; ağzımızın kenarında bekleyen bir dinamitmiş veyahut bir çocuğa gülümseyen melek, ‘o sonsuz beyazlığa’ doğru bakarken farkına vardım. Yanımızdan gürül gürül akıp giden günler, bir belleğin gövdesini terk etmesi miydi? Yoksa ansızın kör olan bir hayatın öyküsü mü? Dönüp ‘pervane’ye soruyorum: ‘Başlıyor başkalarının zamanı’ diyor usulca. Öyle bir çizgideyiz işte, ya kanatlarımızı çırpamıyoruz ya da yağmurun sözüne inanıyoruz…
Neredesiniz ey zamandan büyük zamanlar
Siliniyor bir bir belleğin harfleri
Bir unutma masalıymış dünya denilen avaz
Başka beden buluyor sonsuzluk kendine.
‘pervane’yi okurken; yalnızlığın bir sonsuzluk olduğuna inandım. İlk harften başlayarak bedenin en ücrasına uzanan bir sonsuzluk. Her şey, herkes bu uzun yolculuğun figüranları, içten içe bir keşiş yabancılığımız bundan. Çarşılarda, pazarlarda gezdirilen sesimizin kemiksizliği de bundan. Çünkü ‘Yüz bin yalnızlıkla bir kalabalık büyüttü’ insanoğlu, hem derin keder, hem de kalbinden taşırdığı gövdesi ile. Bunca düşün ve gerçekliğin ortasında, kurtların ve börtü-böceklerin arasında, bir yeryüzü ağıtı gibi duran onca evin kendi içine kapanması, çivilenmiş bir tenhalık değil de nedir? ‘Acıdan çok cezaya benziyorsun’ diyor bana ‘pervane’. Anladım ki, bu dünya telâşı durmadan yontuyor mum ışığını…
Ölüm…
Zamanın şah gülü
Senin soluğun mudur hazların kırmızı burcundan
Yaşamak diye dünyaya saldığımız çığlık?
‘pervane’yi okurken; yaşamla ölüm arasındaki o değerli kapıyı yüzlerce açıp kapadım. Renklerin belleğine sinen harfleri, eşyaların üzerine sıçrayan hüzünleri, kör olan çiçekleri ve ortalığa dağılmış haberleri toplayıp astım yaşamın ucuna. Ve gördüm ki, dünyaya gönderilen her beden boşluğu oyan bir yara aslında. Görünen ve görünmeyen bir tanrıdan yas damlıyor: ‘Hangi arzu yatağında boğulursa boğulsun / Kapanan senin can evin oluyor’. Ölümün acılı bir yaz olduğunu da öğreniyorum ‘pervane’den. Bir kentten ötekine koşan, yoksul evlerden avlulara, sokaklara kadar gezinmiş bir ölümü okudum. Korkusuzluğun çığlığını duydum, ağaçlara türkü söylerken birileri. Ah dedim kendi kendime, ah güzellenmiş bedenler hep yan yana uyur…
Elleri şıralı bir çocuğa
Güneş yumağı bir çocuğa, ağaç yarası bir çocuğa
Buğday firikleriyle tarlaları ağzına dolduran bir çocuğa
Kirpikleriyle karları yuvarlaya yuvarlaya
Evlerin içine dağlar indiren bir çocuğa
‘pervane’yi okurken; çocukların kalbinden yansıyan dünyayı gezdim. Boydan boya ışıklı kasabalar geçtim, baştanbaşa güneşli ülkeler. Huzurlu gece trenlerine bindim, gemiler yaptım gökkuşağı kumaşlardan. Bir çocuğun bir gelinciğe gülümsediğini gördüm ‘pervane’de. Hayatın ilmini çözerken büyümenin ‘Bozkır masalı / Zeytin masalı / Turna masalı / Üzüm masalı’ olduğunu duydum ve dünya kabardı içimde. Çocukluk elimize tutuşturulan yaşama hevesiymiş, gün batınca, sular çekilince anladık. ‘Sonra sabahın ağzı çimenlerin koynunda’ diyor ya ‘pervane’; ben de bir çocuğun koynundan çıkıyorum dağlara. Sessizliği üstüme çekiyor kuş sürüleri ve dilimizin örtüsünde iyi günlerin meleği…
Yazmışım bir nazlı zamanda
Bir nazlı kâğıda:
“Yanlış bir kapıyım ben
Önünde yanılmış bir çocuğun durduğu.”
Ah, güzelim Şükrü Ağbi;
‘pervane’yi okurken, şiirin aklına dolandım…
Ömer Turan
omerturan@yandex.com
Pervane
Şükrü Erbaş
Kırmızı Kedi / Şiir Dizisi
Türkçe
76 s. — 2. Hamur– Ciltsiz — 13 x 21 cm
İstanbul, 2014