Sebzelerin Efsanevi Tarihi – Evelyne Bloch-Dano

Burun kıvırdığımız ya da bayıldığımız, tezgâhlarda bakıp geçtiğimiz ya da biçimlerine hayran olduğumuz, renklerine vurulduğumuz ya da kokularından nefret ettiğimiz sebzeler. Lahana, havuç, bezelye, domates, fasulye, balkabağı, enginar ve daha başkaları…

Yazdığı biyografilerle dikkat çeken Evelyne Bloch-Dano bu kez sebzelerin biyografı olmaya soyunuyor: Sebzelerin pek bilinmeyen ya da önemsenmeyen öykülerini, kıtalar arasında yaptıkları uzun yolculukları, zaman içinde geçirdikleri evrimleri, pişirilmelerinde kullanılan tekniklerdeki değişimi canlı biçimde aktarıyor. Üstelik bunu yaparken edebiyattan müziğe, şiirden tarihe, coğrafyadan iklimbilime geniş bir yelpazede, farklı disiplinlerden yararlanıyor. Mekânların, soruların, tecrübelerin, geçmişten ve günümüzden çeşitli tariflerin peşinden ilerleyerek yemek kültürüne ve sosyolojisine sebzeler üzerinden büyük bir katkıda bulunuyor. Sebze bahçelerinin kapısından geçerek aslında dünya tarihine adım atan Bloch-Dano, sebzelerin “maceraları” üzerinden bambaşka ufuklara işaret ediyor.

Fransa’da 2008 yılında ünlü aşçı Eugénie Brazier anısına verilen ödülü (Prix Eugénie Brazier) alan Sebzelerin Efsanevi Tarihi, sebzelerin şaşırtıcı zenginliğine lezzetli bir yolculuk…

“(…) en mütevazı sebze, dünyanın bütün macerasını kendinde toplar. (…) Bir sebze yediğimiz zaman dünya tarihiyle bütünleşiriz. Bunun ne zaman, nasıl, ne şekilde olduğunu söylemek biyografın işidir.” MICHEL ONFRAY

KİTAPTAN OKUMA PARÇASI
ÖNSÖZ
Sebzelerin Biyografı
MICHEL ONFRAY

Bir biyografi yazarının biyografileri
Argentan’da (Orne) müstakbel bir halk lezzet üniversitesinin Fourierist1
yemek davetini ayarlamaya çalıştığım sırada, öncelikle güvenebileceğim bir
dost, sonra da biyograf olarak Evelyne Bloch-Dano’ya başvurdum. Öncelikle dost olarak, çünkü Sartre-Beauvoir çiftine dair, Flora Tristan’a karşı ortak tutkumuza dair, eserlerinin bir parçası olarak yazar evlerine dair, Stendhal’in olgunluğa ulaşmasına, sinemada gerçeğe saygıya, Proust’un üslubuna, Colette’e dair konuşmalarımız ve paylaştığımız onca şey dostluğumuzu
oluşturmuştu.
Ama aynı zamanda biyografi yazarı olarak da onu aradım. Biyografi, kendini yazmak, otobiyografi, bir hayatın hakikati, kendinin inşası, Sartrecı varoluşçu psikanaliz projesi, Montaigne’in dehası, bir varoluşun kör yanı, söylenecek, söylenmeyecek ya da gösterilecek şeyler, bir hayatın varoluşsal eşsizliğindeki benzer anlar, biyografi yazarıyla konuları arasındaki karmaşık
ilişki, her zaman bir biyografidense diğerini seçmeyi gerektiren otobiyografi
konularında da sohbetlerimiz hiç eksik olmadı.
Velhasıl Evelyne Bloch-Dano bir biyograftır. Zola’nın karısı, Proust’un annesi, Flora Tristan’ın mücadelesi gibi belirgin biyografileriyle olduğu kadar yazar evleriyle –eserin fragmanı olarak mimari bir iz– ilgili incelemeleriyle ya da içinde kendi babasının, annesinin ve elbette kendisinin ama aynı zamanda ebeveyninin ikizi, gölgesi, simulakrı (Epikurosçu anlamda) olarak Romy Schneider’in de biyografı haline geldiği “roman” denemesiyle de.
O halde onun biyograf kaderinden kaçması mümkün mü? Başkalarının hayatlarıyla uğraşırken kendi hayatıyla karşılaşmaktan nasıl sakınabilirdi ki?
Sebzenin sözü
Dostumdan bu şekilde ricacı olduktan hemen sonra, başka arkadaşlarımı
da Fourier için çok önemli olan grup neşesi ilkesi etrafında bir araya getirmeyi umduğumdan, biyograftan, Argentan Halk Lezzet Üniversitesi2
ahalisine bir sebzeler biyografisi sunmasını istedim. Zira bu Halk Üniversitesi, sosyalleştirici bir faaliyetle özsaygılarını yeniden kazanmalarına yardımcı olabilmek için, bir düzine dibe vurmuş sosyoekonomik mağduru, “Kent Bahçeleri” adlı bir yeniden topluma kazandırma alanında çalıştırmak niyetindeydi (hâlâ da o niyette).
Bu sebze bahçesi bir sıçrama tahtası, yeniden özsaygı kazanmak için bir
bahane: Burada mesele tecrübeli bostancılar, seçkin bahçıvanlar, başarılı
zerzevatçılar yetiştirmek değil, kendilerine saygılarını yeniden kazanan kadınlar ve erkekler yaratmak. Bu bahçeyi idare eden arkadaşımız kendisi de
serbest piyasanın kurbanlarından biriydi; yarım asır aynı fabrikada işçi olarak çalışıp fabrikasının Çin’e taşınmasının ardından işten çıkarılmış ve yeniden kazanımda yeniden kazandırılmıştı.
İşte onun, düşük gelirlilere yönelik marketlerde sunulan sebze sepetlerinin alıcı bulamadığı, çünkü alıcıların bu sebzeleri pişirmeyi ne bildikleri ne
istedikleri ne de bunu becerebildikleri gözlemi üzerine bu Halk Lezzet Üniversitesi’ni kurmaya karar verdim. Yalnız her zamanki gibi, bunu tek başıma beceremezdim. Mutfak dersleri Marc de Champérard’ın kılavuzluk ettiği önemli şefler tarafından gönüllü olarak verildi. Champérard, ikna ve belagat yoluyla Fransız şeflerin kaymak tabakasını, derslerin çoğunda, seçilen
yedi sebzenin çeşitlemelerini yaratmaya yönlendirdi.
İşin en başından beri hazır bulunan ve son derece cömert davranan Evelyne Bloch-Dano, beş yüzden fazla insanın karşısında, şeflerin başlangıçlarını hazırladıkları tencerelerden yükselen buharların arasında, bir biyograf
olarak, birdenbire bir roman kişiliğine, film kahramanına, yeryüzü coğrafyasının büyük sahnesindeki oyunculara, kozmopolit aktörlere, sempatik yüzlere dönüşüveren bu sebzelerin macerasını anlatmak görevini üstlendi. La
Fontaine’in hayvanlarla yaptığı gibi, sözü bir yaban havucuna veriyor, bir
domatesin sesi oluyor, ilçenin şölen salonunda saygınlığını kazanan sebzelere ses veriyordu.

Sebze bahçesinin kapısından girmek
Bunun için nasıl bir yol mu izledi? Bir biyografi yazarının yapmayı gayet
iyi bildiği gibi, olan şeyin –bir bezelyenin, bir fasulyenin, bir yerelmasının–
olduğu hale nasıl dönüştüğünü gösterdi. Bir başka deyişle, sebzenin kendi saf ve basit kalori ya da pazar değerinden daha geniş bir sembolik auraya sahip olduğunu gösterdi. Ya da hayatta sadece Mendel’in genetiğinin değil ama Bachelard’ın şiirselliğinin de var olduğunu… Her seferinde benzersiz ama hep farklı olan bir sebzenin, Aynısı (Platoncu idealar âleminde genel
olarak domates) ve Diğeri (günümüzde yemek yapmak için kullanılan domatesler) üzerine bir çeşitleme olan serüvenini, kaderini anlattı.
Bu macerayı anlatmak, sebze bahçesinin kapısından dünya tarihine girmek demektir. Bu da önce bostancıya selam edeceğimiz, ardında da bezelyelerin arasında Hegel’e rastlayacağımız anlamına gelir. Zira en mütevazı sebze, dünyanın bütün macerasını kendinde toplar. (Bu arada şunu da belirtelim, mütevazı sebze her zaman bir laf kalabalığı oluşturur. Mesela trüf mütevazı olmadığından [ama bu onun suçu değildir], ne sebzelerin ne mantarların başlıkları arasında yer alır. Bütün sınıflandırmaların dışındadır.)
Bir sebze yediğimiz zaman dünya tarihiyle bütünleşiriz. Bunun ne zaman,
nasıl, ne şekilde olduğunu söylemek biyografın işidir. Bu yüzden Evelyne
Bloch-Dano birçok disiplinden yararlanıyor: Edebiyat, sanat tarihi, müzik,
şiir, sinema, tarih, prehistorya, coğrafya, jeoloji, jeomorfoloji, iklimbilim,
genetik, bostancılık, bahçecilik teorisi vs.
Argentan Halk Lezzet Üniversitesi’nin her oturumu öncelikle sınırların,
milletlerin, ülkelerin insanların çılgınlığından doğduğunu gösterdi; çünkü
öncelikle bir sebze, doğal olarak, kendisini mümkün kılan toprak ve iklimden başka bir şey tanımaz. Ama daha sonra doğa tarihi, insanların bunu dönüştürdüğü şeyin tarihi haline gelmiştir. İşte, kökünden kopmuş, iklimi değişmiş bu bitkilerin nasıl, kendi büyük romanlarının bir başka sayfasına tekabül eden bir başka kader yaşadıklarını anlatmak gerekliliği buradan gelir.
Sebze biyografı, onun vakanüvisi olarak bu destanın hizmetindedir.

Dokunaklı kaloriler
Aynı sebzede iki ayrı hikâye bir arada bulunur: Büyük olanı, Hegel’in Tarihte Akıl’ı yazmasını sağlayan hikâyedir, küçük olansa her bireyin hatıralarındaki hikâyedir. Büyük olan fatihler, baharat yolu, karavelalar ve deniz
yollarının açılması, imparatorlukların ticareti, ihracat-ithalat döngüsü, bir
sebzenin bir ülkeye gelişi, iktisat, diplomasi ve kıtaların siyaseti vs.’dir. Küçük olansa her zaman bir anne-baba, bir büyükanne-büyükbaba hikâyesidir.

Nazik ya da sersem olsun, mütevazı ya da kibirli, mesafeli, hassas, kendini beğenmiş ya da iddialı; en büyük, en parlak, en namlı, en meşhur şefin tacının altınını kazıyın; en geri, en az göze çarpan, en az tanınmış kır lokantasının aşçısınınkiyle aynı hazineleri bulacaksınız. Kadın ya da erkek, bütün
tutkulu aşçılarda keşfedeceğimiz hazine de aynıdır: İçinde Proust’un madeleine’lerinin bulunduğu bir teldolap.
Bir insanı yemek pişirmeye sevk eden nedir peki? Çocukluğun kaygısız
günlerinin tadını ve lezzetini yeniden bulmak; insanın günün birinde ölmek zorunda olduğunu bilmediği ve her anı bir ilkbahar kahvaltısına dönüştüren günlerin lezzetini. Herkes, çoğunlukla varlığının en derin köşelerinde, bazen de daha yüzeye yakın, lezzet hazinelerini oluşturan koku, elmas, parfüm, mücevher, tat külçeleri saklar. Çalılıktan koparılan böğürtlenin tadı, yoldan toplanan fındığın gevrek dokusu, komşunun meyve bahçesinden aşırılan elmanın ekşiliği, çimen suyunun ya da ağzınızdaki bir düğünçiçeğinin tadı…
Evelyne Bloch-Dano’nun her oturumundaki sohbeti ilginç kılan, nasıl
yeni doğan bir yavru domuzun becerisi tıka basa yemekse, bizim de “tat
alabileceğimiz”i göstermesi. Bu da diyetisyenin kalorileriyle birlikte yeniden
keşfedilmiş olması muhtemel dokunaklı kalorileri de mideye indirmeyi bildiğimizi varsayıyor, yeter ki onların var olduğunu bilelim, onlarla yeniden
karşılaşmayı dileyelim ve bunu yapmak için onların peşinden gidelim. Lezzet Üniversitesi’nin anlamı da budur: İçinde saklı olan şiiri ortaya çıkarmak
amacıyla yediğimiz şeyin “tadına vararak”, tertemiz bir çocukluğun zevkini yeniden bulmanın mümkün olduğunu iştah açıcı bir şekilde öğretmek.
Charles Fourier’nin 19. yüzyılın başlarında kendi gastrosofi’siyle öğrettiği
de bundan başka bir şey değildi: Yemeği (ve operayı ama o başka bir hikâye), zevkin bir hata, bir günah olmadığı fakat yeni topluluğun çimentosu olduğu bir başka dünyanın müfredatına dönüştürmek. Halk Lezzet Üniversitesi, Evelyne Bloch-Dano’nun asli bir konumu işgal edeceği bir gastrosofik
mikro-cumhuriyet öneriyor. Fourier de bir kadının böyle bir rol oynadığını görse sevinirdi; gerçek devrimin phalanstère’lerdeki3
faal kadınlardan geleceğine inanıyordu! Marx’ı unutalım; Fourier’yi ve Evelyne Bloch-Dano’yu
okuyalım ya da tekrar okuyalım…

Büyükannenin Sebze Bahçesinden
Halk Lezzet Üniversitesi’ne
Yazın sonunu büyükannemlerde geçirirdik. Parisli sıska bir küçük kız
olan ben –bana “çalı fasulyesi” adını takmışlardı– nihayet büyükannem Rosa’nın sarı erikli tartı ve sebzeli sığır yahnisiyle birazcık şişmanlayabilecektim! Ama et suyundaki kabarcıklar içimi kaldırıyordu ve tatlı da sevmiyordum. Yalnızca ocağın üzerinde kızarttığı yuvarlak patates dilimleriyle, benzerine hiç rastlamadığım kızarmış dana uykuluk iştahımı kabartıyordu. Büyükannem, isteksizce yemek yiyişimi sert ve üzgün bir halde izlerdi. O arkasını döner dönmez, çocukluğum boyunca çok sevdiğim köpekleri Bouboule’ü aramaya başlardım.
Büyükannemlerin şekerleme toptancısı vardı. Garaj bu mallara ayrılmıştı:
Suchard çikolatası yığınları; pembe, mavi, beyaz drajeler; mayhoş bonbonlar; suda eritilen sarı hindistancevizinin yuvarlak kutuları; siyah meyankökü şeritleri; reçelli şekerler; kâğıdından bir tane bedava kazanılabilen Mistral şekerleri; vanilyalı gofretler… Bütün bu hazine benim hiç ilgimi çekmiyordu.
Fakat avlunun ucunda, içinde boş tahta kasaların, ortası delinmiş boş kutuların, bisikletlerin, paslanmış alet edevatın, ev ahalisinin ıskartaya çıkmış
bütün eşyalarının yığıldığı bir hangar vardı. Yer nemliydi, içerisi loş ve serindi. Burası Bouboule ile benim inimizdi. Yaşlı hayduttan ancak birazcık
daha uzundum, büyük sandıkların arasında oynardım, karnım acıktığı ya da
susadığım zamansa onun emaye kabındaki yağlı su ve süt karışımının içine
bulanmış artıkları paylaşırdım. Bir gastronomun muzafferane başlangıcı…
Hangar, etrafı kalın duvarlarla çevrili bir bahçeciğe açılırdı. Hava güzel olduğunda Bouboule ile birlikte oraya saklanırdım.
Lorraine’in bu kasabasının diğer sakinleri gibi büyükannemlerin de kasabanın dışında gerçek bir bostanları vardı. Süt almaya gittiğimiz çiftliğin kıyısından geçer, sonra dutluklarla erik ağaçlarının kenarından giden bir yolu
takip ederdik. Daha sonraki yıllarda işte burada, pusu kurup kızlara saldıran oğlanlarla kavga etmiştim. Bu dalaşmalara bayılıyordum; her tarafımda
morluklar, dizlerim kan içinde, heyecandan kıpkırmızı eve dönerdim. Bahçeler yolun diğer tarafında sıralanıyordu. Bu bahçeler Madam Lipp’e emanetti; büyükannem öğlenleri onu kocaman Alsace lahanası tabaklarıyla, saat
dörtte de sütlü kahve ve yağlı reçelli ekmek dilimleriyle beslerdi.
Hangarın dibindeki küçük bahçeye hiç kimsenin gittiğini sanmıyorum.
Bir ışkın ve kalınca bir sıra maydanoz dışında bahçenin her tarafını yabani otlar kaplamıştı. Ben burada, güneşin ısıttığı duvara dayanarak oturup ne
vecd anları yaşadım. Bir tutam maydanoz koparır kıtır kıtır yerdim. Maydanozun keskin tadı ağzımı doldururdu, yapraklarını hatta biraz kılçıklı olan
saplarını da çiğnerdim, suyu çenem boyunca akardı ve mesut bir rehavete
dalardım. Yanıma uzanan Bouboule arada bir kulaklarını havaya dikerdi; beni avludan çağırıyor olurlardı. Duyardım ama duymazdan gelirdim. Bu terk
edilmiş bostandaydım ve harika hissediyordum. Erişilmez, yalnız, maydanozların ortasında mutlu.
Hayatımda başka bahçeler de oldu: Tatillerde kiralanan yerler, kaldığım
evler, Seine-et-Marne’daki marul ve taze fasulye aldığımız “küçük hanım”
bostanı, iki yanında karanfiller ve kekikler bulunan yollarıyla bir zamanlar tanıdığım bir Poitiersli büyükannenin bahçesi. Babam, ev kendine ait olsun olmasın her tarafa çiçekler dikerdi. İlkbahar geldiğinde Saint-Germainen-Laye ormanından yabani sümbül, Chaville’den inciçiçeği, Chevreuse Vadisi’nden leylak toplamaya giderdik. Daha sonra annemle babamın Oise’de
kendilerine ait küçük bir bahçeli evleri oldu, bahçenin çiçeklik kısmına herkes hayran olurdu. Çift kat çiçekli beyaz bir leylak, onların bu yeni “ev sahibi” statülerinin tanığıydı. Ancak birkaç ot dışında hiç sebze yoktu. Çiçeklerse çok boldu. Babamı bu işi yaparken giydiği mavi tulumu içinde, dizinin
üstüne çökmüş, elinde fide kazığıyla gözümün önüne getirebiliyorum hâlâ.
Yaşı ilerledikçe yeniden ayağa kalkmakta zorlanmaya başlamıştı. Dünyada
hiçbir şey için güzel ellerini toprağa sürmeyecek olan annem, Pazar akşamı
ıslak gazete kâğıdına sarılmış olarak Paris’e getirdiğimiz buketleri bir araya
getirmekle uğraşırdı.
Evin satışı sırasında bütün bunlardan ancak iki-üç gül fidanıyla birkaç
çançiçeği kurtarılabildi. Evin yeni sahipleri veranda yapmak için beyaz leylağı söktüler.
Babam çiçeksiz, çelenksiz gömüldü.
Paris’te bir binanın dördüncü katında, 50 metrekarede büyümek, insanı
eline bel almaya yönlendirmiyor. Sebze bahçesi konusunda uzun süre nemli pamuğun içindeki mercimeklerle fasulyeler düzeyinde kaldım. On yaşımdayken, beyaza çalan sapı ve yarısaydam yeşil renkli ilk küçük yaprağıyla
büyüleyici bir biçimde çıktı bitkim! Yazık ki, her zaman olduğu gibi, bitki
saksıya konup pencerenin kenarına yerleştirir yerleştirmez kuruyup büzüldü ve soldu. Sonra da yok oldu. Neden böyle olduğunu hiçbir zaman anlayamadım.
Dolayısıyla benim bahçelerim hayalî olarak kök saldı. Her biri kendi tarzında kırı seven ve bana da bunun tadını veren üç kadının kalemiyle filizlendi: Kontes de Ségur, Colette ve George Sand. Oyuna, anneliğe ya da yaratıma ayrılmış, sırasıyla küçük model kızların bahçeciği, Sido’nun bostanı ve
Nohant hanımefendinin parkı, değişik yaşlarda benim kırsal hayallerim ve
bazen ütopyalarım için hedef vazifesi gördüler.
Sonunda bir bahçe ve bostan sahibi olabilmek için, o sıradaki eşimle birlikte Normandiya’daki ilk evimizi beklemem gerekti. Babam –yine– şu uyarıda bulunmuştu: “Ancak buna özen gösterirsen buranın insanları seni ciddiye alır!” Epey çaba gösterdim ama… Eğri büğrü ve dolambaçlı sıralar, düzensiz dikimler oldu; nadas yılı, kurtlu havuçlar yılı… Bir tarzım, düzenim
ve tekniğim yoktu. Kendimi biraz geliştirdim ama daha çok yol kat etmem
gerekiyor. Bahçıvanın temel niteliği eksik bende: Sabır. Ekmeyi, dikmeyi ve
ürün almayı seviyorum ama iş yetiştirmeye gelince… On yıldan uzun süre,
bu eski, ısıtması olmayan çiftlikte yaşadım. Orne’da kışlar uzun ve serttir. O
dönemden kış uykusu eğilimi ve ısınma takıntısı edindim. Daha sonra Pierre ile birlikte Bougival’deki apartman dairemizin terasında küçük bir bostanım (çilek ve marulumuz vardı) oldu ve yalnızca güllerin, kirazların ve ahududuların mutlu gözüktüğü L’Etang-la-Ville’deki bahçemizde bazı girişimlerimiz oldu.
Orne’daki bostanımızda artık çilekler, bezelyeler, kabaklar, pırasalar, kıvırcıklar, lahanalar, pancarlar, hıyarlar, enginarlar, domatesler, sarımsaklar, soğanlar ve patatesler yetişiyor. Adaçayı, ışkın, kuzukulağı, kekik, zahter, tarhun, frenksoğanı orada kendilerini evlerinde hissediyorlar. Temkinli
fesleğen saksısında duruyor. İşte “yirmi yıl sonra” yeniden, yüreğimin tüm
kökleriyle bağlı olduğum Normandiya’dayım. Kır evimizin bu kez ısıtması var.
Normandiya’daki ev olmasaydı, sıcağın altında fasulyelerin toplanışını,
salataların toprağı süsleyişini, domateslerin henüz yeşil halini, devasa ve içi
oyuk kabakları, delikli lahana yapraklarını hiç bilmeyecektim. Oburca kıtırdatılan kırmızı pancarı, ağızda eriyen bezelyeleri, sulu sulu soğanları, al dente fasulyeleri, güneşte ılınmış çilekleri, etli domatesleri, kıvrımını takip ettiğimiz kavunu da… Normandiya’daki ev olmasaydı, kendi yetiştirdiğim ve bu

1 Fransız filozof ve sosyal teorisyen François Marie Charles Fourier (1772-1837) tarafından geliştirilen ve Fourierizm olarak bilinen sisteme atıfta bulunulmaktadır. Fourier toplumun, her biri endüstriyel ve sosyal üretim gereksinimlerine yeterli boyutta phalanax’lara ya da ortak çalışma birimlerine
bölünmesi esasına dayanan bir sosyal sistem öneriyordu. İlgi ve dayanışmanın sosyal başarının sırları olduğuna ve dayanışma halindeki bir toplumun verimlilik düzeyinde muazzam gelişmeler görüleceğine inanıyordu – ç.n.

2 UPG: Université populaire du goût – e.n.

3 Fourier’nin, yeni bir devletin temelini oluşturacağını düşündüğü, üyelerin mutabakatı ve serbestçe bir araya gelmeleriyle oluşan, uyum içindeki ütopik bir toplum için tasarlanmış, ortak kullanıma
yönelik bir yapılar bütünüdür. Yunanca phalanx (dikdörtgen askerî yapı) ve stereos (sağlam) kelimelerinden türetilmiştir – ç.n.

KÜNYE
Sebzelerin Efsanevi Tarihi
Evelyne Bloch-Dano
İletişim Yayınları
Çeviri: Nihan Özyıldırım
1. baskı – Ocak 2020
124 sayfa

Evelyne Bloch-Dano
Neuilly-sur-Seine’de doğdu. İngiliz dili ve modern edebiyat okudu. Paris’te çeşitli eğitim kurumlarında edebiyat öğretmenliği yaptı. Yazı faaliyetleri edebiyat, yazar evleri, biyografiler üzerinde yoğunlaştı. 1993-2008 yılları arasında Magazine Littéraire dergisinde düzenli olarak yazar evleriyle ilgili yazılar yazdı. Yine bu dergide ve Marie-Claire’de edebiyat eleştirileri yayımladı. 2006-2012 yılları barasında, Michel Onfray’nin kurduğu l’Université Populaire du Goût d’Argentan’da (Argentan Halk Lezzet Üniversitesi), bu kitabın da yazılmasına vesile olan “Lezzet Tarihi” seminerleri verdi. Esas olarak biyografileriyle dikkat çekti ve çeşitli ödüller aldı. Émile Zola’nın karısını anlattığı Madame Zola (1997); modern feminizmin kurucularından, sosyalist Flora Tristan’ın hayatını incelediği Flora Tristan La Femme-Messie (Flora Tristan, Kadın-Mesih, 2001); Marcel Proust’un annesi Jeanne Proust’un hayat hikâyesini ve aile ilişkilerini ele aldığı Madame Proust (2004); yazar evlerini incelediği yazılarını bir araya getirdiği Mes Maisons d’écrivains (Benim Yazar Evlerim, 2005); kendi annesinin hayatıyla oyuncu Romy Schneider’in hikâyesini birlikte incelediği La biographe (Biyografi Yazarı, 2007); George Sand’ın Alexandre Manceau ile ilişkisini dönemin olaylarıyla birlikte ele aldığı Le Dernier amour de George Sand (George Sand’ın Son Aşkı, 2010) eserlerinden bazılarıdır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here