SEKÜLERİZM-LAİKLİK-ÇEDES/1 Nejdet Evren

Türk Dil Kurumu (TDK) laikliği “Devlet ile din işlerinin ayrılığı, devletin, din ve vicdan özgürlüğünün gerçekleşmesi bakımından yansız olması, “ olarak tanımlamaktadır. Görüleceği üzere burada herhangi bir dinden değil genel olarak “din”den söz edilmektedir. Dolaylı olarak bu anlam, herhangi bir dini inanış ile devlet yönetiminin hiçbir şekilde birlikte yürütülemeyeceği anlamına gelir. Bu nedenle seküler hiçbir devletin dini olamayacağı gibi herhangi bir dini inanışı esas alan, bu inanışın yaşam biçimini, ritüellerini içeren hiçbir edime devlet yönetiminde yer verilemeyeceği; tüm inanışlara devlet yönetiminin eşit uzaklıkta olması gerektiği, vicdan özgürlüğünün gerçekleştirilebilmesi için olmazsa olmazlarından sayılmaktadır.

İnsan Hakları Evrensel BildirgesiMadde 18
Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne hakkı vardır; bu hak, din veya inancını değiştirme özgürlüğünü ve din veya inancını, tek başına veya topluca ve kamuya açık veya özel olarak öğretme, uygulama, ibadet ve uyma yoluyla açıklama serbestliğini de kapsar. “ şeklinde tanımlarken düşünce, vicdan ve dini özgürlüğü eş-düzeyde tutmuş ve özgürlüklere müdahale edilmesini de yasaklamıştır. Zira “Madde 30
Bu Bildirgenin hiçbir hükmü, herhangi bir Devlet, grup ya da kişiye, burada belirtilen hak ve özgürlüklerden herhangi birinin yok edilmesini amaçlayan herhangi bir etkinlikte ve eylemde bulunma hakkı verecek şekilde yorumlanamaz. “ hükmünü koyarak yasağın altını çizmiştir. Aynı bildirgenin şu maddesi ile “Madde 26
1.    Herkes, eğitim hakkına sahiptir. Eğitim, en azından ilk ve temel öğrenim aşamalarında parasızdır. İlköğretim zorunludur. Teknik ve mesleki eğitim herkese açıktır. Yüksek öğrenim, yeteneğe göre herkese eşit olarak sağlanır.
2.    Eğitim, insan kişiliğinin tam geliştirilmesine, insan haklarına ve temel özgürlüklere saygıyı güçlendirmeye yönelik olmalıdır. Eğitim, bütün uluslar, ırklar ve dinsel gruplar arasında anlayış, hoşgörü ve dostluğu yerleştirmeli ve Birleşmiş Milletlerin barışı koruma yolundaki etkinliklerini güçlendirmelidir.
3.    Ana-babalar, çocuklarına verilecek eğitimi seçmede öncelikli hak sahibidir. “ eğitimin temel prensiplerine değinilmiştir. Özellikle vurgulanan “Ana-babalar, çocuklarına verilecek eğitimi seçmede öncelikli hak sahibidir. “ tanımı ile devlet karşısında birey ve aile ön plana çıkartılmış ve devletin çeşitli seçenekleri sunmasıyla ailenin tercihine saygının temel prensip olacağı açıkça belirlenmiştir. Bu demek oluyor ki devlet işleyişinde yönetim eğitim sürecinde vatandaşlarına seçenekler sunmakla yükümlü ve onların tercihlerine saygı duymak ile görevlendirilmiştir. Madde metninde “dinsel gruplar” dan söz edilmektedir ki bu, din ve vicdan özgürlüğünün devlet yönetimlerinde kabul edilmeleri gerektiği anlamına gelir. Genel olarak yorumlandığında ise, ailelerin çocuklarının dinsel inanışlar açısından çocuklarının eğitimlerini belirlemede birincil önceliği haiz oldukları ve ailenin isteği dışında hiç kimsenin dini bir eğitime tabi tutulamayacağı benimsenmiştir.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Madde 9, ile İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne paralel bir düzenleme getirmiş, Ek Protokol Madde 2 de ise “Hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz. Devlet, eğitim ve öğretim alanında yükleneceği görevlerin yerine getirilmesinde, ana ve babanın bu eğitim ve öğretimin kendi dini ve felsefi inançlarına göre yapılmasını sağlama haklarına saygı gösterir. “ hükmü ile İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nden bir adım ileri giderek “felsefi inanışlar” ile ailenin görüş ve düşüncelerinin çocukların eğitiminde devlet yönetimi karşısında temel belirleyen olgu olacağının altını çizmiştir. Burada ailenin dini inanışlarını aşan düşünce özgürlüğü kapsamındaki tüm inanış biçimlerinin temel eğitimde esas alınmasını devlete bir yükümlülük olarak verilmesidir söz konusu edilen.

 

Aydınlanma dönemi olarak tanımlanan ve Avrupa’nın üretim biçimindeki değişikliğe paralel olarak “aklın üstünlüğü”ne dayalı reformlar ve rönesans ile aristokratlar yanında topluma tümden egemen durumundaki Engizisyon ve Kilise yönetimden uzaklaştırılmış yerine burjuva sınıfı yerleşmiştir. Bu sınıfsal değişim, alt-üst olma dinsel inanışı göklerden yere indirmiş ve “akla üstünlük” sağlanmıştır; sonucunda ise dinsel inanış biçimleri devlet yönetiminden çıkarılmıştır. Burjuva hukuk düzeni ile devlet organları Fransız İhtilali’den itibaren yasama, yürütme, yargı erkleri şeklinde örgütlenmiş aklın ve bilimin yasaları hakim kılınmıştır; böylece dinsel inanış biçimleri tamamen birey/öznenin vicdanına bırakılmıştır. Avrupa burjuva hukuk düzeni dini kişi vicdanı ile sınırlandırırken ve ona müdahale etmeme yükümlülüğünü üstlenirken, onun da diğer inanış biçimlerine ve devlet yönetimine müdahalesine asla izin vermemiştir. Yukarıda alıntılanan normlarda eğitimin amacı tanımlanırken “…Eğitim, bütün uluslar, ırklar ve dinsel gruplar arasında anlayış, hoşgörü ve dostluğu yerleştirmeli …” şeklindeki tanımlama ile dini faaliyetlerin , uğraşı ve edimlerin, tören ve ritüellerin gruplar arasında çatışma, kışkırtma, küçümsemeye yol açmayacak tarzda olmasına vurgu yapılmıştır. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 30. Maddesi açık bir şekilde yasaklayıcı hükmünü koymuştur.

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Dünya ölçeğinde yaşanan iki paylaşım savaşlarından sonra kaleme alınmışlardır. Özellikle İtalya, Almanya ve İspanya’daki faşizmin yükselmesi, dünya ölçeklerinde topyekun bir yıkıma ve insan haklarının ağır bir şekilde ihlal etmeye yönelimlerine karşı çok uluslu bir ortaklaşma normları olarak gündeme gelmiştir. Her iki evrensel norm taraf ülkeleri iç hukuk gibi bağlamaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti’nde İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi 47 Mayıs 1949 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Ek Protokol’ü 20 Mart 1952 tarihinde imzaya açılmış ve 18 Mayıs 1954 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Türkiye, Protokol’ü 20 Mart 1952 tarihinde imzalamış ve Protokol’ün Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’yle birlikte onaylanması için, 10 Mart 1954 tarih ve 6366 sayılı Onay Kanunu çıkarılmıştır. Onay belgeleri, 18 Mayıs 1954 tarihinde Avrupa Konseyi Genel Sekreterliği’ne tevdi edilmiş ve Protokol, Türkiye açısından aynı tarihte yürürlüğe girmiştir. Türkiye, Protokol’ü onaylarken eğitim hakkını düzenleyen 2. maddeye bir çekince koymuş ve Protokol’ün 2. maddesinin, Tevhidi Tedrisat Kanunu hükümlerine halel getirmeyeceğini beyan etmiştir.

Hukuksal problem din eğitiminde seküler bir şekilde ailenin isteğinin esas alınıp alınmayacağında, devletin dini eğitime müdahale edip edemeyeceğinde kilitlenmekte, düğümlenmektedir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Ek Protokol’ü çok açık bir şekilde devleti sınırlandırmakta iken 1982 Anayasası olarak bilinen 2709 Sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası 24 Maddesinin 4 Fıkrası 2. cümlesinde “…Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. “ demek suretiyle “Din ve Vicdan Hürriyeti” başlığını düzenleyen normu ile yukarıda belirtilen evrensel ve taraf olunan normlardan uzaklaşmış bulunmaktadır. Daha açık bir deyimle ailenin yönelim, istek ve talepleri yok sayılmıştır. 340 Sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunu’nun yürürlük tarihi, Evrensel Beyanname’nin kabulü, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Ek Prptokol’e konulan şerhin tarihi ve 2709 Sayılı Anayasa’nın yürülük tarihleri ve içerikleri karşılaştırıldığında ise şu durum ile karşılaşmaktadır. 2709 Sayılı Anayasa’nın 24 Maddesindeki din derslerinin zorunlu olması İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Ek ProtokolüEne açık bir çelişki taşımaktadır. Ancak bu sözleşmelere aykırılığın bir yaptırımı bulunmamaktadır. 1924 tarihinde yürürlüğü giren 430 Sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu 4. Maddesine “…Milli Eğitim Bakanlığı’nca, yüksek din uzmanları yetiştirmek için, Üniversitede bir ilahiyat fakültesi açılacak ve imamet ve hatiplik gibi dini hizmetlerin görülebilmesi için de ayrı okullar açılacaktır. “ hükmünü içermektedir. Görüleceği üzere bu yasa hükmüne göre din uzmanı yetiştirmek amcıyla ilahiyat fakültesi ve imam ve hatip yetiştirmek üzere okullar açılabileceği ve fakat bu okullarda yukarıda zikredilen evrensel ve bağlayıcı sözleşmelerde açıkça belirlendiği gibi ailenin isteği dışında bir dini eğitim zorunluluğundan söz edilmemektedir. Bu nedenle AİHS Ek Protokolo’üne konulan muhalefet şerhi “zorunluluğu” kapsamamaktadır. Bu açıdan 2709 Sayılı yasanın 24. Maddesi ile AİHS Ek Protokol’ü 2. Maddesi ile çelişmektedir. Ulus Devletleri evrensel kabule göre yek-diğerine eşit sayıldığından hükümranlık hakkı evrensel sözleşmeler ile çelişecek normatif düzenlemelerin yapılması halinde siyasi ve ekonomik yaptırımlar dışında bir yaptırım ile karşılaşılmamaktadır. Bu nedenle her ulus devletin seküler bir yapıyı gerçekleştirme iradeleri tamamen kendilerine kalmış bir durumdur. Şu hususu da hatırda tutmakta yarar var. 2709 Sayılı Anayasa’nın 90/5 Madde ve fıkrası”…Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alını .” hükmünü içermektedir. Ancak milletlerarası andlaşma hükümleri ile çıkacak uyuşmazlıkta milletlerarası hükümlerin esas alınmaması durumunda ne olacağına dair hiçbir hüküm konulmamıştır. Zira Anayasa’nın 24. Maddesi ve getirilen zorunlu din dersi uygulaması yukarıda belirtilen ve taraf olunan sözleşmelere aykırı olduğu halde kırk yılı aşkın uygulanıyorsa bunun bir açıklamasının olması gerekmez mi?

2709 Sayılı Anayasa’nın BAŞLANGIÇ bölümü 5. Fıkrası “Hiçbir faaliyetin Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılapları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı; …” hükmünü içermektedir. Cumhuriyetin Niteliklerini düzenleyen 2. Maddesi “Madde 2 – Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir. “ şeklinde bir tanım yapmıştır. Bu hükümler ile laikliğe yapılan gönderme ve vurgu biçiminden seküler bir devlet yönetiminin esas alındığına açıkça değinilmiş ve Anayasal güvence altına alınmıştır. Zira “IV. Değiştirilemeyecek hükümler

Madde 4 – Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez. “ hükmü ile bu çizgi kesin hatları ile çizilmiş bulunmaktadır. Bu bağlamda Anayasa’nın değiştirilmesi dahi teklif edilemeyecek seküler yapıya ilişkin hükmü ile 24. Maddesinde din derslerinin zorunlu kılındığı hükmü arasında bir çelişki bulunmaktadır. Her ne kadar 24. maddede herhangi bir dini inanışa açık bir gönderme yapılmamış olsa da, yukarıda tanımlanan laiklik tanımına göre devletin hiçbir dine eğitim kapsamında dahi müdahil olamayacağı şeklindeki seküler tanımla uyuşmadığı görülmektedir. Anayasa’nın 24 Maddesi değiştirilemeyecek maddeler kapsamında kalmamaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa’nın maddelerini şekil dışında inceleme ve iptal etme yetkisi bulunmadığından bu değişiklik ancak siyasi bir irade/istencin sonucunda gerçekleşebilecek bir durumdur. Geçmişte böyle bir irade ortaya çıkmış mıdır? Bunu anlamak için 1921, 1924 ve 1961 tarihli Anayasa’lara göz atmak gerekecektir.

../.

 

Nejdet Evren

Akarca/Ağustos-Eylül 2023

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir