Sermaye Birikirken / Osmanlı, Türkiye, Dünya – Oya Köymen

Oya Köymen’in Sermaye Birikirken / Osmanlı, Türkiye, Dünya adlı kitabı, kapitalist sistemin can damarı olan sermayenin birikim süreçlerine yoğunlaşıyor. Sermaye birikirken “ötekilere”, sermaye sınıfına dahil olmayan çoğunluğa neler olduğunu tarihsel ve güncel öykülerle sergiliyor.
Britanya İmparatorluğu’ndan, ABD hegemonyasına geçişin toplumsal etkileri ele alınıyor. Sanayi Devrimi ve Adam Smith’den başlayarak günümüze kadar uzanan iktisadi olaylar ile iktisat teorisinin bağı ve bağlantısızlığı inceleniyor. Bazı insanların fedakârlık yapıp, kazançlarının bir bölümünü tasarruf ederek sermayeye dönüştürdükleri; “serbest piyasa”nın bütün iktisadi sorunları çözebileceği savları tartışılıyor.
Kitabın yarısından fazlasını oluşturan iki ana bölümde, Batı sanayileşirken Osmanlı’nın neden sanayileşemediği, Türkiye’de ekonomi ve siyasetin birbirini nasıl etkilediği, bunların ancak “uzmanların” anlayabileceği iki ayrı alan olduğu iddiasının geçersizliği vurgulanıyor. “Serbest piyasa ekonomisi”ni kişisel özgürlüklerin artmasının önkoşulu kabul eden liberal kuramlara karşı, Türkiye örneğinden giderek, azgelişmiş ülkelerde “piyasaların özgürlüğünün” antidemokratik rejimlerle sürdürüldüğü ve kişi özgürlüklerinin kısıtlanması pahasına gerçekleşebildiği gösteriliyor. Yirminci yüzyıldan itibaren aşırı üretimle birlikte artan yoksulluğun nedenleri çarpıcı örneklerle ele alınıyor.

ÖNSÖZ
Kapitalizmin ?sihirli? sözcüklerinin ?sermaye? ve sermaye biriktirmek olduğunu biliyoruz. Neden ?servet? değil de sermaye kapitalist sisteme adını verecek kadar belirleyici bir kavram? Geri kalmış ülkelerin sermaye birikimleri olmadığı için azgelişmiş oldukları, sanayileşmiş ileri kapitalist ülkelerin ise sermaye birikimleri sayesinde bu konuma geldikleri klişeleşmiş değerlendirmelerdendir.
Büyük toprak, para ya da gayrimenkul sahipleri servet sahibidir ama sermayedar değildir. Sermayedar olabilmek için kişinin var olan parasal birikimini sürekli artırma gayreti içinde olması gerekli olsa da yeterli bir koşul değildir. Örneğin paradan para kazanmak, faiz geliri elde ederek ya da malları ucuza alıp pahalı satarak da mümkün. Kentlerin civarında arazi alıp, bekleyip kent nüfus artışının baskısıyla arazisinin fiyatı artınca satıp büyük paralar kazananlara sermayedar demiyoruz da, ahlaki bir değerlendirmeyi de içeren ?havadan para kazanmak? anlamında bir niteleme olan ?rantçı? diyoruz. Bütün bu örneklerde eksik olan bir şey var. Emek vermeden sahiplenilen toprak parçasından ya da değer katmadan var olan malları ucuza alıp pahalıya satarak elde edilen gelirlerle servet sahibi olunuyor ama sermayedar olunamıyor.
Tarihsel olarak sermayedarlar kendileriyle servet sahipleri arasındaki farkı emek vermeye, çalışmaya, yeni değerler yaratmaya bağlamışlardır. Sermayedarların kimliğini tanımlama çabalarından ?iktisat bilimi? doğdu. İktisat, sanayi devrimlerinin nasıl sermayedarların eseri olduğunun teorilerini kurdu. Gene tarihsel olarak sermayedar kavramı yeni bir toplumsal sistem olan kapitalizmin ve sanayileşmenin yaratıcı gücü olarak iktisat tarihi yazınına geçti. Sermayedarlar tarihlerini yazarken özellikle şunları vurguladılar: Onlar ayrıcalıklı, servet sahibi soyluların egemen olduğu ortaçağdan, yeniçağa geçişin öncüleri olurken bütün ayrıcalıklı sınıflara karşı da mücadele etmiş ve herkesin yasalar önünde eşit olması gerektiğini savunmuşlardı. Emek vererek, çalışarak yeni değerler yaratılması, toprakların en verimli bir biçimde işlenmesi, fabrikaların kurulup kitlelere yeni iş sahalarının açılması, yeni teknolojilerin bulunması ve toplumsal refahın artması ancak sermayedar düzeninin kurulmasıyla mümkün olabilmişti. Herkesin çalışmasının karşılığını aldığının varsayıldığı yeni düzen; emeğe saygı, eşitlik, adalet, serbest rekabet ve ticaretle özdeşleştirilen kişisel özgürlükler sistemiydi. Ortaçağdaki gibi üreticilerin soylulara, toprağa, cemaatlere bağımlılığı yok edilmiş, kulluğun yerine eşit özgür vatandaşlar toplumu kurulmuştu.
Bu kitapta sözü edilen toplumsal tarih yazınını izleyerek, tarihsel ve güncel verilerle ?Gerçekten böyle mi olmuş?? sorusunun peşine takıldım. Sermaye birikirken diğerlerine, sermaye biriktiremeyenlere neler olduğuyla ilgilendim. Kitabın her bölümünün kendi başına bir bütün oluşturmasına çalıştım; dört ayrı makale gibi değerlendirebiliriz. Birinci bölümde, iktisadi düşüncenin dönüm noktaları ile kapitalizmin dünya çapındaki krizleri arasındaki ilişkiyi vurguladım. İkinci bölümde, Osmanlı?da sınıfların ve sermaye birikiminin olmadığına ilişkin savlara karşıt görüşlerim çerçevesinde konuyu işledim. Üçüncü bölümde, Türkiye?deki ekonomisiyaset-sermaye birikimi süreçlerini ilişkilendirdim; ekonomideki liberalizm ile siyasetteki baskıcı politikalar ve askeri darbeler arasındaki bağlantıları vurguladım. Dördüncü bölümde, dünya ekonomisinden bir seçki sundum. Kapitalizmin doğuşundan ABD hegemonyasına giden yolun önemli gördüğüm dönüm noktalarının üstünde durdum. Eklerde, Türkiye siyasetinde şiddetin dökümünü yaparken, bu süreçteki bazı ?aktörler?in kısa yaşamöykülerine yer verdim. Son ekte de ABD hegemonyasının önemli göstergelerinden biri olan başka ülkelere çeşitli biçimlerdeki müdahaleleri gösterildi.
İktisat ya da iktisat tarihi eğitimi almamış okurların da yazdıklarımı anlamasını istediğim için bu alanların kendine mahsus dilini ve kavramlarını az kullanmaya çalıştım; ya da kullanırken açıklamalar getirdim. Ama iktisat ve iktisat tarihi akademik geçmişimin bu çabamda beni zorladığını itiraf etmeliyim. Çünkü içinde bulunmuş olduğum akademik ortamlarda insan ister istemez bazı alışkanlıklar ediniyor ve belirli bir yazı biçimini benimseyebiliyor. Aşırı uzmanlıkla birlikte her alanın özel bir dili oluşuyor. Akademik çalışmaların başlıca özelliği de araştırmacının bir konuda onlarca dipnot, rakam, grafik matematiksel modeller vb. kullanarak o konuyu bildiğini kanıtlama çabasıdır. Böyle olunca da ancak ilgili alanın küçücük bir alt alanında çalışanlar birbirini anlayabiliyor. Bu küçücük alt alanların dışındaki akademisyenler birbirinin ne yaptığını anlamadığı, bilmediği gibi akademik dünyanın dışındakiler ise anlaşılmaz şeyler söyledikleri için akademisyenleri ya küçümsüyor ya da yüceltiyor. Örneğin, bir depremin ardından TV ekranlarından birçok deprem uzmanının açıklamalarını dinlerken fay hatları ve jeolojik katman labirentlerinin arasında kaybolmamak neredeyse imkânsızdır.
Hava durumu ve spor yani futbol programları kadar yaygın olan ekonomi programlarında ise genellikle şöyle şeyler duyarız: ?Fed?in faizleri yükseltme ihtimaline karşı borsa endeksi düşmeye başladı, piyasalar tedirgin, sıcak para çıkışı durumunda, ekonomi durgunluğa girebilir; o zaman da faiz dışı % 6,5 fazlayı tutturmak ve cari açığı finanse etmek güçleşebilir.? Bu tür yorumları iktisat okuyan öğrencilerin çoğunun da anlayabildiğini sanmıyorum. Özellikle iktisat dilindeki pek çok kavram kimi gerçekleri gizlemek için de kullanılmaktadır. Örneğin bu cümlenin anlamı şudur: Dünyanın en borçlu ülkesi ABD?nin Merkez Bankası (FED-Federal Reserve Board) yabancılara daha çok devlet tahvili satarak daha da borçlanmak için faizleri biraz yükseltince, başka ülkelerin borsalarında azami kâr etmek için spekülasyon yapan yani ?oynayan? büyük para sahibi kişiler, bankalar, şirketler vb. ellerindeki tahvil ve hisse senetlerini satıp dolara çevirerek ABD tahvillerini alır ve Türkiye?deki borsa endeksi değer kaybetmeye başlar. Spekülatörlerin borsalar arasındaki bu tür işlemleri ?sıcak para?nın ülkeye girişi ya da çıkışı olarak yorumlanır. ?Piyasalar tedirgin?in anlamı borsalarda oynayan yerli ve yabancı para babalarının hangi borsalara yönelmeleri gerektiği konusunda tedirginlik ya da kararsızlık yaşamasıdır. Sıcak para Türkiye?den çıkınca, ithalat düşer; ithal girdiler azalınca bunlara bağlı sanayi kollarında maliyet artar; fiyatları yüksek bir düzeyde tutmak için üretim düşürülür; bu da ekonomide işsizliğe ve durgunluğa yol açar. Ayrıca Türkiye?den döviz çıkışı, ihracatımızla, ithal edilen malların karşılığını ödeyememe durumunu gösteren ?cari açığın? ödenmesini güçleştirir; yeni dış borçlanma ihtiyacı doğar. Bütçede % 6,5 fazla meselesine gelince, IMF dayatması sonucunda, dış borçları ödeyebilmek için siyasi iktidar borç faizleri ödendikten sonra da bütçe gelirlerinin, giderlerinden % 6,5 fazla olmasını kabul etmiştir. Böylece borçların ödenmesi garanti altına alınır. Bunu sağlamak için de devlet öncelikle sağlık ve eğitim harcamalarını azaltıp, özelleştirmelere hız verir.
Ekonomi ?yorumcuları?, ekonomiyi borsa-faiz-döviz kuru üçgenine indirgeyerek ekonominin halkın anlayamayacağı kadar teknik bir mesele olduğu izleniminin yaratılmasına aracılık eder. Böylece halk anlamadığı bir biçimde söylenen şeylerin kendisini ilgilendirmediği sonucuna varabilir. Ekonomi ile siyaset birbirinden koparılarak ancak ?uzmanların? bildiği ?özel alanlar?a dönüştürüldükten sonra, uzmanların vardıkları sonuçlar bizlere anlayabileceğimiz bir dile dönüştürülerek iletilir; mesela ?Biraz daha kemerler sıkılacak ki, filan yılda ekonomi düzlüğe çıkabilsin,? denir. Kimlerin kemerlerinden bahsedildiği her yıl ücret ve maaş artışları açıklandığında görülür; ama başka kemerlere ne olduğu bilinmez.
Şimdi sıra özel tarihimle ilgili bazı bilgileri değerli okurlarımla paylaşmaya geldi. Kitabı bitirip önsözü kaleme alırken, Türkiye bölümünü askeri darbelere göre altbölümlere ayırdığımı fark ettim. Bu dönemlendirmeyi aynı zamanda yaşamımın dönemeçlerini de belirlediği için böylesine doğallıkla yapmış olabileceğimi düşündüm.
27 Mayıs 1960 darbesinde ABD?de üniversite birinci sınıftaydım ve biyoloji okuyacaktım. Annem 27 Mayıs?ı çok heyecanla karşılamış; benim o yaz mutlaka Türkiye?ye gelip bu tarihi olayı daha yakından görmemi istemişti. Geldim ama, yaz sonunda, DP?nin önde gelenlerinden biriyle soyadı benzerliği, falan derken, yurtdışına gidebilmemin epey gecikeceği ortaya çıkınca, arkadaşlarım eşyalarımı Türkiye?ye gönderdiler. Ben de ABD?de aldığım dersleri geçerli sayan tek kurum olan Robert Kolej Yüksekokulu?nun yeni açılmış olan İdari Bilimler Fakültesi?ne kaydımı yaptırdım. İktisat Bölümü?nün ilk mezunu dört kişiden biri oldum. Yakın arkadaşım Murat Sertel ile ODTÜ Ekonomi Bölümü asistanlık sınavını kazandık ve İngiltere?ye doktora yapmaya gönderildik. Doktora konum, 19. yüzyıl İngiltere?sinin Osmanlı İmparatorluğu?yla yaptığı serbest ticaret anlaşmalarının Osmanlı ekonomisi üstündeki etkilerinin incelenmesiydi. Tez hocamın Marx?ın serbest ticaret üstüne bir yazısını önermesiyle ilk kez Marx?la tanışmış oldum.
12 Mart 1971 darbesinde ODTÜ Ekonomi Bölümü?nde hocaydım. İsrail Konsolosu Elrom?un İstanbul?da öldürülmesinden sonraki fırtınada birçok hoca, öğrenci ve yazarla birlikte kendimi Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu?nda buldum. Bu arada evdeki pek çok kitabım da çuvallara doldurulup gözaltına alınmıştı. Burada Behice Boran?ın yanık sesiyle söylediği türkülerin tadına vardım. Bu ?misafirlik? kısa sürdüğü için ODTÜ?deki işime tekrar dönebildim. Kitaplar için açılan basın davası epey sürdükten sonra amcam avukat Süleyman Köymen sayesinde kitaplar aklandı ve onları geri alabildim.
6 Mayıs 1972, hiç unutamayacağım bir tarih oldu. Ofis saatlerimde sık sık konuştuğumuz sevgili öğrencim Hüseyin İnan?ın, Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan ile birlikte idam edildiği gün. O sabah ders yaptığımız İdari Bilimler büyük amfisi her zamankinden de kalabalıktı. Çıt çıkmıyordu. Hüseyin?in her zaman oturduğu ön sıradaki yerinde bir kırmızı karanfil vardı. O günkü dersimin konusu faşizm oldu.
1977?de Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü?ne girmiş; 1979?da profesör olduktan sonra Ekonomi Bölümü Başkanlığı?na seçilmiştim. Bu görevi vekâleten yürütmekte olan Doçent Tansu Çiller?den fiilen devralmam ancak genç hoca arkadaşlarımın gayretleriyle gerçekleşti.
12 Eylül 1980 darbesinde, kendini kıyımdan kurtarabilen birçok arkadaşım ve o zaman henüz 5 yaşında olan kızım Yıldız Silier?in babası yurtdışına gitti; onlar için on yılı aşan sürgün, benim için hasret dönemi başlamıştı. 1983?te 5000 kamu görevlisi ve 300?e yakın üniversite hocasıyla birlikte 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası?yla ?1402?lik? oldum; bu kanuna göre, yaşam boyu kamu hizmetlerinden men edilmiştik.
Yaşamın çok tuhaf bir rastlantısıyla, kanun maddeleriyle doldurulmuş dört satırlık hocalıktan atılma belgem, o zaman dekanımız olan ve Ocak 2003?teki ölümüne kadar dostum olarak kalan Prof. Dr. Murat Sertel?in eline tutuşturulmuş. Murat, gece 12?ye kadar bu belgeyi evirip çevirdikten sonra postayla göndermeye gönlü elvermemiş olacak ki, bize geldi. Gürültüye uyanan kızım ?Ne oluyor?? diye sorduğunda, ?Murat, bana okuldan atıldığımı söylemeye gelmiş,? dedim. Uykulu haliyle ?Beni de mi okulumdan atacaklar?? dediğinde, ?Yok canım, sana böyle şeyler olmayacak,? gibi birtakım laflar ettiğimi hatırlıyorum. Murat?la sabaha kadar oturduk, konuştuk. Murat ?Ben şimdi bu kâğıdı ne yapacağım? Bunu sana veremem,? deyince, ?Kolay, yarın okula gidince, ben bu kâğıdı kendime ?tebliğ? ederim,? dedim. Sabah fakültede daktilonun başına geçip rektörlükten, dekanlığa gelen yazıyı, Ekonomi Bölüm Başkanı Oya Köymen?e hitaben yeniden yazdım, Murat imzaladı; tebligatımı cebime koyup şahsi eşyalarımı toplamak için Bölüm Başkanlığı odasına gittiğimde öğrencilerim, çiçeklerle bekliyordu. Okuldan atıldığımı gece 12?de öğrenmiştim, dolayısıyla uğurlamaya gelen öğrencilerin bu olayı ne zaman, nasıl öğrendiğini bugüne kadar çözebilmiş değilim. Bir saat içinde özel eşyalarımı aldım, öğrencilerimin alkışları ve çiçekleriyle 1990 yılına kadar dönemeyeceğim üniversitemden ayrıldım.
Atıldığımda aylardan mayıstı ve daha sömestir bitmemişti. Öğrendiğime göre, öğrenciler benim yerime ders vermeye gelen hocaların derslerine girmediği için yönetim, haziran ayında not verme formlarını bana yolladı. Yaşam boyu kamu hizmetlerinden men edilen bir hoca olarak, kendi imzamla daha önceki sınav sonuçlarına göre notlarımı verdim. Bir sürü ?hukuka dayandırılan madde ve sayılarla? insanlar mesleklerinden men ediliyor ama sıkışınca, hukuk filan göz ardı edilip, ?yasadışı? olarak not vermem istenebiliyordu.
İstanbul?da sıkıyönetimin kalktığı 1985?ten 1990?a kadar, kendileri de 1402?lik olan değerli hukuk profesörleri Aydın Aybay ve Rona Aybay?ın öncülüğünde ?İstanbul 1402?likleri? olarak idare mahkemeleri ile Danıştay arasındaki yolculuğumuz beş yıl sürdü. İstanbul Birinci İdare Mahkemesi görevlerimize dönebileceğimize karar verdikten sonra Boğaziçi Üniversitesi?nin tek 1402?liği olan benim hakkımda, BÜ Yönetim Kurulu şöyle bir karar aldı: ?1402 sayılı kanunun ikinci maddesinde 2301 ve 2766 sayılı kanunlarla yapılan düzenlemeler ile Sıkıyönetimin istemi üzerine işlerine son verilen kamu görevlilerinin bir daha kamu hizmetlerinde çalıştırılamayacakları hakkında açık bir hüküm getirildiğinden, üniversitemizde yeniden göreve başlamanız için yapılacak bir işlem bulunmadığı anlaşılmıştır. Rektör Prof. Dr. Ergun Toğrol.? Mahkeme kararını uygulamayan yönetim 1989?da Danıştay İçtihatları Birleştirme Kurulu?nun lehimize aldığı karara direnemedi.
Altı yıl yayın sektöründe çalıştım. Önce Yeni Düşün edebiyat dergisinin sonra da Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi?nin yayın yönetmenliğini yaptım. 1990?da Boğaziçi Üniversitesi?ne geri döndüğümde iktisat ders kitaplarında, akademik dilde ve üniversitenin ?havası?ndaki değişiklik oldukça çarpıcıydı. Ders kitaplarında makroekonominin kurucusu Keynes, dipnota atılmıştı. İktisatta, giderek artan karmaşıklıktaki matematiksel modelleriyle neoklasik iktisat tam bir egemenlik kurmuş; ekonomi programında ?iktisat tarihi? seçimlik derslerin arasında bile marjinalleşmişti.
Bir yandan, YÖK öğrenci kontenjanını inanılmaz ölçüde artırmış (1983?te yaklaşık 3000 olan öğrenci sayısı 10.000?e çıkmıştı), öte yandan neoliberal politikalar nedeniyle devlet sürekli dış borç ödediği için başka sosyal alanlar gibi, eğitime de çok sınırlı kaynak ayırabilir duruma gelmişti. Siyasi iktidarlar, üniversitelere ?piyasa zorunlulukları?na uymalarını ve kendi kaynaklarını bulmalarını öğütlüyordu. Üniversite yönetimleri, özel sektör yöneticileri gibi davranmalıydı. Tabii burada atlanan bir nokta vardı, hiçbir siyasi iktidar, şirketlere kaç kişi istihdam edeceğini söyleyemez ve şirketin içişlerine karışamazken, üniversitelerde bunun tam tersi yapılıyordu.
Böylece artık akademik dilde ?araştırma?dan çok, ?projelerden? söz edilmeye; eğitimde paralı sertifika ve mastır programları yaygınlaşmaya başlamıştı. Projelere ?sponsor? bulmak ve onların önemsediği alanlarda proje yaparak para kazanmak iki açıdan zorunlu hale getirilmişti. Birincisi, öğretim üyelerinin asgari geçim koşulları, onları ek para kazanmaya zorluyordu; ikinci olarak, önce YÖK dayatması olan, sonra üniversite yönetimlerinin daha da sıkılaştırdığı koşullarda, her yıl belirli sayıda yayın yapmak gerektiği için bu projeler adeta başlıca yayın kanalı olmuştu. Böylece ?üniversite-sanayi işbirliği? genel başlığı altında ?araştırma-projeleri? dönemine girilmişti. Üniversite ya da ticari yayınevleri yerine artık araştırma-projelerinin yayıncıları TÜSİAD, Odalar Birliği ya da Dünya Bankası gibi kuruluşlar olmaya başlamıştı. Bu ilişkinin, bilimsel özgürlük ve özerklikle bağdaşıp bağdaşamayacağı tartışma konusu bile olamıyordu, çünkü bu hal sanki üniversitenin ?doğal? bir durumuymuş gibi sunuluyordu.
1980 öncesinde duymadığım bir söylem ortaya çıkmıştı. Boğaziçi Üniversitesi kitlesel eğitime geçerken anlaşılan ?imaj? yaratıcıları da kolları sıvamıştı. Öğrencilerimize şunlar söyleniyordu: ?Siz farklısınız çünkü Boğaziçilisiniz?, ?Boğaziçililer iş dünyasında başarılıdır? çünkü ?bireysel rekabette? donanımlıdır, ?liderlik? nitelikleri vardır ve böylece sürüyor. ?Bireycilik?, rekabette başkalarını ezip geçmek ve ?lider? ya da başkalarını yöneten konumuna gelmek ?başarı? ölçütü olarak sunuluyor, ?iktidarda olmak? kutsanıyordu. Öğretilen konulara ?Ne işime yarayacak?? mantığıyla bakan bir öğrenci kitlesi oluşmuş; az emek harcayarak iyi not almak yaygın bir strateji olmuştu. 1967-1977 arasında ODTÜ?nün havasını soluduktan, hocalığını tattıktan sonra yabancılaştığım bu akademik ortama dayanmak güç oldu. Ama, her sınıfımdaki sayıları az da olsa bir grup öğrencinin ilgisi, soruları, aydınlık yüzleri ile dostluğumuzun sürdüğü meslektaşlarım, dayanma gücümü artırdı ve umutlarımın sürmesine yardımcı oldu.
*
* *

Kitabın planlanma aşamasından başlayarak, her aşamasında, Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi biricik kızım Yardımcı Doçent Dr. Yıldız Silier?in moral desteği, düşünsel, eleştirel ve teknik yardımları olmasaydı, bu yazıları kitaplaştıramazdım.
Dostum ve redaktör-düzeltmenim Nurten Tuç için ?teşekkür? sözcüğü, onun katkılarını anlatmaya yetmese de mecburen bu sözcüğü kullanarak ?sağ ol sevgili dostum? diyorum. Son olarak değerli okurlar: Bu kitapla genel olarak daha önce üstünde fazla durmadığınız tarihsel-toplumsal süreçler arasında bazı köprüler kurabilmişsem, yazılarım amacına ulaşmış olacak.

Erinç YELDAN, 11.07.2007, Cumhuriyet Gazetesi
“Sermaye Birikirken: Osmanlı, Türkiye, Dünya”, yurtdışından dönüşümde kitapçıların raflarında beni karşılayan ilk kitaplardan birisi oldu. Boğaziçi Üniversitesi’nde iktisat hocamız olan Prof. Dr. Oya Köymen ‘in bir yandan güncel Türkiye’yi analiz eden, bir yandan da kapitalizmin İngiltere’de sanayi devriminde yoğunlaşarak günümüze akan küreselleşmesini aktaran siyasi tarih çözümlemeleri ile akıcı bir gerilim romanı lezzetinde bir kitap. (Yordam Kitap, 1. basım, Mart 2007, 264 sf.)

Yayınevinin notuyla, sermaye birikirken “ötekilere”, yani sermaye sınıfına dahil olmayan çoğunluğa neler olduğunu tarihsel ve güncel öykülerle sergileyen bu kitabı bir çırpıda bitirirken, bir yandan da geçen hafta içerisinde çoğunluk hissesinin gerçek sahiplerinin kimler olduğunun hâlâ anlaşılamadığı bir finansal spekülasyon ve rant şirketine birkaç yıllık kârlarının karşılığı satılıveren petrol-kimya devi PETKİM’in şahsında, ulusal kaynaklarımızın nasıl talan edilmekte olduğunu gazeteler ve görsel medyadan izlemekteydim. Benim öğrenci olduğum 78’li yılların üniversite dünyasında anlaşılamayacak bir duyarsızlıkla, akademi dünyası 2000-sonrasında giderek hızlandırılan özelleştirmeler skandallarına eklenen bu yeni örneğe karşı son derece kayıtsız ve ilgisiz davranmaktaydı. “Türkiye’ye artan yabancı sermaye ilgisi”, “PETKİM’i piyasanın beklentilerinin üzerinde fiyata sattık”, “IMF çıpası devam etmeli “… başlıkları altında sürdürülen bu kolektif emperyalist saldırıya Türkiye’nin 68’li ve 78’li yıllarda göstereceği kesin olan toplumsal direnç kırılmış, etkisizleştirilmişti.

Oya Hoca’nın kitabı benim için bu yakın tarihçeyi çarpıcı örneklerle dile getiren bir başvuru kitabı oldu. Bu yakın tarihçenin önemli dönüm noktalarını bir çırpıda özetleyiveren dördüncü bölümünde Oya Hoca şu gerçeklerin altını çiziyordu:

“Mali piyasaların bütünüyle kuralsızlaştırılması 1985’te resmen Londra’da açıklandı. Kuralsızlaşma, evrenin yaratılışına gönderme yapan ‘büyük patlama’ oluyordu. Artık her isteyen (bankalar, büyük mali kuruluşlar ve şirketler) borsalarda istediği gibi spekülasyon yapabilecek, borsa kazançları üstündeki vergiler düşürülecek, merkez bankalarının denetimi kaldırılacak, parasal sermaye bilgisayarlı iletişim sayesinde anında dünyadaki herhangi bir borsaya kolaylıkla girip çıkabilecek, borsalar arasındaki faiz ve kur farklarından havadan büyük kazançlar elde edilebilecekti. Bunun adına da dünya ekonomisi ve para piyasalarının küreselleşmesi dendi.”

“Borsa spekülasyonu gerçek ekonomileri inanılmaz boyutlarda istikrarsızlaştırdı. Hisse senedi spekülasyonunun yanı sıra, devlet borçlanma tahvilleri de doğal spekülasyon konusuydu. Neoliberal politika paketinin bir parçası olarak zenginler ve sermayedarlardan alınan vergiler düşürüldüğü için, devletler askeri ve asgari harcamaları için bile sürekli borçlanma ihtiyacındaydı. Hangi devlet daha yüksek faiz verirse uluslararası fonlar oraya koştuğundan, bu bir yandan içinden çıkılmaz bir borç yükü ve kısırdöngü yaratıyor, öte yandan da yüksek faizli borçlar ancak yeni ve daha yüksek faizli borçlarla ödenebiliyordu.”

“Borçların ödenebilmesi için ikinci kaynak, özelleştirmelerle devletlerin malvarlığını satmasıydı. Uluslararası sermaye, genellikle de yerli sermaye ile işbirliği içinde özelleştirme ihalelerini kazandığı zaman ülkeye döviz giriyordu. Bu paranın bir bölümü borç ödemeye, bir bölümü de ithalat artışına gidiyordu” (sf. 186-87).

***
Oya Köymen Hoca 1983’te 5.000 kamu görevlisi ile birlikte “1402’lik olur” ve üniversiteden ayrılmak zorunda bırakılır. Yıllar süren hukuk mücadeleleri sonucunda 1990’da üniversiteye geri dönüşünde ise iktisat ders kitaplarında, akademik dilde ve üniversite yaşamındaki ortam, Oya Hoca’nın kendi deyişi ile “çarpıcıdır”. “Ders kitaplarında makroekonominin kurucusu Keynes dipnota atılmış, iktisatta giderek artan karmaşıklıktaki matematiksel modelleriyle neoklasik iktisat tam bir egemenlik kurmuştu. Ekonomi lisans programlarında ‘iktisat tarihi’ seçimlik derslerin arasında bile marjinalleşmiş durumdaydı. Artık akademik dilde ‘araştırmadan’ çok, ‘projelerden’ söz edilmeye başlanmıştı . ‘Üniversite-sanayi işbirliği’ genel başlığı altında ‘araştırma projeleri’ dönemine girilmişti. Üniversite ya da bilimsel yayınevleri yerine artık araştırma projelerinin yayıncıları TÜSİAD, Odalar Birliği ya da Dünya Bankası gibi kuruluşlar olmaya başlamıştı. Bu ilişkinin bilimsel özgürlük ve özerklikle bağdaşıp bağdaşmayacağı tartışma konusu bile değildi. Çünkü bu hal sanki üniversitenin ‘doğal’ bir durumuymuş gibi sunulmaktaydı.” (Sf. 18)

Bu koşullar altında Türkiye ve benzeri azgelişmiş ülkelerde yeni-emperyalizmin özelleştirmeler, esnekleştirmeler ve kuralsızlaştırmalar ile sürdürdüğü “kolektif” saldırılara, üniversitelerden ve daha geniş olarak akademi ve bilim dünyasından herhangi bir tepkinin gelmesi beklenebilir miydi?

Sermaye birikirken neler oldu? / Oya BAYDAR, 05.07.2007, Cumhuriyet Kitap
Bir kitap çıktı. Kitapçı vitrinlerinde çoksatarlar arasında yer almadı. Bunu bekleyen yoktu kuşkusuz; ne aşklı meşkli başlığı vardı, ne milli duygu sömürüsü yapıyordu, ne de karanlık ilişkilerin, mafyanın, katillerin, şiddetin övgüsünü, reklamını. Bir iktisat tarihi kitabıydı; şu günlerde hiç de moda olmayan, televizyonların piyasa analizlerinin ve ekonomi programlarının asla gündeme getirmedikleri, iktisat bilimini para kazanma ve kazandırma sanatı olarak belletenlerin görmezden gelmeye çalışacakları, Milat’ı kendilerinden -ve globalleşmeden- başlatanların, ‘siz hâlâ oralarda mı otluyorsunuz’ edasını takınacakları bir kitap: Sermaye Birikirken…Yazarı da; kanal kanal dolaşan ve serbest piyasa ekonomisinin, yani 200-250 yıl öncesinin “bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler” anlayışının 2000’lerdeki ateşli savunucuları olan yıldız ekonomistlerinden biri değil; 40 yıllık bir iktisat tarihi profesörüydü: Oya Köymen…’İktisatçı falan değilsin, sana ne oluyor, otur sen romanını yaz’, denebilir tabii. İşte tam da bunun için, iktisatçı olmadığım için bu kitap hakkında yazma ihtiyacı duydum. Oya Köymen’in “Sermaye Birikirken Osmanlı, Türkiye, Dünya” kitabı, bilmeyen ve konunun uzmanı olmayan okura sağlam ve mükemmel bir temel vermekle kalmıyor, sosyal bilimcilere ve de dünyanın ve Türkiye toplumunun halleriyle ilgilenen herkese, unutulmuş-unutturulmuş- sorular sorduruyor, cevaplar öneriyor. Bizim kuşaktan çoğumuzun bir zamanlar bilip de artık unuttuğu; genç kuşakların öğrenmemeleri, düşünmemeleri için, askeri darbelerden üniversitelere, büyük medyadan siyasete kadar dört bir koldan çaba harcanan sorunlar ve sorular… Sömürü, yoksulluk, ezilmişlik, toplumsal sınıflar, emek, mülkiyet, ekonomik iktidar-siyasal iktidar ilişkisi, demokrasi-sivilleşmeme- hak hukuk ve iktisat ilişkisi. Kapitalizmi, “tarihin sonu” ilan eden neoliberaller için, anlamsız olduğu kadar işitmekten ve işitilmesinden pek de hoşnut kalınmayacak kavramlar…

SERMAYE BİRİKİRKEN “ÖTEKİLER”E NELER OLDU?
Kitap dört farklı ve bağımsız bölümden oluşuyor. Hem dört ayrı makale gibi bağımsız okunabilecek hem de birbirine bağlanan, birbirini destekleyen, örnekleyen, zenginleştiren bölümler: Kapitalizmin ve iktisadi düşüncenin evrimi; Osmanlı: sınıflar ve sermaye birikimi; Türkiye: kırılmaların altındaki süreklilik; Dünya: İngiliz imparatorluğundan ABD hegemonyasına.”Sermaye birikirken diğerlerine, sermaye biriktiremeyenlere neler olduğuyla ilgilendim” diyor yazar. İşte günümüzde kimilerinin hiç hoşlanmadıkları bir ilgi ve soru. Neler oldu, ve hâlâ da neler oluyor, gerçekten? Ekonomik ve siyasal gelişmeleri anlayabilmek ve insandan yana tutum alabilmek için sorulması gerekli soru. Oya Köymen bu soruyu gündeme getirerek bizi dürtüyor. “…toplumsal tarih yazımını izleyerek, tarihsel ve güncel verilerle ‘gerçekten böyle mi olmuş?’ sorusunun peşine takıldım” diyor. Okuru da aynı sorunun peşine takarken, “alanın kendi dilini ve kavramlarını az kullandığını”, iktisat dilindeki pek çok kavramın kimi gerçekleri gizlemek için de kullanılabildiğini” hatırlatıyor. Küçük bir örnek: Pek sık duyduğumuz “piyasalar tedirgin” lafı aslında ne demek? Tedirgin olan kimler gerçekte? Böylece kitap, iktisat fakültelerinin İktisada Giris ve İktisat Tarihi derslerinde ana metin olarak okutulması gereken bir nitelik kazanıyor. Bencileyin “düz” okurlar için de, anlaşılması güç sanılanın nasıl anlaşılabilir kılınacağının dersini veriyor. Bu konuda, yazarın 40 yıllık “hocalık” deneyiminin payını unutmamak gerek.Dünyadaki ve toplumumuzdaki değişmenin üniversitelere nasıl yansıdığını, akademik dilde, ‘araştırma’ kavramının, her biri paralı destekçiler, yani sponsorlar gerektiren ‘proje’lere nasıl dönüştüğünü, üniversitelerin başarısının bilimsel yetkinlikte değil, iş dünyasında başarılı, rekabette donanımlı, iktidara odaklanmış elemanlar yetiştirmelerinde aranmaya başlamasının yol açtığı erozyonu, daha önsözde işaret ederken, özellikle de birinci bölümde bu değer aşınmasının kökenlerini ve bugününü sergiliyor.İktisat: Kapitalizm ve iktisadi düşüncenin evrimi başlığını taşıyan birinci bölüm, “kapitalizmin değişik evrelerine açıklama getirmek amacıyla” ortaya çıkmış iktisat teorisinin; 17. yüzyıldaki merkantilist iktisat politikalarından, 18. yüzyıl fizyokratlarının düşüncelerine, 1776’da Adam Smith’in ünlü Ulusların Zenginliği kitabıyla klasik iktisadın bir bilim olarak ortaya çıkışına, oradan neoklasik iktisada, onun radikal ve Marksist eleştirilerine, 1929 bunalımıyla Keynesçi iktisadın doğuşuna, 1973 bunalımıyla neoklasik iktisadın şahlanışı ve neoliberalizmi doğurmasına ve günümüze uzanıyor. Sadece 40 sayfada, ama her kavram yerli yerine oturtularak, hem de etik ve siyasal bağlantılar kurularak anlatılıyor bunlar. Anlaşılmaz üslup denemelerini, bilgiçlik gösterisi bir jargonu (iç dili), ‘ne kadar anlaşılmaz olursan o kadar derin sanılırsın’ havasındaki kimi yazıları düşününce, ‘fark, fark ediliyor’. Konuları gerçekten derinleştirmek, gerçekten yeni ve fikir açıcı görüşler geliştirebilmek için, sağlam ve tarihsel bir temele ihtiyaç olduğunu düşünmeden edemiyor insan. Marx’ı sadece ikinci elden alıntılarla okuyup Marksizm eleştirisine soyunanların, postmodernizmi modernizmin postu sananların, özellikle de gençlerin bu farkı görmelerinde yarar var.

OSMANLI’DA SINIFLARIN VARLIĞI BİZİ NEDEN İLGİLENDİRİR? EKONOMİYLE ASKERİ DARBELER ARASINDA NASIL BİR BAĞ VARDIR?
Kitabın, Osmanlı’da sınıflar ve sermaye konusunu tartışan ikinci -ve kısa- bölümünün tartışma, hatta polemik yanı ağır basıyor. Burada bir küçük hatırlatma gerekiyor:Osmanlı toplumunun ve Cumhuriyet sonrası Türkiye’nin toplumsal yapısı, özellikle 1965-75 arasında sol kesimde ağırlıklı tartışma konularından biriydi. Ulusal demokratik devrimciler-sosyalist devrimciler, işçi sınıfı öncülüğünü savunanlarla halk devrimini savunanlar, kemalist solla marksist sol arasındaki -bugün bile türevleri ve uzantıları gözlenen- ayrımlar, bu tartışmalar temelinde şekillenirdi. Sosyal bilimler alanından gelen bizler, hangi görüşe yakınsak ona uygun modeller kurmaya çabalarken, kimi zaman da verileri epeyce çekiştirir, kendimize yontardık. Yine de çok canlı bir araştırma ve tartışma ortamı vardı. Osmanlı’nın ve Türkiye’nin toplumsal yapı analizleri bizleri büyüleyen bir alandı. Bütün eksiğine gediğine, siyasal görüş ve meşreplere uydurabilmek için yapılan aşırı yorumlara rağmen, o dönemin çalışmalarının hiç yabana atılmaması gerektiğinin altını çizmek gerek. Günümüzde neredeyse tümüyle mikro alanlara kayan ve “büyük anlatılar”dan olduğu kadar büyük sorulardan da kaçan sosyal bilim araştırmacılarının, benimsemeseler de bilgi sahibi olmaları gereken çalışmalar ve düşüncelerdir bunlar. Oya Köymen, sermaye birikirken Osmanlı’da neler olduğuyla bu çerçevede ilgileniyor. Soruları hatırlamamıza ve yeniden, farklı biçimlerde sormamıza yardımcı oluyor. En önemlisi de, hemen sonraki üçüncü bölümün; “Türkiye: Kırılmaların altındaki süreklilik” bölümünün başlığının da haber verdiği gibi tarihsel akışı bütünlüğü ve sürekliliği içinde kavramanın önemine gönderme yapıyor.Üçüncü bölüm, iktisat-siyaset ilişkisinin belki de en belirgin ve doğrudan ele alındığı bir makale. II. Dünya Savaşı sonrasından (1945) günümüze izlenen iktisat politikalarının siyasal gelişmelerle bağı üzerinde duruluyor. Ekonomi, sermaye birikimi, siyaset süreçlerinin ilişkisi, ekonomideki liberalizm ile siyasetteki baskıcı politikalar ve askeri darbeler arasındaki bağlantılar vurgulanıyor. Bu bölüm, bir yakın siyasal tarih özeti olarak da okunabilir, o tarihi yaşamamış olanlar öğrenir, yaşamış olanlar da unuttuklarını hatırlama olanağı bulur. Ne çok şeyi unuttuğumu bu bölümü okurken hatırladım ve neden unutturulmak istendiğini de daha iyi kavradım. Kitabın sonundaki üç ek: EK 1:1970-12 Eylül 1980 arasında işlenen siyasi cinayetlerden örnekler; EK 2: 1990-2000’ler arasında işlenen siyasi cinayetlerden örnekler ve EK 3: Kısa yaşam öyküleri, bu bölümün tamamlayıcı parçaları. “Ne alakası var!” diyenlerin üzerinde düşünmeleri gereken, sermaye birikirken neler yaşandığını bir de bu açıdan hatırlatan notlar…

ABD HEGEMONYASINDA GİDEN YOLDA NELER OLDU?
Kitabın son bölümünde, ilk bölümde aktarılan teorik tarihsel gelişme somut örneklerle açılıyor. İngiliz İmparatorluğu’ndan ABD hegemonyasına, yani günümüze kadar, sermayenin ve “öteki”lerin başlarına neler geldiği, çoğunu bilmediğimiz somut verilerle, uygulamalarla sergileniyor. Bir ders kitabı gibi değil, meraklı -ve yer yer acı- bir macera gibi. Günümüzde neoliberallerin seslerinin yüksek perdeden çıktığı bir dünyada, başka ve daha iyi bir dünya yaratılabileceğine inanmayanların, öyle bir dünyada çıkarlarını kaybedecek global sermayenin sözcülerinin, hiç hoşlarına gitmeyecek bir bölüm bu. Emekten ve gerçek özgürlüklerden yana bir bakışın yansıması.Oya Köymen’in kitabı, hepimize lazım: Öğrenmek için, sorular üretmek için ve bilerek tartışabilmek için. “İlle de eleştirmek gerekirse”…Kendi payıma, Türkiye’de kapitalistleşme sürecinde neler olduğuna değinen üçüncü makalenin, yazarın bundan sonraki kitaplarında tamamlanmasını isterdim. O bölüm 1945 sonrasında yoğunlaşıyor, daha önceki yıllara ve dönemlere, çok kısa atıflarda bulunuyor. Türkiye’de sermaye birikirken neler olduğunun, ötekilerin başına neler geldiğinin eksiksiz bir dökümü için, 1915’teki “tehcir”in, 1920’lerin başlarındaki “mubadele”nin, 1940’ların başlarında gayrimüslim vatandaşların büyük ölçüde mülksüzleştirilmeleri sonucunu doğuran Varlık Vergisi uygulamasının, 1955’te 6-7 Eylül olaylarının, vb. ele alınmasının; sermayenin nasıl el değiştirdiğinin ve bu el değişme sırasında siyaset-iktisat ilişkilerinin nasıl geliştiğinin araştırılmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Kitabın bundan sonraki baskılarında, “Sermayenin el değiştirmesi: Türkleştirme ve ulusallaştırma” bölümünü arayacak gözüm. Köymen’in bu konuyu da aynı yetkinlik ve bilimsel bağımsızlıkla işleyeceğine güveniyorum.

Sermaye Birikirken Sınıf Analizinin Önemi / Feryal SAYGILIGİL / 01.06.2007, Virgül Dergisi
Hükümetler ve sermayenin, işine geldiği gibi el ele vererek, kimi zaman allayıp pullayarak, kimi zamansa üzerini örterek dolaşıma soktuğu/yeniden ürettiği, çoğunlukla içini boşalttığı demokrasi, barış, parlamenter sistem, liberalizm, özgürlük (piyasalara özgürlük), özelleştirme, sivil toplum, laiklik gibi havada uçuşan kavramların tarihsel süreç içindeki değiş(tiril)en anlamlarının izini sürmek önemli. Sosyal harcamaların kısıldığı, refah devleti politikalarının söylemden ibaret kaldığı günümüzde, aşağıda adı geçen kitaplar gözlerimizdeki buğunun kalkmasına, hem kavramsal analiz yapabilmemize hem de sağlam argümanlarla tartışabilmemize olanak sağlıyor.

Post-Marksistler tarafından modası geçmiş olarak görülen sınıf analizinin önemini gündeme taşıyan E.M. Wood, Sınıftan Kaçış isimli kitabında demokrasi, liberalizm, halk ittifakı, yurttaşlık, refah devleti, kolektif özne gibi kavramların ne anlama geldiğini tartışır, sorgular. “Radikal demokrasi”deki demokrasinin muğlaklığını, antidemokratikliğini, söylem analizi çerçevesinin dışına çıkmadığını (agy, s. 15); en ideal biçimdeki liberalizmden farklı olarak, demokraside ekonomi ile siyaset arasındaki karşıtlığın aşılması ve devletin sivil toplum üzerine empoze edilmesinden vazgeçilmesi gerektiğini… Wood, liberalizm ile demokrasinin eşleştirilmesinin yanıltıcı olabilmesi gibi, sosyalizm ile demokrasinin de birleştirilmesinin gereksiz olduğunu dile getirir. (agy, s. 223)

Althusser’den Poulantzas’a, Laclau ve Mouffe’a uzanan çizgiyi “Yeni Hakiki Sosyalizm” olarak tanımlayan Wood’a göre, hareketin en önemli özelliği, ideolojiyi ve politikayı her türlü toplumsal temelden, özellikle de her türlü sınıfsal dayanaktan kopararak özerkleştirmesidir. (agy, s. 20) Oya Köymen’in röportajında Wood, yeni liberal politikalara ve muhalif yeni toplumsal hareketlere ilişkin endişesini şöyle dile getirir:

Kapitalizmin bütünsel mantığını bir kenara atarak birçok baskı biçimini tanımlamaya çalışırken, sonunda kapitalizmin zaferini kabul edip kapitalizm karşıtı muhalefeti -modern liberal demokratik devlette gücün hiçbir alanda yoğunlaşmadığını savunan eski moda liberalizmin yaptığı gibi-, silahsızlandırıyorlar. Günümüzde küreselleşmenin bazı kavramsallaştırmalarında bu fikrin yeni bir türünü görüyoruz. Bize söylediklerine göre, artık sermayenin gücü hiçbir devlette yoğunlaşmadığı için, belirli coğrafi alanlarda sınırları olan devletler önemini yitirmiştir; bu nedenle devletler muhalif mücadelelerin hedefi olamaz. Negri ve Hardt’ın fikirlerinde de bunu görebiliriz. (…) Pek çok radikal genç, onların antikapitalist mücadeleye, gücü halk yığınlarında görerek, herkesi ve çok değişik muhalefet güçlerini kapsayan, iyimser bir bakış açısı getirdiğini düşünüyor. Ama bana göre, onların düşünceleri iyimserliğin tam tersi. (Radikal 2, 11 Mart 2007)

Wood, kolektif özne olarak devrimci işçi sınıfını gördüğü kitabında, politika ile işçi sınıfı arasındaki bağın, sınıfın yakın maddi çıkarlarının ötesindeki toplumsal konuları; barış, cinsiyet, çevre ve kültür politikasını kapsayacak şekilde genişletilebileceğini vurgular. Bütün bunlar sınıf politikasının ötesine geçmemelidir; fakat kolektif emekçinin yaşamsal çıkarlarının, sosyalizmi kurmayı amaçlayan her toplumsal hareketin yol göstericisi olmaya devam etmesi gerekir. (Sınıftan Kaçış, s. 264) Dolayısıyla temel çelişki emek-sermayedir Wood’a göre.

Değinmek istediğim bir diğer kitap ise, Oya Köymen’in, sermayenin birikimini Osmanlı, Türkiye ve dünya ekseninde ele aldığı kitabı: Biriktiremeyenlere, çarkın dışında kalanlara ne olduğunu; iktisat gibi kavranması zor bir bilimi, kuruluşunu, işlevini zengin tarihsel örneklerle bezeyerek, tarihsel-toplumsal süreçler arasında köprüler kurarak anlatıyor Köymen.

Wood’un kitaplarında da, Köymen’in kitabında da gördüğümüz şu: Sınıf analizini, üretim ilişkilerini, emek-sermaye çelişkisini gözden kaçıran günümüzdeki her saptama, bir sonraki adımı ezilenler, sömürülenler açısından güçleştiriyor. 14 Nisan 2007’de Köymen’in ve Taner Timur’un yeni çıkan kitaplarını da vesile bilerek Yordam Kitap tarafından düzenlenen, Tarık Zafer Tunaya’daki panelde Köymen, bu tür bir kitabı yazmasının nedenlerini, sistematik bir biçimde yılların hocalık deneyiminden de gelen rahat bir üslupla anlattı: Köymen’e göre, sermayedarların kendi tarihlerinden iktisat bilimi doğar. Bütün iktisat teorileri krizler zamanında ortaya çıkar (Wood da klasik ekonomi politiğin ideolojik olduğunu belirtir). Herkesin sermayedar olabileceği, işsizlerin tembel olduğu iddiasındadırlar. Teoriler gerçekleri açıklamadığında ise yeni teoriler oluşturulur. Piyasaların özgürleşmesi askeri darbelerle olur; modernleşme, ilerleme kapitalizmle eşanlamlı olarak kullanılır, esas çelişki gözden kaçırılarak tarım/sanayi, akıl/akıldışılık, laik/antilaik, kır/kent gibi yapay ikilikler üretilir.

Köymen’in en önemli tezlerinden biri, Osmanlı için XVI. ve XIX. yüzyılların çok önemli olduğu ve Osmanlı’da sermaye ve sınıfların olmadığı tezinin yanlışlığı. Köymen’e göre, Osmanlı’da sınıf vardır: Ezilen, sömürülen ve mülksüzleşen sınıflar köylü ve zanatkârlardır. Ayrıca sermaye birikimi açısından köle emeği de önemlidir. (Sermaye Birikirken, s. 83)

Köymen’in bir diğer önemli tezi, Türkiye’de tarıma vurulan darbe: 1950’lerde ABD’den Marshall Planı çerçevesinde alınan borçla, bu ülkenin artık kullanmadığı, birinci nesilden kalma, tanktan bozma traktörler alınmaya başlanır. Tanktan bozma traktörler toprağı çok derinden kazar; etkisi yirmi yıl sonra keşfedilecek toprak erozyonu başlar. Traktörle meralar yok edilir; traktörlenen büyük toprak sahipleri, küçük köylüyü topraksızlaştırarak kentlere doğru sürer… Kentlerde sanayi olmadığı için topraksızlaşan köylülerin şanslıları inşaat işçisi olur, diğerleri işsizler ordusuna katılır. (agy, s. 105)

Köymen’in kitabı dört bölümden oluşmakta: İktisadi düşüncenin dönüm noktaları ile kapitalizmin dünya çapındaki krizleri arasındaki ilişkinin vurgulandığı ilk bölümü, Osmanlı’da sınıflar ve sermaye birikimi, Türkiye’de ekonomi, siyaset, sermaye ilişkisinin anlatıldığı ikinci ve üçüncü bölümler takip ediyor. Dördüncü bölümde ise dünya ekonomi politikası, kapitalizmin doğuşundan ABD hegemonyasına giden yol anlatılıyor. ABD hegemonyasının diğer ülkelere müdahale tarihleri, biçimleri, öne sürülen gerekçe ve gerçek nedenleri, tablo biçiminde ekler bölümünde verilmiş. Siyasi cinayetlerin büyük bir ivme kazandığı 1977’nin, aynı zamanda iktisadi krizle IMF kıskacının daralmasıyla örtüşmesi tesadüf değil Köymen’e göre. (agy, s. 126) Bunu daha iyi vurgulamak için, 1970-12 Eylül 1980 ve 1990-2000’ler arasında işlenen siyasi cinayetlerden örneklerle, bu süreçteki bazı aktörlerin kısa yaşamöykülerine yer verilmiş bir diğer ek olarak.

Keynesyen iktisadın doğuşu, kapitalizmin altın çağı, askeri devlet müdahalesi, kuralsızlaştırma, Fordizm, post-Fordizm, demokrasi, sivil toplum örgütleri, medya ve siyasi iktidar ilişkisi, reklamlar ve marka talebi yaratmak, az gelişmiş ülkelerin kalkınması için demiryolu yerine karayolu kurulması, büyük barajlar gibi reçeteler, savunma harcamalarına ayrılan bütçe ve OYAK’ın kurulması, bağımlılık kuramı, Asya Kaplanlarının yaratım süreci, ABD’nin tarım politikası, Yeşil Devrim, küreselleşmenin etkileri; tüm bunların anahtar sözcükleri olan piyasa ekonomisi, girişimcilik, rekabet, verimlilik ve özelleştirmeler, Köymen’in kitabında tartıştığı kavramlar ve başlıklardan bazıları.

Wood, ancak kavramların doğuşunu mümkün ve makul kılan tarihsel koşulları inceleyerek ekonomi ve siyasetin ayrışma nedenlerini anlayabileceğimizi öne sürer. (Kapitalizm Demokrasiye Karşı, s. 33) Dünyada sosyalist sistemin çözüldüğü ve neoliberalizmin iyice kök saldığı 1990 sonrasını, aynı zamanda ekonomi ile siyasetin birbirinden ayrıldığı, her iki alanın da uzmanların işi olduğunun ilan edildiği (Sermaye Birikirken, s. 151), siyasetin içinin boşaltıldığı, yapay ikilikler yaratıldığı bir dönem (agy, s. 152) olarak vurgulayan Köymen de benzer kanıdadır; zaten kitabının yazılış amaçlarından birisinin bunu göstermek olduğunu düşünüyorum. Köymen, birikimlerini, deneyimlerini bizimle paylaştığı, örneklerle renklendirdiği, hafızamızı tazelediği için, bilgilendirici olduğu kadar içten bir kitap kaleme almış. Wood’un, Köymen’in kitaplarıyla birlikte Alfredo Saad-Filho, Bertell Ollman gibi önemli Marksistlerin kuramsal kitaplarının da artık Türkçede olması çok büyük bir kazanç. (Bu yazıda değinme fırsatı olmasa da, Wood’la benzer yaklaşımları barındıran, ancak feminizmin özgüllüğüne, emek-sermaye çelişkisinin yanı sıra toplumsal cinsiyete dayalı egemenlik ilişkisinin de belirleyiciliğine yer açan bir tarihsel maddeci görüşü benimseyen, dolayısıyla ayrı bir incelemeyi/tartışmayı gerektiren, Gülnur Acar-Savran’ın Özne-Yapı Gerilimi: Maddeci Bir Bakış’ını da sayabiliriz. [Kanat Kitap, 2006]) Kavramların muğlaklığının, bulanıklığının giderilmesine, esası görmemize, eşitsizliğin, adaletsizliğin, sömürünün nedenlerini tüm berraklığıyla anlamamıza neden olan; mücadele pratiklerinin ana hatlarını, dinamiklerini bulabilmemizi kolaylaştıran, zihnimizi açan kitaplar her biri…

Siyasal iktisatın boyutları / Semih GÜMÜŞ / 01.06.2007, Radikal Kitap
Türkiye’nin Osmanlı’dan bugüne uzanan tarihini açıklamak için Marksizmin düşünsel derinliğini kullanmak gerekir. ‘Sermaye Birikirken’ değerini, ideolojiyle içli dışlı olmadan yazılmış olmasından alıyor.

Siyasal tarihin birbirinden ayırt edilmesi gitgide güçleşen yorumlar dizisi biçiminde ortaya serilmekten kurtulması ve ideolojik olmaktan çıkması elbette gerekir. Resmi tarih kendini yiyip tüketirken öznel yorumların da kendi sınırlarınca sakatlanabileceği gerçeği gözden kaçırılmamalı. Tarihin çoğu zaman taşıdığı sakıncaları ortadan kaldırmak için reçeteler aramak yerine, öznel ve akılcı yollar her zaman bulunur.

Oya Köymen’in Sermaye Birikirken adlı, ‘Osmanlı, Türkiye, Dünya’ altbaşlığı taşıyan kitabının nesnel bir siyasal iktisat tarihi olarak okunabilmesinin nedeni, Osmanlı’dan günümüze uzanan gelişme sürecini, dönüm noktalarındaki düğümleri çözerek ve her düğümün atılmasında iktisadi temelin payını öne çıkararak yorumlamasıdır.

Oya Köymen’in uzmanlık alanı 19 ve 20. yüzyıl Avrupa, 19. yüzyıl Osmanlı, 20. yüzyıl Türkiye iktisat tarihi ve tarım ekonomisi. Sermaye Birikirken ‘de, iktisat tarihi uzmanlığı yanı sıra, siyasal tarihimizle iç içe yaşayıp yaşanmış bütün altüst oluşları içerden değerlendirdiğini de gösteriyor.

Geleneksel Marksistlerin yaşanan ânı her şeyin üstünde tutan pragmatizmi yanında, Oya Köymen’in Marksizm ile ilişkisi, geçmişi yorumlamakta sağlam bir yordam edinmek ve geleceğin ipuçlarına bu yordamla ışık tutabilmek biçiminde açıklanabilir. ‘İktisat tarihi’ olarak nitelediği Sermaye Birikirken de tam anlamıyla bir ‘siyasal iktisat tarihi’ olarak okunabilir. İki düzeyde birden okunabilmesi çalışmasının değerini artırıyor.

İdeolojiden bağımsız bir siyasal iktisat
Bununla birlikte, siyaset ile ideoloji arasında kurduğu kaçınılmaz ilişkide, Oya Köymen de ideolojiyi geleneksel yorumlar içinde tutuyor. “İdeoloji, teori-pratik bütünlüğünde belirli bir kesimin bakış açısı ve gelecek programıdır,” diyor. Bilimden farklı, ama “bir grup, sınıf, ülke vb. açısından var olan durumun analizini yaparak ya da teorisini kurarak, geleceğe dönük bir değişim programı sunması, bunun için ilgili grubu mücadeleye çağırması” ideolojinin başlıca özelliğidir.

Bu tanımı temel bilgi olarak alabiliriz, ama hemen tarihsel deneyimin onu bozuşturan öğelerinden soyutlayıp yeniden değerlendirerek. Yukarıdaki tanım bile ideolojinin siyasal ve tarihsel anlamının ne denli kaygan, duruma, zamana, ait olduğu gruba göre değişken olduğunu, dolayısıyla aşırı öznellikle, aşırı yorumla sakatlandığı için bütün topluma egemen olan özellikleri, düşünme biçimini, gelecek tasarımlarını anlatamayacağını gösterir. Kullanım değeri hâlâ geçerli, ama düşünsel değeri kalmamış bir kavramdır ideoloji. Dolayısıyla yalnızca kendini aydınlattığı için, toplumsal kurtuluş reçetesi olarak kullanılamaz. Bir süre sonra ait olduğu topluluğu anlatmaktan da uzaklaşır ki, zaman da ideolojiyi kaçınılmaz biçimde eskitip geçersizleştirir. Bir yanılsamalar dizgesi olarak kurgulanan ideoloji, her zaman taşıdığı pırıltılı görünümün ardında, işlevsiz bir giysi olarak dolabımızda asılı durur, ama herkesten kıskanıldığı için gene de kimselere verilmez.

Bu yüzden Türkiye’nin Osmanlı’dan bugüne uzanan tarihini açıklamak için ideolojilerden yararlanmak yerine, Marksizmin düşünsel derinliğini kullanmaktır doğru olan. Sermaye Birikirken de asıl değerini ideolojiyle içli dışlı olmadan, nesnel bilgilerin izini sürerek yazılmış bir güncel tarih kitabı oluşundan alıyor. Herkesin zorlanmadan okuyup yararlanacağı bir kitap olarak tasarlanan Sermaye Birikirken’in ‘İktisat: Kapitalizm ve İktisadi Düşüncenin Evrimi’ adını taşıyan birinci bölümü temel bilgileri canlandırabilir.

Neoliberalizmin doğuşu ile neoklasik iktisatın özellikle devletin piyasadan kovulması için yaptığı kuşatma bu bölümün can alıcı sorunlarından. Sonunda Yeni Sağ’ın siyasal karşılıklarını da yaratan bu dayatma, sosyalist sistemin çöküşü ve yok oluşuyla sonuçlanan sıradışı gelişmelerle birlikte, parasal sermayenin egemenlik bayrağının sallandığı bir dönemi açmıştır. Şimdi bu değişim sürecinin ideolojisi olan küreselleşme içinde yaşıyoruz.

Küreselleşme, günümüzün egemen ideolojisidir. Ret ve onay gelgitleri arasında solun kararsızlığını belirten bir ideoloji. Yerinde tanı ve tedavi gerektiren refleksleri gösteremeyen Marksizmi sürekli yaralıyor. Küreselleşmeyi aynı zamanda düşüncenin dolaşımı ve uluslararası ilişkilerde yeni biçimler için bir fırsat alanı olarak görmek de elbette olası. Üstelik küreselleşme karşıtı, antikapitalist hareketler için de adı konmamış bir dünyanın kurulmasına önayak olabiliyor ve bu hareketlerin en olumlu yanı da küreselleşmeyi ideoloji olarak kullanmaya gönül indirmemesidir.

Oya Köymen’in satır aralarına düştüğü ve belli ki tartışmaya açtığı önemli sorunlar var. Sözgelimi ‘iktidar yozlaştırır’ önermesine karşı ‘sürekli muhalefet de yozlaştırır’ savını belirttiği parantezi açık yorum yapmadan kapadığı yerde, Türkiye solunun tartışmaktan kaçındığı temel sorunlarından biri duruyor. Günümüze özgü sosyalizm düşüncesinin iktidar olmadan savaşım ve düşünce ayakları üstünde yükseleceği önermesi yakın geleceğin en önemli gündem maddesidir. Her türlü iktidarın her koşulda yozlaştıracağı kuşkusuzken, sürekli muhalefetin yozlaştırmasının olanaksız olduğunu, geçici arızaların da geçici olacağını bir kez daha düşünelim. İlki durgun suyun sürekli parazit üreten doğasını taşırken, ikincisinde akarsuyun sürekli arındıran doğası var.

Osmanlı’dan demokrasi düşmanlığına
Sermaye Birikirken’in ‘Osmanlı: Sınıflar ve Sermaye Birikimi’ bölümünün başında yer alan ve Kemal Tahir, İdris Küçükömer gibi aydınların savunduğu ‘Asya Tipi Üretim Biçimi’ tartışmasının hâlâ tartışılabileceği görülüyor. ‘Asya Tipi Üretim Biçimi’nin gerçekliği büsbütün anlamsızlaşmışken, ‘Osmanlı’nın altın çağı’, ‘Batılılaşma’, ‘Osmanlı’nın adaleti’ gibi sorunlar bugün de gündeme alınabilir. Çağlar Keyder ve Şevket Pamuk’un benzer tezlerinin de tartışıldığı bu bölüm, Oya Köymen’in kitabındaki en önemli polemiği oluşturuyor. Osmanlı’da sermaye birikiminin olmadığı tezlerine karşı Oya Köymen’in tam tersini savunduğu bu bölümlerde, Sermaye Birikirken’in düşünsel değeri artıyor.
Tam 400 yıl genişleme, 300 yıl da gerileme dönemi yaşamış koca bir imparatorluğun sanki hâlâ çözülmemiş gizler içindeymiş gibi gözümüzde büyümesi, yazılı kültürümüzün yoksulluğunu gösterir. Yaşadığımız dünyayı anlama konusunda bu denli gecikme olağan değildir elbette. Bunun nedenlerinden biri egemen ideolojinin geciktirici etkisiyse, öbürü de tartışmaya yatkın olması gereken ve çeşitli dönemlerdeki etkinliği bu tartışmayı yürütme gücünü kendine vermiş olan sosyalist solun dogmalarıdır.

Üstelik siyasal ve kültürel tarihimizi bütün boyutlarıyla çözümleyebilecek kadrolarıyla da büyük bir zenginliğe sahip olan sosyalist solun düşünce üretiminden bu denli yoksun kalması, hemen bütününe egemen olan radikalizm ile dogmatizmin sonucudur. Hiç değilse YÖK yobazlığını kendi çabasıyla büyük ölçüde geride bırakan üniversitenin, düşünce üretimi konusunda da atak olması beklenir. Oya Köymen bu kitabıyla kendi katkısını yapıyor. Ayrıca Sermaye Birikirken’in Osmanlı iktisadına ilişkin yorumları ve özellikle sermaye birikimi konusundaki özgün çözümlemeleri, bağımsız bir yorumlama etkinliğini gösteriyor.

Sermaye Birikirken’in bugünün genç okurlarına daha ilgi çekici gelecek yanıysa, hiç kuşku yok ki ‘Türkiye: Kırılmaların Altındaki Süreklilik’ bölümündeki yakın geçmiş değerlendirmeleri. Bugünü hazırlayan tarihsel arka planı ve başlıca dönemleri ayrı ayrı değerlendirdikten sonra geldiğimiz yakın geçmiş, ister istemez siyasal yanıyla öne çıkıyor. 1950’lerden sonra ABD’ye entegre olma süreci, ardından 27 Mayıs 1960, 1960’ların ortalarında başlayan solun düşman görülmesi süreci, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980, Oya Köymen’in bu çalışmasında ayrıntılarıyla üstünde duramayacağı kadar yoğun gelişmelerle doludur ve aslına bakılırsa, bugüne dek yapılan araştırmaların çok azında adamakıllı konu edilebilmiştir.

Bugün, piyasa ekonomisine eklenmek için çırpınan, takiyesi içinde saklı bir ‘ılımlı İslamcılık’ hareketi kurmaya çalışan AKP’nin, köklerinden kurtulamadığı için, demokrasiyle gerçek anlamda ve içten bir ilişkisi olmadığı bellidir. Bunun karşısında milliyetçi ve devletçi bayrakları ile ABD ve AB karşıtlığı rozetlerini taşıyarak gitgide güçlenen ulusalcı hareketin çözümlenmesi gereken kimliği var. Milyonlarca insanı içine alan mitinglerin kendiliğinden büyümesindeki olumluluğu yanında, askercil itkilerle varolma isteği de güçlü bir antidemokratizmi gösteriyor. Bu ikisi arasında, sosyalist solun gerçek demokrasi amacının yüzde bir azınlıktan kurtulamamasının nedenlerine de ışık tutuyor Oya Köymen.

Yordam Kitap’ın art arda yayımladığı çeviri ve özgün telif kitaplarıyla bağımsız bir Marksizm Kitaplığı oluşturmaya başladığını da kaydetmeliyiz. Örnek alınacak bu yayıncılık etkinliğinin zamanla geleneksel çizginin dışına çıkmaktan çekinmeyen, gitgide bağımsızlaşan bir anlayış kazanması düşünce hayatımıza önemli katkılar yapacaktır.

Oya Köymen ile Ekonomi ve Siyaset Üzerine / 21.05.2007, soL Dergisi
Türkiye’nin en çalkantılı dönemlerinde ODTÜ ve Boğaziçi Üniversitelerinde öğretim üyeliği yapmış olan Prof. Dr. Oya Köymen ile ekonomi, siyaset ve tarih tartışmaları yaptığı denemelerden oluşan ve bir başucu eseri niteliğindeki “Sermaye Birikirken: Osmanlı, Türkiye, Dünya” adlı kitabından hareketle bir söyleşi gerçekleştirdik…

“Sermaye Birikirken: Osmanlı, Türkiye, Dünya” adını verdiğiniz kitabınızın basım tarihi Mart 2007. Yani, ülkemizde hızlı siyasal gelişmelerin yaşandığı bahar aylarının başı. Yaşanan siyasi cinayetlerin ve cumhurbaşkanlığı seçimi gündeminin ardından Türkiye, laiklik-dindarlık ekseninde bölündü. Türkiye bir anda, “rejim krizi” tartışmalarına ve seçim gündemine girdi. Tabir yerindeyse, at izi it izine karıştı… Böyle bir dönemde, aslolanın “sermaye birikimi” olduğunu gösteren ve ülkemizin yakın tarihine de bu mercekten bakan kitabınız, içinden geçtiğimiz dönemi anlayabilmemiz için önemli ipuçları barındırıyor. Sermaye birikimi ve sınıflar, kitabınızdaki başlıca çözümleyici kavramlar… Kitabınızın yazılma öyküsü ile başlayabilir miyiz?

Oya Köymen: Bu kitap bir anlamda ODTÜ ve BÜ’de yıllarca verdiğim Dünya ve Türkiye İktisat Tarihi derslerimin, tabii yeni eklerle, imbikten geçirilmiş hali. Hep söylenen “Söz uçar, yazı kalır”dan hareketle kitabı yazdım. Benim temel bakışım, ilgili konulara ekonomi-siyaset bütünlüğünde bakmaktı ama, akademi ve yaygın medyada giderek “ekonomi” ile “siyaseti” birbirinden koparmak ve her bir alanın ancak uzmanların işi olduğunu halka inandırmak, büyük ivme kazandı. Tabii bunun anlamı, halkı ekonomi ve siyasetten uzak tutmak, özellikle ekonomi alanında olup bitenleri, bilerek kimsenin anlayamayacağı teknik konular olarak sunarak “bilgi çağında” halkı yanlış bilgilendirmekti. Bu demokrasiyi doğrudan ilgilendiriyor. Kitaplarda yazan tanımıyla, halkın doğru bilgilerle, seçim yapmasını engelliyor. Onun için kitabımı, herkesin anlayabileceği bir dille yazmaya ve bizlerin anlamaması için uğraşılan ekonomi ve siyasetin aslında son derece anlaşılabilir olduğunu göstermeye gayret ettim. Kitapta hiç izini kaybetmemeye çalıştığım süreç, dünyada ve Türkiye’de “sermaye nasıl birikiyor?” Sermaye birikirken, biriktiremeyenler, yani emekçiler neler yaşıyor? İktisat ders kitaplarında ve politikacıların ağızlarından hiç düşürmedikleri, her derde deva olduğunu öne sürdükleri kutsal “serbest-rekabetçi piyasalar”ın hiç te öyle olmadığını gösterdim. Sermayenin emekçilerin sömürüsüne dayanmasının yanı sıra, tarihsel olarak ve şimdi de, hep egemen siyasi iktidarlarca korunduğunu ve imtiyazlar verildiğini sergiledim. Yani ekonomilerdeki egemen güç odakları aynı zamanda siyasetteki egemen güç odaklarıyla örtüşüyor.

– Kitabınızın 3. bölümü “Türkiye: Kırılmaların Altındaki Süreklilik” adını taşıyor. Bu bölümde Türkiye’nin II. Dünya Savaşı’ndan sonra, Türkiye ekonomisinin yapısı ve gelişim süreci ile siyasi gelişmelerin sıkı bağını gösteriyorsunuz. Süreklilik vurgunuz ise o dönemden bugüne kimi anahtar kelimelere işaret ediyor: Sermaye, ABD, IMF, ordu, darbeler…

Oya Köymen: Kitap temel olarak II.Dünya Savaşı’ndan günümüze geliyor. ABD’nin dünya hegemonyasını kesin olarak ele geçirişi de bu savaş sonrası. ABD, Türkiye’de kendi, “sol ayağı olmayan” topal “demokrasi” kavramı ve uygulamasını bütün gücüyle yerleştirme gayretinde oldu. Bunun için bizde ve özellikle diğer azgelişmiş ülkelerde, soldan esen en küçük bir meltemi bile kendisine ve kapitalist dünayaya, hemen tehdit olarak algılayıp, askeri darbeleri desteklemiş ve topal demokrasileri bile uzun yıllar kesintiye uğratmıştır. Ve sermayedar kesim, çıkarları gereği, hep bu anti-demokratik darbeleri desteklemiştir. En büyük süreklilik bu. İkincisi, siyasi iktidarların işçi sınıfına, diğer emekçilere, sosyalistlere, azınlıklara ve kendisiyle işbirliği içinde olmayan Kürtlere karşı uyguladığı sürekli baskıdır. Türkiye siyasetindeki kırılmalar, aslında sürekliliği sağlamlaştırmak için yaşandı.

– II. Dünya Savaşı’nda Türkiye siyasal ve toplumsal yaşamdaki kırılmaların altındaki sürekliliğe işaret ederken, kitabınızın 4. bölümünde dünyada ABD hegemonyasının yükselmesini tasvir etmeniz aynı zamanda bir paralelliği de açığa çıkarıyor. Bugün, BOP, Ortadoğu, ABD ve Türkiye ekseninde bölgemizdeki gelişmeler bizi nereye götürüyor?

Oya Köymen: ABD’nin istediği gibi “dikensiz” güllerden oluşan ABD’nin arka bahçesi olmaya götürmediği açık. ABD’nin, kapitalizmi sürdürmek için, özellikle dini ve ırkçı milliyetçiliği, “böl-yönet” politikalarını kullandığını biliyoruz. Ortadoğu’nun zengin petrol ve diğer enerji kaynaklarını denetlemek ve ucuza kapatmak için sözünü ettiğim politikaları, artık sıcak savaşlarla destekliyor. Ortadoğu’da bence dünya egemeninin baş edemeyeceği “pandoranın kutusu” açılmış durumda. Yok radikal islam, ılımlı islam, sünni-şii, gibi bir sürü kategoriler yarattıktan sonra savaş koşullarında, herkesin birbirinin boğazına sarılmasını, oralığın kan gölüne dönmesini muhtemelen keyifle izliyor. Malthus’un öngörüsü gibi fazla ve ABD yönetimine göre, işe yaramaz ikinci sınıf insanlar öldürüldükçe, belki de enerji kaynaklarını daha kolay ele geçireceklerini düşünüyorlar. Bizi nereye götürüyor? Önce askeri harcamaların artmasına ve askeri gücün ağırlığını en azından korumasına götürüyor. İkincisi, ABD’nin şu anda tek desteklediği AKP’ye desteğinin kuvvetle sürmesine, gene özellikle din temasının “milli birlik, beraberlik adına” yoğun olarak kullanılmasına götürüyor. ABD’nin bu aşamada, laik kesimler ve MHP’nin anti-IMF tutumundan pek hoşnut olduğu söylenemez; dolayısıyla milliyetçilikten çok, dinin öne plana çıkarılacağını düşünüyorum.

– Kitaptaki ekler, sizin tabirinizle iktisat tarihi denemelerinden oluşan kitabınızı daha ilgi çekici hale getiriyor. Siyasal cinayetler kronolojisi, belli bir siyasal dönemi karakterize eden kimlikler ve ABD’nin 1947 sonrası müdahaleleri… Bir “iktisat tarihi” kitabında bu ekleri seçmiş olmanızın nedeni nedir?

Oya Köymen: Eklerde birinci amacım Türkiye’de şiddetin tarihini unutturmamaktı. Özellikle sosyalistlere karşı uygulanan kıyımı örneklemem buna örnektir. İkincisi, mafya yöntemlerinin nasıl “serbest piyasacı” ekonominin ve sermaye birikimini ayrılmaz bir parçası olduğu bazı yaşamöyküleri aracılığıyla gösterildi. Şiddet ortamlarının nasıl bir yandan “derin devlet” uygulamalarının yeşermesine yol açtığı, öte yandan halkta çeşitli tür korkuları artırarak, anti-demokratik uygulamalara zemin hazırladığı vurgulandı. Ve nihayet ABD’nin 1947-2003 arasında dünyadaki çok sayıda azgelişmiş ülkeye askeri-siyasi müdahalelerinin dökümü de 4. Bölümde yazdığım “ABD hegemonyası” metnini tamamlayıcı niteliktedir.

– Krizler zinciri olarak adlandırdığınız bir dönemden sonra bugün Türkiye ekonomisi, (belki de bir kez daha) düşük kur-sıcak para dengesine oturtulmuş durumda… Bu denge, ekonominin giderek bağımlılaşmasına yol açarken görüntüde bir “istikrar” hali yaratıyor. Krizden sonra hükümet olmuş AKP’nin ekonomi politikalarının önceki hükümetlerle aslında bir süreklilik ilişkisi içerisinde olduğu görülüyor. Peki, AKP’yi farklı kılan neydi?

Oya Köymen: AKP’yi farklı kılan, Refah Partisi’nden de çok, ABD yörüngesini koşulsuz kabul edişi, IMF politikalarını uygulamada gösterdiği hız ve heves ve bütün bunları yaparken sürekli din referanslı gündemler yaratarak, asıl ekonomide emekçi kitleleri nasıl yoksullaştırdığını, geniş kesimlerin gözünden saklayabilmesidir.

– 2001 krizi, Türkiye ekonomisinde derin tahribatlara yol açtı. İşsizlik ve yoksullaşma derinleşti. Ancak, krizden çıkış süreci olarak adlandırılan AKP hükümeti döneminde, ne işsizliğin ne de yoksullaşma azalmadı… Kriz kimin kriziydi, sağlanan “istikrar” kimin istikrarı oldu?

Oya Köymen: Kriz uygulanan neoliberal politikalar sonucu ortaya çıktı. Kriz egemen finans sermayesinin ve devletin dış dünyaya aşırı borçlanması sonucunda borçlarını ödeyememe tehlikesi nedeniyle çıktı. Ayrıca borçlarla finanse edilen tüketim ve ithalat çılgınlığına da olumsuz etkileri olabileceği beklentisi, hem yerli, hem yabancı sermayedarları panikletti. Bu krizden yoksullaşma daha da artırılarak çıkıldı. Yani krize neden olan politikalar, krize çare olarak daha da sıkı biçimde uygulandı. Sağlanan “istikrar” yerli ve yabancı para spekülatorlerinin borçlarının geri ödenmesini kolaylaştırdığı ve yüksek faiz, düşük kur politikasıyla, kârlarını daha da arttırdığı için onların “istikrarı”ydı.

– Spekülatif sermaye giriş ve çıkışlarında ya da genel olarak hareketlerinde bir mantık var mı? Bu tür sermaye, kendi dinamikleri dışında yönlendiriliyor mu?

Oya Köymen: Bir kere iç dinamiği çok kuvvetli. Faiz ana belirleyen. Ama bir de, dünya çapındaki bu spekülatif sermayenin gözünü diktiği, baktığı IMF var. ABD yönetimi var. Onların işaretleri önemli. Zaten onların uzantısı bir sürü değerlendirme kuruluşları var. Bu kuruluşlar, Türkiye’nin notunu yarım puan düşürdüğü zaman bu tür sermaye siyasette bir şeyler oluyor diye tedirginliğe girebiliyor. Dolayısıyla hem emperyalist merkezlerden alınacak işaretler hem de değerlendirme kuruluşlarının notlarıyla şekillenen kendi iç dinamikleri spekülatif sermayenin davranışlarını etkiliyor. Diğer yandan, dünyada sanayi alanına yatırımlarda doygunluk var. Bu olgu da, spekülatif sermayeyi güçlendiriyor.

– Peki, bahar aylarında Türkiye’de başlayan laiklik eksenindeki tartışmanın, bu tür sermayeyi kaçırmadığı ölçüde, sistemin temellerine ilişkin bir tartışma olmadığını çıkarmamız mümkün mü?

Oya Köymen: Tamamen öyle. AKP’nin durumu sağlam belli. Ordu artık darbe yapmayacak, sadece ihtarda bulunacak. Ordunun ihtarda bulunmasını da piyasalar oldukça iyi anlamış durumda. Kılları kıpırdamıyor. Bir de OYAK’ın etkisi var, o nedenle de kılları kıpırdamıyor.

– Kitabınızda, Türkiye’de sanayileşme sürecinin yükünü işçilerin ve köylülerin taşıdığını belirtiyorsunuz. Bu kesimlerin sırtından yaratılan kamu varlıklarına işaret ediyorsunuz… AKP hükümetinin “babalar gibi sattığı” devlet işletmelerinin satılması kararı, moda deyimle, aslında referandumluk değil mi?

Oya Köymen: Bir yanıyla öyle, bir yanıyla da değil. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında bütün kamusal varlıkları atalarımız olan işçiler ve köylüler yarattı. Diyelim ki, şimdi bir referandum yapılsa, olağanüstü yanlış bilgilendirmeye maruz kalan nüfusun önemli bir bölümü “evet satılsın” dese, bu onların satılmalarının haklı gerekçelere dayandığını gösterir mi? Kimi soldan aydınlar bile “aman ne olursa olsun, hantal devlet mülkiyeti ve işletmeciliğinden iyidir” gibi gerekçelerle özelleştirmelere karşı çıkma gereği duymadı. Bu nedenle referandum konusu her neyse doğru düzgün bilgi sahibi olmayan kitlelerin medya ve politikacılardan en çok duydukları sözlerin arkasından gideceğini düşünüyorum. Ayrıca bu, ailenin gençlerinin kendilerine miras kalan özel mülkiyetteki varlıkları satmasına benzemez. Burada söz konusu olan kamusal mülkiyeti farklı bir mantıkla ele almak gerekiyor.

– Bazı solcu olma iddiasında olan kesimlerin de özellikle özelleştirme gündeminde sık sık dillendirdiği yerli-yabancı sermaye ayrımı ile ilgili ne düşünüyorsunuz?

Oya Köymen: Cumhuriyet Gazetesi’nde temsil olunan sol anlayış, birdenbire şöyle bir ayrım yapmaya başladı. Yerli sermaye iyidir, yabancı sermayeye karşıyız… Oysa yerli dedikleri, ki onlar da biliyor, yabancı sermaye ile iç içe. OYAK da böyle. Yerli sermaye alsa bile bir özelleştirme ihalesini, hemen akabinde hiçbir garantisi yok, yabancı sermayeye satmayacağının. O zaman, nereden geliyor bu yerli sermaye yabancı sermaye ayrımı… Bu eskilere dayanıyor. Bizim de kendimize mahsus, dışa karşı ve rekabet eden sermayemiz olsun deniyordu… O dönemden kalan ideolojik bir saplantı bu. “Bir milli burjuvazimiz var ve bu burjuvazimiz ilericidir, entellektüeldir. Kapitalizme karşı durur.”

– Peki bu noktada, sermaye açısından düşünüldüğünde yerli-yabancı ayrımının karşılığının kalmadığı dönem hangisi?

Oya Köymen: Bu ayrımın karşılığını bulduğu bir dönem, sermayenin içe dönük pazar için çalıştığı, ürettiği dönemdir. Mesela, Anadolu’da bayilikler sistemi çalışıyordu, Koç, Sabancı bu sistemi kurmuştu. Dolayısıyla, dışa açık ekonomi politikasına geçişle birlikte, ki bu da 1980 sonrasıdır, boyle bir ayırımın yapılamayacagın düsünüyorum.

– O zaman bu kesimlerin en çok güvendiği ordu tarafından bu dönem bitirilmiş oldu?

Oya Köymen: Evet IMF dayattı, ordunun da neoliberalizme karşı muhalif tutumu olmadı.. Dışa açık ekonominin dinamiklerinin, 1980 darbesiyle önü açılmış oldu. Ama özellikle 1990 sonrası yabancı sermaye ile bütünleşme tamamlandı. 1980 döneminde, bu bütünleşmenin altyapısı hazırlandı.

– Ülkenin gündeminde bir seçim var. AKP’ye alternatif olduğunu iddia eden CHP-DSP, DP, MHP ve GP gibi partilerin gerçekten alternatif bir ekonomik ve toplumsal programa sahip olduğunu düşünüyor musunuz? İşsizlik, yoksulluk ve bunları derinleştiren tarımdaki çözülme sürecine çözüm getirebilirler mi?

Oya Köymen: Kesinlikle hayır. Hiçbirinin IMF ile bağları, bırakın biraz mesafe koymaya, gevşetmeye teşebbüs dahi edebileceğini düşünmüyorum.

– Partilerin ekonomi politikalarını anlatırken daha az yer verdiği, yoksullukla mücadele programlarının, sermaye birikiminin verili mekanizmalarına dokunmadan, çare olabilmesinin mümkün olmadığı görülüyor. Özellikle CHP seçimlerde bu tür programları uygulayacağının propogandasını yapacağının sinyallerini veriyor…

Oya Köymen: İşsizlikle de, yoksullukla da mücadele etmenin, ya da bu sorunları gidermenin Türkiye’nin emperyalist ekonomik işbölümündeki yerini değiştirmeye dönük iddialar olmadığı sürece, imkanı yok. Diğer yandan, yoksullukla mücadele programlarında AKP ile rekabet edebilmek güç. AKP’nin avantajı, çok iyi örgütlenmiş durumdalar. Ortaçağ’da yoksullara yardım kilise eliyle yapılıyordu. Şimdi de tarikatlar, cemaatler yoluyla, gecekondulara yiyecek dağıtılması, yoksul kesimlerde bir umut yaratıyor. Devlet fonlarını bu mekanizmaya, hele de tek başına iktidardaysan, aktarma imkanı var. AKP, kendine yakın sermayeye ihale veriyor, yoksul kesimlere de yiyecek dağıtıyor. Bir kere CHP’nin böyle bir örgütlenmesi yok. “İşsizlik ve yoksullukla mücadele”, cemaatler ve tarikatların dahil olduğu ağlar eliyle yapıldığında AKP’nin politikalarının bu yoksulluğu yarattığı, derinleştirdiğinin görülmesi zorlaşıyor.

– CHP faiz dışı fazlayı yüzde 6,5’ten yüzde 3’e indirerek sosyal harcamaları artıracaklarını belirtiyor? CHP bunu yapabilir mi?

Oya Köymen: Eğer IMF’yle ipleri iyice germeyi göze alıyorlarsa, ki sanmıyorum, çünkü IMF’nin elinde çok büyük şantaj unsurları var. Bu söyledikleri IMF politikalarına tamamen aykırı. Bu örümcek ağından, IMF ile ilişkileri kesmeden kurtulmanın imkanı yok. Dikkat edersen, hiçbir parti “yüksek gelirlilerden daha fazla vergi alacağım, aldığım vergiyi sosyal harcamalara aktaracağım” diyemiyor. Vergiler konusunda da bir tabu var. Tabii halkın sırtına binen ve sürekli artırılan dolaylı, tüketim üstündeki vergilerden bahsetmiyorum, kâr, servet, spekülatif kazanç ve mirasla ilgili vergilerden söz ediyorum.

– Yani bir dönem Türkiye’de olduğu gibi düzen partilerinin daha “sol” gösteren ekonomi politikaları ve vaatleri üzerinden siyaset yapmasına alan yok?

Oya Köymen: Kesinlikle yok. CHP, gelir dağılımının bozukluğundan bile bahsedemiyor. Ancak, sosyalist sol için, halka meselenin ne olduğunu anlatmak, halkı bilinçlendirmek için son derece uygun bir konjonktür var. Objektif koşullar gayet uygun.

– Kitabınızda da belirttiğiniz üzere, solun “iktidar yozlaştırır” değerlendirmesiyle “sürekli muhalefet” ekseninde siyaset yapmasının belirli saplantılara yol açtığını belirtiyorsunuz. Seçim gündemi ile birlikte düşünerek, bu saptamanızı biraz açar mısınız?

Oya Köymen: Ne yazık ki, Türkiye sosyalistleri, bütün Cumhuriyet tarihi boyunca öylesine saldırı ve baskılara maruz kaldığı, kapsayıcı bir biçimde örgütlenmeleri siyasi ve iktisadi iktidar sahiplerince sürekli engellendiği için, Sol’un her darbe sonrası toparlanması tabii biraz zaman aldı. Üstelik Sağ’dan farklı olarak Sol, din ve milliyetçilik klişeleri yerine, program çalışmalarını ön planda tuttuğu için, bu konulardaki görüş ayrılıkları da Sol’u parçalayıcı nitelikte oldu. Bir yandan ABD-IMF politikalarına neden muhalefet ettiklerinin açıklanması, bir yandan da her grubun benimsediği program üzerindeki grup içi ve Sol içi tartışmalar, gene ne yazık ki, Sol’u büyük ölçüde söylem düzlemine hapsetti. Sol’da gelişen söylemlerin seviyesi de, çoğu kez halkın anlayamayabileceği bir biçime girdi. Dolayısıyla “sürekli muhalefette” olmanın, Sol’u genel olarak epey zayıflatıcı etkisinin olduğunu düşünüyorum.

“Sermaye Birikirken” Üniversiteler / E. Ahmet TONAK / 20.04.2007, BirGün Gazetesi
Postadan bir kitap çıktı: “Sermaye Birikirken: Osmanlı, Türkiye, Dünya” (Yordam Kitap). Sevgili Oya Köymen imzalamış yollamış. 1980 sonu doğumlu genç öğrencilerimden gözlemliyorum, ne yakın ne de uzak tarih duyarlılığının 1990 sonrası hiper-görüntü-toplumunda yeri yok. Gündelik kültürden, müfredattan silinmiş bu duyarlılık. Sanki hayat Özal’la başlamış gibi.

Artık, ne üniversite adlı kurumun memleketimizde geçirdiği evrelerin, ne de yaşanan mücadelelerin gündelik hayatlar açısından herhangi bir önemi var. 1983’de binlerce kamu görevlisinin yanısıra 300 dolaylarında üniversite çalışanı da 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası’yla işlerinden atıldı. Birçok öğretim üyesi de 12 Eylül 1980 darbesinin uygulamalarını protesto etmek ve atılanlarla dayanışma içinde olmak için istifa etti. 0 sıralar ABD’den ODTÜ İktisat Bölümü’ne dönüyordum, erteledim. Oralardan darbecilerle uğraşmaya başladık. İşte o dönemde Prof. Dr. Oya Köymen Boğaziçi Üniver-sitesi’nden uzaklaştırılan tek 1402’lik idi. Kitabının girişinde kendisi de anlatmış; altı yıl yayın sektöründe çalıştıktan sonra zamanın rektörü Ergun Toğrol’un, Köymen’in üniversiteye dönüşüne ilişkin mahkeme kararını uygulamaması üzerine ancak Danıştay’ın kararı ile Ekonomi bölümüne dönebilmiş Oya.

Döndüğünde bulduğu üniversite ortamı ise Köymen’in gözünden şöyle: “..(Ü)niversitenin ‘havası’ndaki değişiklik oldukça çarpıcıydı. Ders kitaplarında makroekonominin kurucusu Keynes, dipnota atılmıştı, iktisatta, giderek artan karmaşıklıktaki matematiksel modelleriyle neoklasik iktisat tam bir egemenlik kurmuş; ekonomi programında ‘iktisat tarihi1 seçimlik derslerin arasında bile marjinalleşmişti. … (A)rtık akademik dilde ‘araştırma’dan çok ‘projelerden’ söz edilmeye; eğitimde paralı sertifika ve mastır programları yaygınlaşmaya başlamıştı. Projelere ‘sponsor’ bulmak ve onların önemsediği alanlarda proje yaparak para kazanmak iki açıdan zorunlu hale getirilmişti. Birincisi, öğretim üyelerinin asgari geçim koşulları, onları ek para kazanmaya zorluyordu; ikinci olarak, önce YÖK dayatması olan, sonra üniversite yönetimlerinin daha da sığlaştırdığı koşullarda, her yıl belirli sayıda yayın yapmak gerektiği için bu projeler adeta başlıca yayın kanalı olmuştu. Böylece ‘üniversite-sa-nayi işbirliği’ genel başlığı altında ‘araştırma-projeleri’ dönemine girilmişti.”

Muhteva yerine imajın öne çıktığı bu ortam hızla yeni bir öğrenci profili de yaratmıştı: “Öğretilen konulara ‘Ne işime yarayacak?’ mantığıyla bakan bir öğrenci kitlesi oluşmuş; az emek harcayarak iyi not almak yaygın bir strateji olmuştu. 1967-1977 arasında ODTÜ’nün havasını soluduktan, hocalığını tattıktan sonra yabancılaştığım bu akademik ortama dayanmak güç oldu.”

Hem ODTÜ’de hem Boğaziçi’nde çalışmış biri olarak anlatılanlara katılmamak elde değil. Yine de Oya’nın 2003 yılında emekli olana kadar bu duruma niye katlandığını merak edenler olacaktır: “…(H)er sınıfımdaki sayıları az da olsa bir grup öğrencinin ilgisi, soruları, aydınlık yüzleri ile dostluğumuzun sürdüğü meslektaşlarım, dayanma gücümü artırdı ve umutlarımın sürmesine yardımcı oldu.”

Onca eza ve cefaya rağmen umutlu ve dayanıklı Köymen’in kitabı yukardaki alıntıların geldiği giriş bölümünün yanısıra dört bölüm ve dört ekten oluşuyor. İlk bölüm iktisat teorisinin Klasiklerden bu yana evrimi, diğer bölümler ise, sırasıyla Osmanlı, modern Türkiye ve dünya ekonomi politiği üzerine. Köymen gibi iktisat ve siyaset modalarına kapılmamış, eleştirel bir akademisyenin sözkonusu alanlardaki değerlendirmelerine, tahlillerine çok ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. “Sermaye Birikirken”i tavsiye ederim.

Bahar Mevsiminde Kitaplar Arasında / Oral ÇALIŞLAR / 10.04.2007, Cumhuriyet Gazetesi
Profesör Oya Köymen önemli ve etkili bir bilim kadını. Önümde onun birikimini ifade eden bir kitap duruyor. Köymen’in kitabının adı “Sermaye Birikirken” (Osmanlı, Türkiye, Dünya)…Yordam Kitap’tan çıkan bu ilginç ve dikkat çekici ekonomik araştırma kapitalizmin evrimiyle başlıyor, Osmanlı’da sınıfları ve sermeye birikimini irdeliyor, ardından Türkiye ekonomisinin kırılma noktalarını ve ABD’nin ülkemiz üzerindeki ekonomik etkilerini gözler önüne seriyor.

Oya Köymen kitabını şu paragrafla tamamlıyor: “Ne tesadüf ki, ABD uçaklarından Afganistan’a sarı renkli parça tesirli bombalar atılırken aynı zamanda sarı renkli yiyecek yardım paketleri de atılıyor. Bir süre sonra bu tuhaf durum fark edilince, radyo yayınıyla, bombalanan bölgelerdeki sarı renkli paketlere dokunulmaması duyuruluyor. Aslında genetiği değiştirilmiş tohumların da Üçüncü Dünya ülkelerine parça tesirli bomba etkisi yaptığını düşünebiliriz.”

Kitabın Künyesi
Sermaye Birikirken / Osmanlı, Türkiye, Dünya
Oya KÖYMEN
Sayfa Sayısı: 264
Baskı: 1. Baskı, Mart 2007, İstanbul
Düzeltme: Nurten TUÇ
Yayın Yönetmeni: Hayri ERDOĞAN
Kapak Tasarım: Savaş ÇEKİÇ
İç Tasarım: Savaş ÇEKİÇ
Sayfa Düzeni: Gönül GÖNER
Baskı: Ayhan Matbaası

İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ
I. BÖLÜM
İKTİSAT: KAPİTALİZM VE İKTİSADİ DÜŞÜNCENİN EVRİMİ
1. Klasik İktisat ya da Ekonomi Politik (1776-1870)
2. 1873 Dünya Krizi ve Klasik İktisadın Sorgulanması
3. 1929 Dünya Krizi ve Keynesçi İktisadın Doğuşu
4. 1973-76 Krizi: Neoliberalizmin Doğuşu ve Neoklasik İktisadın Şahlanışı
II. BÖLÜM
OSMANLI: SINIFLAR VE SERMAYE BİRİKİMİ
1. Halkın ?Devlet Babası?, Aydının ?Devlet Anası?
2. Osmanlı-Avrupa Karşılaştırması
3. 16. Yüzyılda Osmanlı Toplumsal Değişiminin Başlaması
4. 19. Yüzyılda Osmanlı?nın Batı?ya Açılması
III. BÖLÜM
TÜRKİYE: KIRILMALARIN ALTINDAKİ SÜREKLİLİK
1. Tarihsel Arka Plan
2. ABD Yörüngesine Giri?: 1950-1959
3. İlk Darbe (27 Mayıs 1960) Sonrası: 1960-1969
4. İkinci Darbe (12 Mart 1971) Sonrası: 1970-1979
5. Üçüncü Darbe (12 Eylül 1980) Sonrası…
6. Küreselle?menin Etkileri
IV. BÖLÜM
DÜNYA: İNGİLİZ İMPARATORLUĞU?NDAN ABD HEGEMONYASINA
1. Kapitalizmin Doğuşu ve Sanayi Devrimi
2. İki Dünya Sava?ı Dönemi
3. ABD Hegemonyası Başlıyor
4. Kalkınma Sorunu: Modernleşme mi? Bağımlılaşma mı?
5. ABD Tarım Politikası: Bolluk İçinde Yoksulluğun Yaratılması
EK 1: 1970?12 EYLÜL 1980 ARASINDA İŞLENEN SİYASİ CİNAYETLERDEN ÖRNEKLER
EK 2: 1990-2000?LER ARASINDA İŞLENEN SİYASİ CİNAYETLERDEN ÖRNEKLER
EK 3: KISA YAŞAMÖYKÜLERİ
1. ABDULLAH ÇATLI
2. TANSU ÇİLLER
3. CEM ERSEVER
4. MAHMUT YILDIRIM-YEŞİL
EK 4: 1947-2003 ARASINDA ABD MÜDAHALELERİ
KAYNAKÇA
DİZİN

Prof. Oya KÖYMEN 1967-1977 yıllarında ODTÜ, 1977-1983 ve 1990-2003 arasında Boğaziçi Üniversitesi ekonomi bölümlerinde öğretim üyesi olarak çalıştı. 1973’te doçent, 1979’da profesör oldu.
Keban Köylerinde Sosyo-Ekonomik Yapı ve Yeniden Yerleşim Sorunları; Türkiye Tarımında İşletmeler Arası Farklılaşma ve Türkiye’de Tarımsal Yapının Gelişimi: 1923-1938 başlıklı kitaplarının yanı sıra, yurtiçinde ve yurtdışındaki dergilerde 22 makalesi yayımlanan Köymen’in uzmanlık alanları 19-20. yüzyıl Avrupa, 19. yüzyıl Osmanlı, 20. yüzyıl Türkiye iktisat tarihi ve tarım ekonomisidir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir