Sermaye Olarak Eğitim: Her Şey Maliyet Mantığına Tabi Olduğunda

Eğitim, tarih boyunca bireyin gelişimi, özgürleşmesi ve toplumsal dönüşümün anahtarı olarak görüldü. Fakat bugün eğitim giderek daha çok bir yatırım aracına, “insan sermayesinin” üretildiği bir alana indirgeniyor. Bu dönüşüm yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda psikolojik ve toplumsal boyutlarda da derin izler bırakıyor.

İnsan Sermayesi Mantığı: İnsan Bir Yatırım mı?

Chicago Okulu’nun önde gelen isimlerinden Gary Becker, 1964’te yayımlanan İnsan Sermayesi kitabında, bireylerin sahip olduğu bilgi ve becerileri bir “sermaye stoku” olarak tanımladı. Böylece insan, fabrika binaları ya da makineler gibi, uzun vadeli bir “üretim malı” haline geldi.

Bugün, öğrencilerden beklenen şey yalnızca öğrenmek değil; “ileride ne kazandıracağına” göre ders seçmek, bölümlerini belirlemek ve hatta hayallerini kısıtlamak. Bu da insanı bütünlüklü bir özne olmaktan çıkarıp “kâr-zarar tablosuna” indirgiyor.

Eğitimde Eşitsizlik: Başlangıç Çizgisindeki Adaletsizlik

Finansal güvence olmadan eğitim sürecine girmek, çoğu genç için bir kaygı kaynağı. Zengin ailelere sahip olmak, eğitimi “rahat” bir yatırım sürecine dönüştürürken; diğerleri için sürekli bir borç, kaygı ve mücadele anlamına geliyor.

Almanya’daki Bafög sistemi, başlangıçta fırsat eşitliği yaratmak için kurulmuş olsa da, yıllar içinde ihmal edildi. Bugün öğrencilerin yalnızca %11’i bu fondan yararlanabiliyor. Çoğu genç, ya eğitimden tamamen vazgeçiyor ya da ağır borç yükü altında mesleki hayatına başlıyor.

Bu tablo, eğitimdeki sosyal sınıf uçurumunu daha da derinleştiriyor. Psikolojik açıdan bakıldığında ise, öğrencilerin zihinsel enerjilerinin büyük bir kısmı öğrenmeye değil, “nasıl ayakta kalacaklarına” harcanıyor.

Çalışan Öğrenciler: Öğrenmek Yerine Hayatta Kalmak

Almanya’da öğrencilerin %68’i geçinebilmek için yarı zamanlı işlerde çalışıyor. Garsonluktan taksiciliğe uzanan bu işler, gençleri sürekli bir ikili baskıya sokuyor: Hem derslerinde başarılı olmaları hem de kira ve faturaları ödemeleri gerekiyor.

Birçok öğrenci, bu yükün altında ya eğitimini yarıda bırakıyor ya da mezuniyetini yıllarca ertelemek zorunda kalıyor. Psikoterapötik açıdan bu durum, kronik stres, tükenmişlik ve özgüven zedelenmesine yol açıyor.

Üniversitelerin Dönüşümü: Bilgi Yerine Kullanılabilirlik

Bologna süreci ile birlikte üniversiteler, kişisel gelişim ve özgür düşüncenin mekânı olmaktan çıkarak, piyasaya nitelikli işgücü sağlayan kurumlara dönüştürüldü. Programlar giderek daha fazla “pratik fayda” odaklı hale getirildi; teorik, felsefi ve eleştirel dersler geri plana itildi.

Böylece üniversite, öğrencilerin kendilerini keşfettikleri değil, iş piyasasına uygun “paket programlara” dönüştürüldükleri bir yer haline geldi.

Ruhsal Etkiler: İnsan Yerine Fonksiyonel Nesne

Eğitimin yalnızca maliyet ve getirilerle ölçülmesi, gençlerin içsel dünyasında derin bir yarık açıyor. Kendini geliştirmek için değil, “iş bulmak için” öğrenmek; potansiyeli keşfetmek için değil, “işe yarar olmak için” yaşamak… Bu bakış açısı, gençlerin ruhunu giderek daraltıyor.

Psikoterapi odasında sık sık karşımıza çıkan tablo şudur:

  • Kimlik karmaşası: “Gerçekten ne istiyorum?” sorusu yerine “Piyasada ne işe yararım?” sorusuyla yaşamak.
  • Yetersizlik hissi: Finansal engelleri aşamayan gençlerin kendilerini “başarısız” hissetmesi.
  • Varoluşsal kaygı: Eğitimin bir anlam arayışı değil, bir borç döngüsü olarak deneyimlenmesi.

Sonuç: Eğitim mi, Sermaye mi?

Bugün eğitim, bir toplumun en önemli özgürleşme aracı olmaktan uzaklaşıyor. Yerine, yalnızca işgücü piyasasına yatırım yapan bir sistem konuyor. Oysa eğitim, gençlerin potansiyelini açığa çıkarmalı, eleştirel düşünceyi desteklemeli ve bireyi bütünsel olarak güçlendirmelidir.

Unutmayalım: İnsan, yalnızca “kullanılabilir bir sermaye” değil; duyguları, hayalleri, yaratıcılığı ve içsel yolculuğu olan bir varlıktır. Eğitim, maliyet mantığına değil, anlam ve gelişim mantığına dayandığında, hem birey hem de toplum için gerçek bir dönüşüm yaratabilir.