Şirketlerin Egemenliği ve Düzmece Bilim – Edward S. Herman

Tüketicilerin egemen olduğu, nihayetinde sistemi onların kararlarının yönettiği, üreticilerin de tüketicilerin talep ve isteklerine cevap vermekten başka bir şey yapmadığı, kapitalizmin en büyük mitlerinden ve ideolojik dayanaklarından biridir. Gerçekte, devasa kaynakları ve güçleri sayesinde tüketiciler değil, üreticiler egemendir.
Kimya endüstrisinin yakın tarihi incelendiğinde bu durum çarpıcı bir şekilde açık hale gelir. Kimya endüstrisinde “şirketlerin çıkarlarının ulusal politikaları yönetmesine izin verilmiştir.” Bu durum, Rachel Carson’ın Silent Spring (1962) kitabından hemen sonra yayımlanan Başkanlık Bilim Danışma Komitesi’nin Çevre Kalitesini Koruma konulu istisnai raporunda da kabul edilmiştir. Kimyasal maddeler, şirketlerin çıkarları doğrultusunda herhangi bir güvenlik belgesi olmadan piyasaya sürülebilir; bu kimyasal maddelerin zararlı olduğuna ilişkin ispat külfeti kamunun ve tüketicilerin omuzlarındadır. Sağlık sorunları yaşayanlar ya da ölümle sonuçlanan vakalarda varisler uğradıkları zarar yüzünden dava açabilirler; ama hem haksız ispat yükümlülüğü, hem de üreticilerin ve davacıların sahip oldukları araçlar arasındaki dengesizlik ve iddianın kanıtlanmasındaki güçlükler yüzünden zarar gören bireyler tazminat arayışında muazzam bir biçimde dezavantajlıdır. Bu güçlükler, üreticilerin enformasyonla ve yasal süreçlerle ilgili stratejileri nedeniyle daha da artar ve kısmen üreticilerin ticari kararlarının dayandığı esası oluşturur. Böylece, Pinto modeline ait hatalı bir benzin deposundan kaynaklanan hasarlar hakkında Ford’a karşı açılan davada ifşa edilen bir iç yazışma, firmanın söz konusu hatayı bildiğini ve gerekli teknik iyileştirme maliyetinin, sonuçta ortaya çıkacak yaralanma ve ölümler nedeniyle firmanın ödemek zorunda kalacağı tazminatların maliyetinden muhtemelen daha yüksek olduğunun hesaplandığını göstermiştir.
Eğer tüketiciler egemen olsaydı ya da burası [ABD –ç.n.] gerçekten demokratik bir toplum olsaydı, üretimde uygulanan hak ve yükümlülük ilkeleri, daha ortaya çıkmadan zararı önleyici nitelikte olurdu ve ispat külfetini karşı tarafa yüklerdi. Yani, güvenli oldukları, eksiksiz ve uygun testlerle garantilenmediği sürece ürünler piyasaya sürülemezdi (önleyici ilke) ve güvenlik garantisindeki aksaklıklar üreticinin sorumluluğunda olurdu (ispat külfetini karşı tarafa yükleme ilkesi). Şirketlerin egemenliği altında, bu hususlar caveat emptor (sorumluluk müşteriye aittir) ilkesine dayanılarak reddedilir; seçim, güç sahiplerinin kendileri açısından faydalı olacak hakları kurumsallaştırma kabiliyetine göre yapılır.
Kimya Endüstrisinin Zehirleme Hakkı
Malın satılabilir olması için kimyasal madde üreticileri bir piyasa testini yerine getirirler elbette; ama kimyasal maddeler tasarlanan işlevlerini (örneğin sivrisinekleri öldürme işini) yerine getiriyor olsalar da aşırı derecede zararlı yan etkilere sahip olabilirler. Bir ürünü kullanan işçiler ya da tüketiciler ürüne temas ettiklerinde düşüp ölecek olurlarsa, ürünün satılamayacağı açıktır. Ama ürünün tüketiciler, üçüncü şahıslar ya da genel olarak çevre üzerindeki zararlı etkisi hemen ortaya çıkmıyorsa, üreticiler uzunca bir süre gayet kârlı satışlar yapabilir ve şirketlerin düzmece bilimini ve hukuk davalarını etkin şekilde kullanarak kârlılıklarını, davalardan kaynaklanan zararın maliyetinin çok üstünde tutmayı sonsuza dek sürdürebilirler.
Zararlı etkiler, bir işyerinin maliyetinin başkalarının üzerine yıkıldığı ya da ortodoks iktisada göre bile piyasanın “iflas ettiği” durumlarda, ekonomik “dışsallıklar” başlığı altında toplanır. Eğer kimyadaki (ve biyolojideki) bilimsel devrim potansiyel olarak uzun vadede ortaya çıkabilen ve güç fark edilen olumsuz dışsal etkilere sahip birçok ürünü ortaya çıkardıysa, şirket egemenliği sisteminin etkileri korkunç olabilir. Eğer kendi maliyetlerini düşük tutmaya çalışan, kamuyu bilgilendirmeyen, hesap vermekten ve sorumluluktan kaçınan güç sahipleri geniş kitlelere acıyı, hastalığı ve ölümü dayatıyorsa, bu durum ciddi bir insan hakları ihlali de oluşturur.
Kimya endüstrisi, II. Dünya Savaşı boyunca ve sonrasında hızlı bir şekilde büyüdü. Bu endüstri büyük ölçüde, petrol bazlı sentetik organik bileşiklerin geliştirilmesi üzerine kuruluydu. Bu ürünler arasında DDT ve vinil klorid (VC)
bazlı plastikler gibi “mucize” ürünler de vardı. Bu harika ürünler sivrisinekleri ve diğer haşereleri etkili bir şekilde öldürdüğünden (DDT) ya da ucuz hammadde sunduğundan (VC), yan etkilerine dikkat edilmeksizin büyük bir hızla alıcı buldu ve yaygın olarak kullanıldı.
Endüstriyi tehdit eden yan etkiler ciddi şekilde dikkatleri üzerine çekmeye başlamadan önce, 1997’deki satışları 247 milyar doları, kârları ise 19 milyar doları bulan kimyasal madde üreticilerinin merkezinde yer aldığı, ayrıca endüstriyel kullanıcıları, haşere ilaçlarına bağımlı çiftçileri, endüstriye hizmet eden bilim insanlarını, federal ve eyalet tarım bakanlıklarını da kapsayan devasa bir çıkar ağı oluşmuştu. 1970’lerde yasal düzenlemeler yapılmaya başlandığında, bu güç yapısı herhangi bir güvenlik garantisi olmaksızın halihazırda piyasada bulunan on binlerce kimyasal maddeyi üretmeye devam etmek için “muafiyet” hakkı elde etmekte bir sorunla karşılaşmadı; yeni kimyasal maddeler için üreticilerin tâbi olduğu tek yaptırım ise herhangi bir olumsuz etkiyi Çevre Koruma Kurumu’na (ÇKK) (ama kamuya değil) bildirmekten ibaretti.
Bu durum, egemen kimyasal madde üreticilerinin, hem bütün nüfusa hem de ekolojik sisteme muazzam bir zehirli kimyasal madde selinin etkilerini test ettiği devasa bir deneydeki deney hayvanları gibi muamele ettiği anlamına gelir. Aynı zamanda bu, Samuel Epstein (The Politics of Cancer, 1978), Sandra Steingraber (Living Downstream, 1996), Dan Fagin ve Marianne Lavelle (Toxic Deception, 1996), Theo Colborn, Dianne Dumanoski ve John Myers (Our Stolen Future, 1997) tarafından yazılan güçlü eserlerin yanı sıra Rachel Carson’ın Silent Spring eserinden çıkan derslerden biridir. Çoğu kimyasal maddenin yavaş etki edişi, diğer kimyasal maddelerle etkileşime girdiğinde karmaşıklaşan etkilere sahip oluşu ve kimya endüstrisinin gerçekleri hasır altı etme ve kafa karışıklığı yaratma gücü yüzünden, “büyük deney” – ya da “yavaş ilerleyen salgın” – Silent Spring kitabının yayımlanmasından 36 yıl sonra bile aynen devam ediyor.
Üreticiler, sürekli olarak insanları zehirleme haklarını nasıl garanti altına alıyorlar? Birbiriyle ilişkili beş süreç üzerinden hareket ediyorlar: (1) enformasyonu kontrol etmek ve sınırlamak (2) bilimi bir halkla ilişkiler aracı olarak kullanmak (3) yasal düzenlemelere ilişkin süreçleri, doğrudan ya da siyasi nüfuz yoluyla kontrol altına almak ya da kilitlemek (4) hukuk davalarını stratejik bir şekilde kullanmak (5) üreticilerin zehirleme hakkını normalleştirmek için medyayı etkilemek.
Endüstri, işleri denetimi altında tutma çalışırken bilim insanlarına, denetçilere, medyaya, endüstrinin görüşleri haricindeki görüşlerin ifade edilmesine izin veren yayıncılara ve hatta endüstrinin terbiye etmek istediği yayınlara reklam veren kuruluşlara zor kullanarak gözdağı verir. Kişisel saldırılar, kara çalmalar ve iftira davaları, kendi hareket özgürlüğünü ve bilançosunu korumak için hiçbir şeyden kaçınmayan bir endüstrinin gözdağı verme taktiklerinden sadece bazılarıdır.
Tüketici egemenliği sisteminde ya da hakiki demokraside, kimyasal maddelerin zararlı etkileri konusunda ayrıntılı ve tarafsız bilgi toplamak ve açıklamak ulusal önceliklerin üst sıralarında yer almalıdır. Gerçek dünyadaki üretici egemenliğinde ise, zararlı etkileri konusunda ürünleri test etmekten sorumlu olanlar imalatçılardır. Ama onların asli ilgisi, ürünün ticari kullanımına yöneliktir, yan etkilerine değil. Yan etkiler, üreticiler için bir baş belası ve potansiyel satış engelidir. Bu durum, üreticilerin kimyasal maddelerin zararlı etkilerinin test edilip bildirilmesiyle çıkar çatışmasını daha da derinleştirdiğinden, üreticilerin bizzat ürünlerinin zararlı etkileri hakkında bilgi toplama sürecini kontrol etmelerine izin vermek sağlıklı politika oluşturmanın bütün kurallarını ihlal eder.
Demokratik ve tüketici merkezli sistemler, test etme işini ÇKK’ya veya bağımsız (şirketler tarafından finanse edilmeyen) test kuruluşlarına bırakmalıdır. Ama üreticiler bunu başarılı bir şekilde engeller. Bağımsız testlerin, ne sonuç çıkacağını bilmedikleri kör kuyusuna para atmak konusunda da isteksizdirler; uygun yönlendirmeyi garantilemek için test etme işinin kendilerine bırakılmasını isterler.
Kimyasal madde üreticileri kontrolü ellerinde tutarak, bilgiyi alışılmış baskı ve geciktirmelerle seçici bir şekilde yayımlayarak, kendi çıkarlarına hizmet eden vasıfsız araştırmaları destekleyerek ve bilgilendirmede belirsizlikler yaratarak hasar iddialarını saptırabilir ve yasal düzenlemelerin öngördüğü önlemleri bazen belirsiz bir süre durdurabilirler. Bu sayede, işçilerde karaciğer kanserine yol açtığı yönündeki çok çeşitli kanıtlara rağmen, Amerikan plastik endüstrisi VC’nin olası kanserojen etkisine dair 20 yıl boyunca hiçbir çalışma yapmadı. 1970’lerin başında İtalyan toksikologlar VC’nin etkili bir kanserojen olduğuna dair ikna edici kanıtlar bulduğunda, Avrupalı üreticilerle bilgilerin paylaşılması, ama önceden izin alınmadan ifşaat yapılmaması konusunda anlaşmış olan Amerikan endüstrisi 15 ay boyunca bu durumu Gıda ve İlaç İdaresi’ne (Gİİ) ya da Ulusal Meslek Güvenliği ve Sağlığı Enstitüsü’ne bildirmedi. Amerikan Bilim Geliştirme Derneği’ne göre, gerçeklerin bu şekilde gizlenmesi “on binlerce işçinin belki iki yıl boyunca hiçbir uyarı olmaksızın vinil kloridin zehirli konsantrasyonlarına maruz kalması” anlamına geliyordu.
Diğer örneklere de bakalım. “Kepon”un [haşere öldürücü bir tarım ilacı. –ç.n.] zehirli etkileri Allied Chemical Şirketi tarafından 1960’ların başında keşfedilmişti; ama on yıl sonra bir grup işçide sakatlığa yol açan nörolojik ve başka hastalıklar görülene kadar açıklanmadı. ÇKK, 1991’de zararlı etkilere dair kanıt üretmekte daha önceden başarısız kaldıkları için kimya endüstrisine af çıkardığında, gecikmiş açıklamaların ve gerçekleri hasır altı etmenin ne kadar yaygın olduğu açıkça görüldü: Kimya endüstrisi daha önce bir şekilde ÇKK’ya takdim etmeyi savsakladığı 10.000’den fazla araştırma sundu.
Geciktirme taktiklerinden biri, daha fazla bilgiye ihtiyaç duyulduğunu iddia etmektir; ama öte yandan üreticiler kendi kontrolleri dışındaki bireyler ve gruplar tarafından bilgi toplanmasını düzenli olarak engellemeye çalışır. Dr. Irving Selikoff asbestin etkileri üzerinde çalışmak için işçilerin kayıtlarını talep ettiğinde, bu kayıtlara erişme talebi reddedildi. Etkin bir kanserojen olan BCME ile çalışan görece genç 14 işçinin akciğer kanserinden öldüğü vahim vakada, Rohm ve Haas şirketi (R&H) bağımsız bir araştırmacıyla çalışmayı, bu araştırmacının her bulguyu yayımlama hakkı konusundaki ısrarı nedeniyle reddetmişti. Diğer bir araştırmacı da, işçi kayıtlarının mevcut olmadığı gerekçesiyle geri çevrilmişti; ama bu türden kayıtlar daha sonra bir işçinin tazminat davası sırasında ortaya çıktı. R&H, BCME’nin kanserojen olduğunu reddetti ve işçilerin ölümüne sigara içmelerinin ve hava kirliliğinin sebep olduğunu ileri sürdü; tüm bunlar olurken ölümcül “açık” imalat sistemini 18 yıl boyunca sürdürdü. BCME’yi yıllardan beri kapalı bir sistemle üreten Dow Kimya Şirketi, yalnızca çok sigara içen tek bir işçide akciğer kanseri görüldüğünü bildirdi.
Üreticiler, kimyasal maddelerin işçiler, ürün kullanıcıları ve toplum için oluşturduğu tehdidin ifşa edilmesini engellemek amacıyla ellerinden ne geldiyse yaptılar. Endüstrinin bu yoğun baskısı altında son derece zehirli bir madde olan “perkloroetilen”in (perk) kullanıldığı kuru temizleme tesislerinde çalışan işçilerle ve bu tesislerin yakınında oturanlarla ilgili risk tahminleri 1990’ların başlarında ÇKK tarafından toplumdan saklandı. 1984’te Hindistan’ın Bhopal kentinde Union Carbide Şirketi’nin kimyasal madde sızıntısının yol açtığı felaketten sonra – bu felakette tahribata neden olan kimyasal maddenin niteliği ve karakteri açıklanmamış ve bu nedenle tıbbi yardım zora girmişti – 1986’da Kongre, Acil Planlama ve Toplumun Bilgi Edinme Hakkı Yasası’nı çıkardı. Böylece kimya endüstrisi, tam 654 adet kimyasal maddeden oluşan milyarlarca kilo zehirli maddeyi havaya, suya ve toprağa saldığını ilk defa açıklamak zorunda kaldı. Bütün bunlar olup bittikten sonra, endüstri üyeleri bu ifşaatların emisyon politikaları üzerinde ciddi bir etkisi olduğunu kabul etti; ama yasa endüstrinin azgın muhalefeti karşısında, ancak zorlukla kabul edilebildi.
Endüstri, Cumhuriyetçilerin ve Yeni Demokratların iktidara gelmesiyle – bazen “Hiçbir Şey Bilmeme Hakkı Yasası” olarak da adlandırılan – Denetleme İmtiyazı Yasası diye bilinen bir yasaya dayanarak bilgi edinme hakkını rafa kaldırıyor. Denetleme İmtiyazı Yasası şirketlerin, çevre yasası ihlallerini kendiliklerinden bildirmeleri ve yasalara uymak için “makul” adımları atmaları halinde, hem cezadan muaf tutulmalarına hem de yasal bir kovuşturma sırasında veya doğrudan kamuya bilgi açıklama yükümlülüğünden kurtulmalarına olanak sağlamaktadır. Endüstrinin yasalara kendiliğinden uyacağına bel bağlayan bu yasalar 21 eyalette onaylandı ve Clinton yönetimi tarafından da kabul edildi. Sözü edilen yasaların Federal bir versiyonu, Orwellvari bir isim altında, “Çevrenin Korunması için Ortaklık Yasası” adıyla Senato’ya sunuluyor.
Kimya endüstrisi, fikri mülkiyet hakkı kapsamındaki sırların korunması gerektiğini ve yersiz korkuları engelleme arzusunu bahane ederek kamuya açıklama yapılmasına karşı savaşmaktadır. Oysa endüstrinin, gayet yerinde korkuları örtbas ederek ya da sorumluluk ve hasar davalarından kaçınarak kendi çıkarlarını koruması hiç gündeme gelmemektedir. İnsan sağlığı söz konusu olduğunda kamuya eksiksiz açıklama yapma ilkesine karşı sürekli mücadele edebilmesi ve bu ilkeyi düzenli olarak ihlal edebilmesi, fakat bunu yaparken ciddi bir cezalandırmaya, etkin ve hasmane bir yasal düzenlemeye ve toplumsal dışlanmaya maruz kalmaması endüstrinin egemenliğini kanıtlamaktadır.
Bir Halkla İlişkiler Aracı Olarak Bilim
Endüstri, bilimi iki şekilde kullanır: Ürün geliştirmek için ve halkla ilişkiler ve hukuk davaları aracılığıyla çıkarlarını korumak için. Bilimi kullanmanın ilk biçimi gerçekten bilimsel standartlara sahip geleneksel uygulamalı bilim olduğundan, bilimi kullanmanın ikinci biçiminin önemi yeterince anlaşılmamıştır. Eğer “düzmece bilim”, bilimin siyasi amaçlar için fırsatçı bir biçimde ve halkla ilişkiler amacıyla kullanılmasıysa, o zaman şirketlerin düzmece bilimi, düzmece bilim alanına tamamen egemendir. Buna karşılık şirketlerin medyayı besleyen gücü, düzmece bilim teriminin esas olarak ürünleri ve çevreye verdikleri zarar nedeniyle şirketleri dava eden çevrecilerin ve avukatların yararlandığı bilim için kullanılmasına yol açmıştır.
(1) Şirketlerin bilimi üzerindeki avukat egemenliği
Şirketlerin bilimi, genellikle avukatlar tarafından kontrol edilir ya da güçlü bir şekilde yönlendirilir. Sigara şirketlerinin kullandığı bilimin, firma avukatları tarafından olası hukuk davalarını dikkate alarak yakından izlenip denetlendiği herkes tarafından bilinmektedir. Duyarlı bilim genellikle dışarıda, hukuki davaların erişim alanının dışında tutulur. Sigaranın neden olduğu zararları gösteren araştırma programları bazen avukatlar tarafından veto edilmiş ve avukatlar, “sigara içmenin sağlığa verdiği zarar konusundaki bilgileri kamudan saklamakta” epey mesafe katetmiştir (Wall Street Journal, 23 Nisan 1998). Bir yargıç, “bir halkla ilişkiler sahtekârlığını teşvik etmek için” sigara endüstrisinin avukatlar tarafından seçilen “Özel Projeleri” gizlice desteklediği suçlamasında bulunmuştur. (Wall Street Journal, 22 Mart 1996).
Fakat, bilimin avukatlar tarafından kontrol edilmesi meselesi sigarayla sınırlı değildir kesinlikle. Formaldehit endüstrisinin lobi faaliyetleri ve açtığı davalar hakkında yanlışlıkla açıklanan belgeler, “formaldehit üreticilerinin, avukatların bilimsel çalışmalar ve basın açıklaması taslakları da dahil tüm belgeleri yayımlanmadan önce gözden geçirip onayladıklarından emin olmak için büyük bir titizlik gösterdiklerini” ortaya koymuştur (Fagin ve Lavalle). Bir test şirketi formaldehitin farelerde kansere yol açtığını bulduğunda, endüstri mensuplarından oluşan bir komite söz konusu testin “uygun bir şekilde yapıldığı” ve sonuçların “geçerli” göründüğü ifadesinin hukuksal gerekçelerle metinden çıkartılması gerektiği sonucuna varmıştır. Dupont şirketinin Benlate adlı mantar öldürücü bir ilaçla ilgili yasal bir kovuşturma sırasında açıklanan gizli belgeleri, şirketteki bilim insanlarının durumu doğrudan firmanın hukuk bölümüne rapor ettiklerini ve avukatlardan birinin şöyle söylediğini göstermiştir: “Mahkeme aşamasında, bir sebep tespit ettiğimizi ve bunun kendi hatamız olduğunu kabul etmek zorunda kalmayacağız.”
(2) Şirketlerin düzmece bilimi
Kimya endüstrisi sürekli olarak “iyi bilime” bağlı olduğunu iddia eder, ama kayıtlar açıkça gösteriyor ki kriterleri kesinlikle pragmatiktir: “İyi bilim”, bilimsel kaliteden bağımsız olarak, onların işine gelen sonuçlar veren bilimdir. Endüstrinin buradaki oportünizmi sınırsızdır. Sakarin’le ilgili bir örnek olayda, metodolojinin başta onaylanmış olmasına ve başlangıçtaki “olumlu” sonuçların büyük bir heyecanla karşılanmış olmasına rağmen, nihai sonuçlar endüstrinin işine gelmeyince hemen metodolojiye saldırmaya başlandı (Epstein). Endüstri, bir ürünün insanlar açısından güvenli olduğunun ispatı olarak hayvanlar üzerindeki deneylerin önemine sürekli vurgu yapar, ama bu deneylerde işlerine gelmeyen sonuçlar ortaya çıktığında hayvanların kullanılması “iyi bilim” olmaktan çıkar.
Endüstri ya doğrudan ya da yakından kontrol ettiği vekilleri aracılığıyla, bilimsel olduğu iddia edilen birçok yanlış beyanat vermiştir. Bunun kökenleri çok eskilere dayanır. 1925’te çok sayıda halk sağlığı yetkilisinin ve bilim insanının benzinde kurşun kullanılmasının zehirleyici etkileri konusunda çeşitli kanıtlar sundukları bir konferanstan kısa bir süre sonra, Ethyl Şirketi’nin ücretli danışmanı olan Dr. Emery Hayhurst, “halk sağlıyla ilgili olarak bilimsel kanıtların [kurşunlu benzinin] kesin bir güvenlik” arz ettiğini gösterdiğini yazmıştır. Sigara şirketi yöneticileri ifadelerinde, sigaranın bağımlılık yaratmadığına dair yemin etmişlerdir, oysa aralarındaki yazışmalarda “Bizler … nikotin, yani bağımlılık yaratan bir uyuşturucu satma işi yapıyoruz” denmektedir. 1996’da [süt ve süt ürünleri üreten –ç.n.] Borden şirketi, “Yıllardan beri yapılan çalışmalar göstermiştir ki, formaldehit ne astıma yol açar ne de astımlılar üzerinde astımı olmayanlardan farklı bir etki yaratır” şeklinde yanlış bir beyanat vermişti.
Bireysel yalanlardan daha da önemli bir olgu vardır: Zengin kimya endüstrisi bir çok uzmanı satın alarak kendi çıkarları açısından önem arz eden bilimsel alanları egemenliği altına alabilmektedir. Tarım ilaçları üzerine çalışan bilim insanlarının yüzde 85’i endüstri için, yüzde 4’ü hükümet adına ve yüzde 11’i de endüstriyle sözleşmeleri olmayan üniversitelerde çalışmaktadır. Bu durum, endüstrinin hangi konular üzerinde çalışılacağını belirlemesini sağlar ve bu konuların büyük bir kısmı endüstrinin satmak istediği şeylere dair savunma gerekçeleri bulmakla ilgilidir. Endüstri tarafından işe alınan bilim insanları, çoğunlukla işverenlerinin hedeflediği sonuçlara ulaşırlar. Louisville Üniversitesi’nin Vinil Klorid Projesi’nde VC’nin güvenli olduğu dahi bulunmuştur (Epstein). Fagin ve Lavalle, dört ana tarım ilacının güvenliğine ilişkin endüstri tarafından finanse edilen 43 çalışmanın 32’sinde (yüzde 74) ilaçların güvenli bulunduğunu, buna karşılık aynı kimyasal maddeler üzerinde yapılan ve endüstri tarafından finanse edilmeyen 118 çalışmanın sadece 27’sinde (yüzde 23) benzer lehte sonuçlara varıldığını göstermiştir (71 tanesi ya da yüzde 60’ı ise kesinlikle aleyhtedir). 1997’de bir yüksek tansiyon ve kalp spazmı ilacı olan “kalsiyumun kanallara girmesini bloke ediciler” üzerinde çalışan araştırmacılarla ilgili Kanada’da yapılan bir çalışmada, araştırmaların finansal açıdan endüstriyle bağlantılı olması ile ilacın yararlı olduğu bulgusu arasında yüksek bir bağıntı saptanmıştır.
Tütün endüstrisi gibi kimya endüstrisi de “iyi bilim” üretmek için kendi araştırma enstitülerini kurmuştur. Bunlardan birisi, Çevresel Duyarlılık Araştırma Enstitüsü (ESRI), birden fazla kimyasal maddeye duyarlılık (MCS) ile uğraşmak için kurulmuştu. MCS, çok sayıda insanı etkileyen bir rahatsızlıktır. Körfez Savaşı gazilerindeki ve silikon göğüs implantı yapılan kadınlardaki semptomlara uygulanabilme olasılığı nedeniyle ön plana çıkmıştı. MCS ile ilgili teorilerden bir tanesi, zehirli maddelere ciddi şekilde maruz kalmanın kimyasal maddelere karşı tolerans kaybına yol açtığıdır (Nicholas Ashford ve Claudia Miller, Chemical Exposures: Low Levels and High Stakes, 1998). Bir başka görüş de, “semptomların davranışsal ve psikojenik olarak açıklanabileceğine dair güçlü kanıtlar olduğu” şeklindedir. Bu son görüşün, ESRI tarafından desteklenen “iyi bilim” olduğu kimseyi şaşırtmamalı.
Araştırmalarda açıkça yalan söylenmesinin bir diğer örneğine bakalım: Monsanto 1979-80’de Agent Orange imal ederken dioksine maruz kalan işçiler üzerine yaptığı araştırmada, bu madde ile işçi ölümleri arasında herhangi bir bağlantı tespit etmemiştir. Ancak, 1984’te Monsanto’ya karşı bir işçinin açtığı dava sırasında davacının avukatları, adı geçen dioksin araştırmasında dioksine “maruz kalmamıştır” diye sınıflandırılan dört işçinin bir başka Monsanto araştırmasında “maruz kalmıştır” diye sınıflandırılmış olduğunu keşfetmişlerdir. Raporu yazanlardan birinin yeminli ifadesiyle doğrulanan bu değişiklik sonuçları etkilemiş, rapor düzeltildiğinde dioksine maruz kalmanın işçi ölümleri üzerinde ciddi etkileri olduğu ortaya çıkmıştır. Endüstrinin araştırmaları, az sayıda deney hayvanı kullanmak, semptomların görülmesi için ancak çok kısa bir sürenin geçmesine izin vermek ve (silikon implantı testlerinde olduğu gibi) çok sayıda olası olumsuz etkiden sadece bir tanesi için test yapmak ve tek bir etki için yapılan bu testi de eksiksiz bir sonuç sağlıyormuş gibi göstermek türünden iğrenç hilelere de başvurur. 1969’da tarım ilaçlarıyla ilgili bir komisyon, DDT’nin kanserojen özelliği konusunda endüstri tarafından finanse edilen 17 çalışmayı inceleyerek, “Bu çalışmaların 14’ü, herhangi bir kanserojen özellik tespit etme ihtimalini baştan dışlayacak kadar esastan hatalıdır” sonucuna varmıştı. Ama bu çalışmalar, endüstriye gayet iyi hizmet eder.
(3) Test laboratuvarı skandalları
Endüstriye hizmet veren test laboratuvarlarının büyük sahtekârlıklara bulaştığının tespit edildiği çok sayıda önemli skandal vardır. 1976’da, ÇKK ve Gİİ’ya sunulan kimyasal madde ve ilaç testlerinin yüzde 35-40’ını yapan ve ülkenin en büyük toksikoloji kuruluşu olan Industrial Bio-Test Laboratuvarları’nın yüzlerce çalışmada sahte kanıtlar kullandığı tespit edilmiştir. Bir Monsanto çalışanı, Monsanto’ya toksikoloji yöneticisi olarak dönmeden önce Industrial Bio-Test’de 18 ay çalışmıştı ve Monsanto’nun ÇKK’ya sunduğu araştırmalardaki sahtekârlıklardan haberdar olduğu yönünde ciddi kanıtlar vardı. Bir diğer vakada, Monsanto, DuPont ve diğer tarım ilacı imalatçılarının çalıştığı gelişmiş bir artık madde test laboratuvarı olan Craven Laboratuvarları’nın 20 tarım ilacına ilişkin uydurma çalışmalar yaptığı tespit edildi. Bu vaka, şirketler tarafından rapor edildi, ama uzun bir gecikmeden sonra.
1997’de birçok ilaç şirketinin ruh sağlığıyla ilgili ilaçları test etme konusunda iki klinik araştırmacıya itimat ettiği ortaya çıktı, üstelik bunlardan birinin on yıl önce (SmithKline firmasının bir ilacının, ticari bir markayla tescil edilmemiş jenerik ilaçlardan üstün olduğunu iddia eden) ciddi bir araştırma sahtekârlığına karışmış olmasına rağmen. Bu ekip tarafından yapılan ilaç testlerinin uydurma ya da son derece hatalı olduğu 1997’de açığa çıktı; ama erken uyarı işaretlerinin ortaya çıkmasına ve ilaç şirketlerinin güya yakın takibine rağmen, bunun tespit edilmesi çok uzun zaman aldı. Aslında, sahtekârlık olduğundan şüphelenmeye başlayan bir şirket müfettişi sahtekârlığı yapan firmanın şikâyette bulunması üzerine teftiş görevinden alınmıştı (Wall Street Journal, 15 Ağustos 1997).
(4) “Düzmece bilim” eleştirileri
Endüstri, işine gelmeyen bilimi karalamak için birçok bilimdışı ve oportünist dalavere çevirmiştir. Hilelerden biri, genelde hayvanlar üzerinde deney yapmanın ya da insanlar üzerindeki anlamlı etkileri araştırmak için belirli hayvanları kullanmanın yararlılığının sorgulanmasıdır. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi bu testler istenen cevabı verdiğinde hiç soru sorulmaz. İkinci bir hile, yüksek doz testlerinin geçerliliğinin sorgulanmasıdır. Her ne kadar geçerlilikleri ciddi araştırmacılar tarafından genel olarak kabul edilse de, yüksek dozlarla yapılan testler saçmaymış gibi gösterilebildiğinden propaganda açısından özellikle yararlıdırlar. Son bir hile de dikkatleri, incelenen kimyasal maddenin nasıl – hangi nedensel mekanizma arıcılığıyla – kansere ya da diğer bozukluklara yol açtığına kaydırmaktır. Böylece bilimsel ilgi gerçek sonuçlardan uzaklaştırılır ve yasal düzenlemelerin geciktirilmesine zemin hazırlanır.
(5) Tehdit
Endüstri, şirketlerin düzmece bilimine sürekli gelişme olanağı sunmasına karşın, şirketlerin doğrularını tartışan her çalışmaya (ve yazara) kin ve nefretle saldırır. Endüstrinin finanse ettiği popüler yazıların yüzde 99’undan kat be kat üstün bir bilim anlayışına sahip olan Carson’ın Silent Spring adlı kitabına “duygusal”, “sansasyonel”, “bir aldatmaca”, “yiyecek konusunda moda diyetlere düşkün olanların, sahte doktorların ve özel çıkar gruplarının” ürünü (bu niteleme endüstri tarafından finanse edilen bir kuruluşun başkanından gelmişti) denilerek saldırıldı. Bir bilim insanının açıkça yanlış bir ifadesi ile kitabın “haşere kaynaklı hastalıkların kontrol edilmesinde haşere öldürücü ilaçlarının kullanılmasının ne akıllıca ne de sorumlu bir davranış olduğu inancına” dayandığı öne sürüldü. Önemli bir kimyasal madde şirketi, hem yayıncısını hem Audubon’u iftira davaları açmakla tehdit ederek Silent Spring’in yayımlanmasını engellemeye çalıştı.
Endüstri sözcüleri, eleştirel bilim insanlarının sunumlarına düzenli bir şekilde katılır ve bunlara acımasızca saldırır. Endüstri, bu bilim insanlarının peşini çalıştıkları yerlerde de bırakmaz: Florida Üniversitesi’nden bilim insanları Benlate adlı ilacın zararlı etkilerini gösteren veriler ortaya koyduklarında, DuPont şirketi üniversite yöneticileri arasında kulis yapan “yasa koyucular vasıtasıyla” bu bilim insanları üzerinde baskı kurmaya çalıştı. Washington Üniversitesi’nde çevre sağlığı profesörü olan ve formaldehitin sağlık üzerine etkileri hakkında eleştirel çalışmalar yapan Peter Breysse konuşmalarının, “Bay Breysse’nin formaldehitle ilgili testlerini yaparken ve bulgularını yayımlarken kullandığı standartları tartışmak …” üzere okul yönetimine başvuran endüstri ve endüstri temsilcileri tarafından izlendiğini fark etti.
Endüstri, kendi çıkarlarını tehdit eden araştırmacıları dava da edecektir, tehdit de. 1987’de Monsanto, Ulusal Kaynakları Koruma Konseyi’nde bir biyokimyacı olan ve duruşmalarda firmanın ürettiği tarım ilacı alaklor ile ilgili firma aleyhine etkili bir tanıklık yapmış olan Karim Ahmed’i, ÇKK’nın Bilim Danışma Kurulu üyesi olarak ürün hakkında elde ettiği patent bilgilerini açıkladığı gerekçesiyle dava etmekle tehdit etti. 1991’de, Rachel’s Environmental & Health Weekly adlı çok değerli bir derginin editörü ve Çevresel Araştırmalar Vakfı yöneticisi olan Peter Montague, dioksin ve Agent Orange ile ilgili bulguları tahrif etmiş olan Monsanto araştırmacısı Bill Gaffey tarafından iftira ettiği gerekçesiyle dava edildi. Dava 1996’da Gaffey’in ölümü üzerine düşene kadar, Gaffey mahkemeye hiçbir delil sunamadı; ama bu düzmece bilimin sözcüleri için mükemmel ve pahalıya patlayan bir ders oldu.
Endüstrinin en gaddar korkutma taktikleri, ürünlerin kurbanlarına karşı kullanılır. Endüstri, kurbanlara acı veren semptomların nedeninin formaldehit, atrazin, alaklor ya da endüstrinin güvenli ürünlerinden başka herhangi biri olamayacağını göstermeye çalışırken, kurbanların her türlü kişisel probleminin ve tüm geçmişinin kamuoyunun gözleri önünde didik didik edilmesi muhtemeldir.
Yasal denetim ve düzenlemeyi kontrol etmenin en basit yolu denetleme yapmak için kullanılan kaynakları kısmaktır; ama “sorumluluk sahibi” denetçileri bu makamlara getirmek ve düzenleyici yasaları ve kuralları, düzenleyici önlemlerin geciktirilmesini ve sınırlandırılmasını sağlayacak biçimde şekillendirmek de bir o kadar önemlidir. Eyaletlerarası Ticaret Komisyonu’nun düzenleme altına alınmış demiryollarının çıkarlarına gayet iyi hizmet etmesinden dolayı on yıllar boyunca cömertçe finanse edilmesi, düzenleyici kuruluşların tarihinde klasik bir örnektir. Buna karşılık, “hizaya getirilemeyen” kuruluşlar, yasal düzenlemeye tâbi tutulan endüstrilerin onları dostane davramaya zorlaması ya da kaynak kısıntısı yoluyla etkisiz hale getirmesi yüzünden sürekli baskı altındadır.
Ronald Reagan’ın düzenleyici kuruluşların bütçelerini kısması ve endüstri taraftarı denetçiler ataması, Gingrich’in 1994’te benzer nitelikteki zaferi ve ardından ÇKK ve Gİİ’ye yapılan saldırılar kimya endüstrisinin ve diğer endüstrilerin taleplerine verilen bir yanıttı ve endüstri tarafından büyük bir coşkuyla karşılandı. Üreticilerin egemenliği gücünü göstermiş ve düzenleme işlevini siyasi süreçler vasıtasıyla şekillendirmişti.
Reagan, ÇKK bütçesini ciddi şekilde kısmıştı; Bush ve Clinton bütçeyi Reagan öncesi düzeyine getirirken ÇKK’nın sorumluluklarını da büyük ölçüde genişlettiler. Bu, tamamen üreticilerin yararına oldu: Eli kolu bağlı bir ÇKK çok fazla araştırma yapamaz, birçok istismarı araştıramaz, çok fazla dava açmaya cesaret edemez ve asli bilgileri edinebilmek ve mütevazı bir adım atıldığını görebilmek için endüstriyle işbirliği yapmak zorunda kalır. Endüstriye çok fazla baskı yapabilecek kaynaklara sahip değildir. 1976’da çıkan yasayla muafiyet tanınan binlerce kimyasal maddeyi test etmesi imkânsızdır ve ancak bu maddelerin bir sorgulamaya maruz kalması halinde endüstriyi bu maddelerle ilgili testleri yapmaya çağırabilir. Durum böyle olunca, endüstri, ÇKK’nın (ve kamunun) zayıf yasal konumundan, ÇKK’nın kaynaklarının sınırlı olmasından ve endüstrinin bizzat ÇKK üzerinde aşırı ölçüde etkili olmasından kârlı çıkmaktadır.
1976 yılında çıkartılan yasada yer alan bir şart – yani, ÇKK’nın maliyet-fayda analizi yapması ve endüstriye “en az yük getirecek” düzenleyici önlemleri bulmaya çalışması şartı – ÇKK’yı büyük ölçüde etkisizleştirmiştir. Bu devasa yasal boşluk kimya endüstrisinin çok işine yaramıştır; çünkü endüstri hem kendisi hem de ürettiği zehirlerin faydaları açısından aşırı bir mali yük oluştuğunu ispat eden sonu gelmez araştırmalar icat edebilmiştir. Bunun sonucunda ÇKK, “yasanın 20 yıllık tarihi boyunca yalnızca dokuz kimyasal madde hakkında maliyet-fayda testinin getirdiği kısıtlamaların üstesinden gelebilecek kanıtları toplayabilmiştir” (Fagin ve Lavalle, endüstrinin alaklor, atrazin, formaldehit ve perk maddelerini nasıl olup da onlarca yıl piyasada tutulabildiğinin detaylı bir analizini veriyorlar). 1991’de bir mahkeme, ÇKK’nın on yıldan uzun süren araştırma çabalarına rağmen, maliyet-fayda testinin gereklerini karşılamakta sözüm ona başarısız olduğuna dayanarak ÇKK’nın asbest içeren ürünlere koyduğu yasağı dahi kaldırmıştır.
Yurttaşların gördükleri zarara ilişkin şikâyetler ya da olumsuz etkileri gösteren bağımsız çalışmalar endüstriye meydan okuduğunda, endüstri kendi araştırmasını yapar ve onun “iyi bilimi” ne yapar eder ürünlerinin güvenli olduğunu gösterir. Endüstrinin lobi gücü, sömürebileceği yasal boşluklar ve kendi araştırmalarının yarattığı belirsizlik ÇKK’nın felç olmasına yol açar. Bağımsız araştırmalar Ciba-Geigy şirketinin güvenlik iddialarıyla çeliştiğinde, örneğin atrazinin zararları İtalya ve Macaristan’da bir dizi sağlam raporla kanıtlandığında, şirket bu araştırmalara karşı bir eleştiri bombardımanı başlattı. Endüstrinin dışındaki kimseler için hiç de ikna edici olmayan bu eleştiriler ÇKK’yı zayıflatmak ve uzak tutmak için yeterliydi.
Tarım ilaçlarının, ÇKK tarafından zorunlu kılınan “tolerans” sınırları dahilinde denetlendiği düşünülür. Oysa bu, Rachel Carson’ın 1962’de işaret ettiği gibi, “yiyeceklerimizi bile bile zehirleyip sonra da sonuçları kovuşturmaya çalışmak” demektir. Ama bu tolerans değerleri münhasıran halk sağlığını gözeterek belirlenmez; hatta bu konuda halk sağlığı bir öncelik bile taşımaz. Tersine, tarım faaliyetlerinde tespit edilen artık maddelere dair saha ölçümlerine büyük ağırlık verir. Tolerans değerleri belirlenirken, kümülatif ya da interaktif etkiler üzerine herhangi bir çalışma yapılmamıştır. Söz konusu tolerans değerleri, çocukların daha çok yemek yedikleri ve bu tip zehirlere karşı daha duyarlı oldukları olgusunu ihmal etmektedir. Bu gerçek, ancak 1993’te Ulusal Araştırma Konseyi’nin Bebek ve Çocuk Diyetlerinde Haşere İlaçları üzerine raporu yayımlandığında dikkate alındı. Egemen üreticilerin çıkarlarını engellediğinde, bu tür problemler göz ardı edilebilir.
Endüstrinin, denetçiler üzerindeki doğrudan ya da dolaylı etkisi de düzenleme ve denetleme işlevinin etkisizleşmesini pekiştirir. Denetçiler, işbirliğine açık oldukları takdirde bütçelerini ve yeniden atanmalarını sağlama almak için endüstrinin desteğini bulabilirler ve eğer (Gİİ başkanıyken David Kessler’in yaptığı gibi) endüstriye ters düşmezlerse, daha rahat bir hayatları olur. Masrafları, endüstri tarafından ödenmek üzere yedirilip içirilirler ve hükümetteki işlerinden ayrıldıklarında daha yüksek kazançlı bir iş bulabilirler. Fagin ve Lavalle, geçen 15 yıllık dönemde zehirli maddeler ve tarım ilaçları konusunda üst düzey işlerden ayrılan 40 ÇKK görevlisinden 18’inin kimya şirketlerinde çalışmaya başladıklarını ve “hemen tüm önemli kimyasal madde imalatçılarının eski zehirli madde denetçilerini işe aldığını” belirtir. Bu döner kapının, “kimya endüstrisinin düzenleme ve denetleme sürecini baskı altına alma çabaları arasında belki de en önemli silahı olduğunu” söyler.
Tarım komisyonları ve tarım bakanlıkları gibi diğer hükümet organları da kimya endüstrisiyle son derece içli dışlıdır ve endüstrinin taleplerine karşı son derece duyarlıdır. Bir keresinde Ralph Nader, ABD Tarım Bakanlığı’nı, “Tarım Şirketleri Bakanlığı” diye adlandırmıştı. Federal bakanlık ve eyalet hükümetlerindeki bakanlıklar, uzun zamandan beri tarım ilaçlarının destekçisi olmuşlardır ve Rachel Carson’a karşı en az kimya endüstrisi kadar düşmanlık beslerler. Endüstriye kölece itaat edişin bir diğer göstergesi de, “yavaş ilerleyen bir salgın” olan kanserle başa çıkmaya çalışılırken “yaşam tarzı” ve kişisel davranışlar üzerinde yoğunlaşılmasıdır. Bu tutum, tüm hükümet kurumlarında görülmekte ve endüstriye bağımlı olan bilim de bundan payını almaktadır. Steingraber’in dediği gibi, “Öyle görünüyor ki, [araştırmalarda ve önerilen politikalarda] kanser vakalarında çevrenin rolüne ilişkin değerlendirmeler dikkate alınmamaya devam ediyor.” Bir üretici egemenliği modeli için uygun olan da budur.

Kaynak:
BİLİM VE POSTMODERNİZM TARTIŞMALARI
Postmodernizm ve Sol
Michael Albert
Noam Chomsky
Edward S. Herman
bgst Yayınları

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here