Sokrates’ten Önce İyonya Bilimi
Bu konferans serisinde benim payıma, Yunan felsefesinin yaratıcı döneminin tamamından; Sokrates’ten önceki İyonya doğa biliminden, Sokrates’in kendinden ve onun başlıca halefleri olan Platon ve öğrencisi Aristoteles’ten bahsetmek düşüyor. Milattan önce altıncı, beşinci ve dördüncü yüzyıllardaki yaklaşık üç yüz yıllık bir dönemi kapsayan düşünce tarihinin basit ana hatlarını çiziktirmeye dahi burada teşebbüs edemem. Sadece, Sokrates’in yaşamı ve eserlerinin, neden o tarihin akışı içinde esas kriz ya da dönüm noktası olarak belirlendiğini açıklamaya çalışacağım. Burada ilkin, Sokrates öncesi filozoflardan bahsedeceğiz, sonra Sokrates’ten ve son olarak da Platon ve Aristoteles’in geliştirdiği Sokratik felsefeden. Ama niçin Sokrates’in adı, hem kendinden önce hem de kendinden sonra gelen felsefeyi tanımlamak için kullanılagelmiştir?
Platon, diyaloglarından birinde Sokrates’ten, yarattığı düşünce devrimini, yani felsefenin yönünü nasıl insan dışındaki doğanın incelenmesinden, insan ve insan davranışının toplumdaki amaçlarının incelenmesine döndürdüğünü anlatmasını istemiştir. Phaidon’da (Fedon) Sokrates’in öldüğü gün, o ve arkadaşları arasındaki konuşma, ruhun var olup yok olabilen bir şey olup olmadığı sorusuna gelir. Bu soru geçici şeylerin var oluşu ve yok oluşuna getirilen açıklamaların gözden geçirilmesini gerektirir. Meşhur bölümün mahiyetini hatırlatmama izin verin.
Sokrates söze, filozofların dünyanın ve canlı yaratıkların kökeni hakkındaki açıklamalarını öğrenmeye gençliğinde hevesli olduğunu söyleyerek başlar. Kısa zaman sonra doğa bilimini bıraktığını, çünkü önerilen açıklamalardan ya da sebeplerden tatmin olamadığını söyler. Örneğin kimileri, yaşamın kökenini sıcak ve soğuğun hareketleriyle gerçekleşen fermantasyonda bulmuştur. Sokrates bu tür açıklamaların onu olduğundan daha bilge hale getirmediğini hisseder ve böyle araştırmalar için hiçbir doğal yeteneği olmadığı sonucuna varır.
Sokrates’in bu girişten sonra söylediklerinden niçin filozofların açıklamalarından tatmin olmadığını çıkarabiliriz. Geçmişteki bu bilimde, fiziksel bir olay, tabiri caizse, parçalarına ayrılarak ve ondan önce gelen ya da onu oluşturan diğer fiziksel olaylar açısından tarif edilerek “açıklanmalı” idi. Sokrates, böyle bir açıklamanın olayın nasıl meydana geldiğine dair daha detaylı bir resim sunsa da, niçin meydana geldiğini söylemediğini düşünmüştür. Sokrates’in istediği cevap “nasıl” sorusuna değil, “niçin” sorusuna verilecek bir cevap olmalıydı.1
Sokrates sonra birinin, Perikles’in filozof arkadaşı Anaksagoras’ın dünyanın bir Akıl tarafından düzenlendiğini söylediği kitabını yüksek sesle okuduğunu duydu. Bu onu daha çok umutlandırdı. Her şeyi düzenleyen bir Akıl, diye düşündü, elbette onları “en iyi şekilde” düzenler.2 Anaksagoras’ın dünya düzenini kaçınılmaz mekanik bir zorunluluğun sonucu olarak değil de, bir tasarım ürünü olarak açıklayacağını umdu. Düzenin kökeni, ortaya çıktığı zamandan önceki durumda değil, ancak neye hizmet ettiği gösterilebilecek bir gayede veya amaçta bulunabilirdi. Bu tür sebepler Sokrates’e akıl yoluyla anlaşılabilir ve tatmin edici geldi. Neden o anda hapishanede ölümü bekliyordu? Vücudundaki kaslar onu oraya taşıyacak şekilde kasıldığından ve onu oturur duruma getirdiği için değil; zihni Atina mahkemesinin kararına uymanın daha iyi olduğunu düşündüğü için oradaydı. Öte yandan Anaksagoras’ı okuduktan sonra Sokrates, Akıl’ın eylemlerinin evrende hareketin başlamasıyla sınırlı olduğunu gördü; geri kalanı için Anaksagoras her zamanki mekanik nedenlere geri dönmüştü. Bu sistemde, dünya, sonuçta herhangi iyi bir amaç için tasarlanmamıştı.3 Sokrates kendi kendine Anaksagoras’ın bitirmeden bıraktığını tamamlayamazdı. Doğanın akılcı bir sistemle bilinebileceğine dair bütün umudunu yitirdi ve insan dışı şeylerin incelenmesine sırtını döndü.
Dolayısıyla, Platon ve Ksenophon’un naklettiği konuşmalarında, Sokrates’i doğa değil, toplum içindeki insan yaşamı, doğru ve yanlışın anlamı, hangi amaçlar doğrultusunda yaşamamız gerektiği hakkında konuşurken görürüz.4
Platon aslında burada, Sokrates’in yaşamındaki kritik bir andan çok daha önemli bir şeyi tarif eder. Orada sadece Sokrates değil, onun şahsında felsefenin kendisi de dış dünyadan iç dünyaya dönmüştü. O ana kadar, felsefenin gözü, insanı çevreleyen doğanın değişen görüntülerine akılcı açıklamalar aramak için dışarıya dönüktü.5 Şimdi bakışları yeni bir alana yönelmişti -insan yaşamının düzeni ve amaçları-, ve bu alanın merkezinde, bireyin ruhunun doğası vardı. Sokrates öncesi felsefe (göstermeye çalışacağım gibi) doğanın keşfiyle başlar; Sokratik felsefe ise insan ruhunun keşfiyle başlar.6
Sokrates’in yaşamı, buna en uygun vecizeyi Delphoi (Delfi) yazıtlarındaki, “Kendini bil” sözünde bulur. İnsanlar neden tam da o dönemde ve yerde, dış doğanın anlaşılmasından daha acil ve önemli bir sorun keşfetmiştir? Felsefenin, insan hayatının anlamının ve insan ruhunun cansız şeylerin doğal tarihinden daha önemli olduğu anlayışıyla başlamasını bekleyebilirdik. Neden insan önce doğayı inceledi ve ta ki Sokrates bu ihtiyacı kendi esas meselesi ilan edene kadar kendini bilme ihtiyacını unuttu? Bu soruya cevap verebilmek için, şimdi erken İyonya doğa biliminin karakterini ve nasıl ortaya çıktığını dikkate almalıyız.
Bu bilime “İyonya” bilimi deniyor, çünkü Anadolu’nun kıyısındaki İyonya müstemlekelerinden biri olan Milet’te, Thales ve halefleri tarafından başlatılmıştı. Thales 6. yüzyılın başında yaşadı. İyonya biliminin gelişimi, iki yüzyıl sonra Sokrates ve Platon’un çağdaşı Demokritos’un atomculuğu ile doruğa ulaştı.
Aristoteles’in zamanından günümüzdekilere kadar bütün Yunan felsefesi tarihçeleri, Miletli Thales ile başlar. Onunla birlikte; bizim Batı bilimi dediğimiz yeni bir şeyin ortaya çıktığı kabul edilir ve bilim çoğunlukla, pratik bir kullanım için değil, kendi hatırı için bilgi arayışı olarak tanımlanır. Thales Doğu’da seyahat ederek Mısırlıların, arazi ölçümünün bazı kaba kurallarını bildiğini gördü. Nil’in su baskınları her yıl sınır işaretlerini siliyordu ve köylülerin tarlalarının yeniden işaretlenmesi gerekiyordu. Mısırlıların dikdörtgen şeklindeki alanları hesaplama metodu vardı ve böylece pratik sorunlarını çözüyorlardı. Meraklı Yunanlı ise tarlaların işaretlenmesiyle ilgilenmiyordu. Thales, bu metodun belli bir amaçtan bağımsız olarak, herhangi bir şeklin alanını hesaplama metodu olarak genelleştirilebileceğini gördü. Böylece, arazi ölçme kuralları geometri bilimine dönüştürüldü. Bu, sorunun, yani yapılması gereken bir işin, teoreme, yani düşünülmesi ve tasarlanması gereken bir şeye dönüşmesine yol açmıştı.7 Akıl, ikizkenar bir üçgenin tabanındaki açıların her zaman eşit olduğunu ve neden eşit olmak zorunda olduğunu bilmekte yeni bir mutluluk kaynağı buldu. Kadastrocular harita yaparken hâlâ bu doğruyu kullanıyor; filozoflar ise bundan sadece doğru olduğu için memnuniyet duyuyor.
Aynı şekilde Yunanlılar astrolojiyi, yani falcılığı, astronomi bilimine dönüştürdüler. Yüzyıllar boyunca Babilli rahipler, yıldızların yönettiğine inanılan beşeri olayları tahmin edebilmek için gezegenlerin hareketlerini kaydetmişlerdi. Yunanlılar gözlem sonuçlarını onlardan aldılar ve Thales bunları kullanarak Anadolu’da MÖ 585’te gerçekleşen bir güneş tutulmasını öngördü. Fakat Yunanlılar, o zamana kadar gökyüzünü gözlemlemenin pratik dürtüsünü oluşturan batıl astrolojik inançların tümünü göz ardı ettiler. İskender’in fethini takiben Doğu ve Batı’nın kaynaşmasına kadar Yunan düşüncesinde astrolojinin, yani gökyüzü gözlemine dayanan falcılığın izine neredeyse rastlanmaz.
Dolayısıyla, bilimin yükselişi aklın menfaatten uzaklaşması anlamına geldi. Akıl, böylece acil eylem bekleyen sorunlarla ilgilenmeye meraklı zihinlere yabancı olan bir düşünce denizinde gezinmekte kendini özgür hissetti; yaşamın gereklilikleri için kullanışlı olsa da olmasa da evrensel doğrular aradı ve buldu. Yaklaşık 2500 yıl geriye bakınca Milet Okulunun kozmogonilerini, yani evren oluşum modellerini, bilimin şafağı ya da bebekliği olarak görmekteyiz. Felsefe tarihleri burada, önceki mitoloji ve batıl inanç çağı hakkında birkaç söz söylendikten sonra başlar. Ancak, Sokratik düşünce devrimini anlamak olan amacımız açısından, felsefenin bu başlangıç noktasına diğer taraftan, yani daha uzaktan bakmamızda fayda vardır. Eğer insanın gelişim tarihinin tamamını inceleyebilseydik, Thales’ten günümüze kadarki son yirmi beş yüzyıllık bilim bize çok farklı bir boyut ve perspektifte görünürdü. O zaman felsefeyi insan başarılarının sonuncusu olarak görmemiz gerekirdi. Sokrates öncesi spekülasyon bize artık gelişmemiş ve çocuksu değil, tarihin kaydedebileceğinden çok daha uzun yılları kapsayan bir gelişim içerisinde, taçlandırılmış bir devir olarak görünürdü.
Bu devirden doğanın keşfi olarak bahsettim ama bu açıklanması gereken bir ifadedir. Bu keşif ile kastettiğim, insanı çevreleyen dünyanın tümü hakkında duyularımızın bize verdiği herhangi bir bilginin doğal olduğu, yarı doğal yarı doğaüstü olmadığının keşfidir. Bilim ancak, evrenin kendi değişmez davranışları olan doğal bir bütün olduğunun, insan aklı tarafından bilinebildiğinin, fakat insan eylemleriyle kontrol edilemediğinin anlaşılmasıyla başlar. Bu bakış açısına ulaşmak muazzam bir başarıdır. Bunun azametini kavrayabilmek için, bilim öncesi dönemin belli özelliklerini gözden geçirmekte fayda vardır. Bu özellikler: (1) benliğin dış nesneden ayrılması yani nesnenin keşfi; (2) aklın nesneyle uğraşırken eylemin pratik ihtiyaçlarıyla meşgul olması; (3) uğraşılan nesnenin arkasında ya da içindeki görünmeyen, doğaüstü güçlere inanç.
(1) İlk özellikle, yani bireyin dış nesneden ayrılmasıyla ilgili olarak şunu söyleyebiliriz: Bireyin, soyun tarihini küçük çaplı biçimde kendinde tekrar ettiği doğruysa, burada insan gelişiminde çok eskilere uzanan bir şeyle ilgileniyoruz demektir. Yaşamın ilk iki haftasında insan yavrusu solipsisttir8, yani çevresini kendisinin bir parçası olarak algılar. Bu bebeksi felsefe kısa süre içinde şüphe tarafından rahatsız edilir. Bir şey yanlış gider: Gıda tedariki açlığa derhal cevap veremez. Bebek öfke ve acıyla ağlar, çevrenin istediği gibi davranması için kendisini ortaya koymalıdır. Solipsistik rüya kısa zamanda bozulur. Yaklaşık bir ay içinde, bebek kendisinin haricinde, kandırılacak veya kaçınılacak başka şeyler de olduğunun farkına varır. Bebek, hemşirelerin dediği gibi “farkına varmaya başlar”, ya da (Vergilius’un9 dediği gibi) “annesini bir gülücükle tanır”. Birey ile dış dünya arasında bir uçurum açılmaya başlamıştır.
Dış nesnelerin bağımsız var oluşuna dair yeni tomurcuklanan bu inanç, sağduyu felsefesinin temelidir; bebek, basit solipsizminin yıkılmasıyla böyle bir inanç geliştirmeye mecbur kalmıştır. Soyun gelişiminde, bireyden başka şeylerin de var olduğunun keşfi, daha önce de dediğim gibi, çok eskilere dayanır. Fakat bu keşfi yapmak bir şey; dış nesnelerin kendilerine has ve insan doğasına hayli yabancı bir doğaları olduğunu, insanın tutku ve arzularına karşı ne sempati ne de düşmanlık besleyebilecekleri fikrine ulaşmak başka bir şeydir. Benlik ile nesne arasındaki sınırın, bilimin gösterdiği yerden çekilebilmesine kadar çok uzun bir zamanın geçmesi gerekecek ve nihayet nesne benlikten tamamen ayrılacaktır.
(2) Aklın, bu kadar uzun bir dönem boyunca, eylemin çıkarlarına gömülmüş halde kalmasının sebebi, karşılık beklemeden yapılan spekülasyona vakti olmamasıdır. Bilim öncesi çağın ikinci özelliği budur. İnsanda, diğer gelişmiş hayvanlarda olduğu gibi, aklın birincil kullanımı, kolayca başarılamayan pratik sonuçları kapsayan araçlar icat etmek içindi. Bir maymuna muz ikram ederseniz, maymun alır ve yemeğe başlar; düşünmesini gerektiren bir dürtü yoktur. Ama muzu ulaşılamayacak bir yere asarsanız, yapılmak istenen eylem engellenir. Akıl, engellenen arzunun yardımına çağrılmalıdır. Eylemden önce bir duraklama olur. Takip eden eylemi gözlemledikten sonra o duraklamayı ilkel bir akıl yürütmeye yorarız. Maymunun şöyle düşündüğünü hayal ederiz: “O muzu nasıl alırım? Burada bazı kutular var. Eğer onları üst üste dizersem ve üstlerine çıkarsam, uzanmayı başarırım.” Maymunun zihninde gerçekten ne olduğunu bilemeyiz. Ama yine biliyoruz ki, insan eylemi engelleyen alışılmadık olayların üstesinden gelmek için aklını kullandı ve her çeşit alet edevatın icadıyla doğal güçlerini doğal yollarla genişletti ve hâlâ genişletiyor. Dolayısıyla, aklın her zaman eylemin amaçlarına hizmet ettiğini ve önceleri sadece bu amaçlara hizmet ettiğini varsayıyoruz.10
Ancak bazı pratik amaçlara hizmet ettiği ölçüde dikkate değer görülen şeylerle sınırlanmış bir akıl vahşilerin karakteristiğidir. Dr. Malinowski,2 Melanezyalılar hakkında şöyle yazar:
Dış dünya faydalı şeylere yol açarsa onun ilgisini çeker. Fayda, burada elbette en geniş anlamıyla anlaşılmalıdır; sadece insanın yemek, barınak veya alet olarak tüketebilecekleri şeyler değil, aynı zamanda oyun, ayin, savaş ya da sanatsal üretimde ilham veren her şey “faydalıdır”.
Tüm bu tür kayda değer şeyler bir vahşi için, bütünsel bir arka planın önünde ondan ayrı, birbirleriyle bağlantısız birimler olarak dikkat çeker. Vahşilerle herhangi bir doğal ortamdan geçerken -denizde seyrederken, sahilde ya da ormanda yürürken ya da yıldızların aydınlattığı göğe bakarken- sık sık kendileri için önemli olan birkaç nesneyi ayırıp, geri kalanı arka plan olarak görme eğilimlerinden etkilenmiştim. Ormanda, bir bitki ya da ağaç dikkatimi çektiğinde, sorularım ‘Ah, o sadece ‘çalı’ diye cevaplanıyordu. Gelenekte ya da ambarda herhangi bir yeri olmayan bir böcek ya da kuş, ‘Mauna zvala‘, ‘sadece uçan hayvan’ olarak adlandırılır. Ama eğer aksine, nesne bir şekilde faydalıysa; kullanılışına ve özelliklerine detaylı atıflar yapılarak ve böylece o şey belirgin şekilde ayrıştırılarak adlandırılır. Her yerde geleneksel, töresel, insana faydalı olması nedeniyle, gözlemciyle bir şekilde bağı olanı ayırma ve geri kalanın tümünü gelişigüzel bir demet halinde birleştirme eğilimi vardır.
(3) Demek ki önceleri düşüncenin kapsamı, eylemin buyurgan gereklilikleriyle sınırlanmıştı. Dış şeyler, insan faaliyetlerine dahil olma oranına göre önem verilip seçiliyordu. Kendiliklerinden ilginç değillerdi, fakat bir şeyler yapabileceğimiz ya da üzerimizde etkisi olabilen şeyler olarak ilginçlerdi. İnsan dışı şeyleri, şimdi bu ikinci özellikleriyle, etmen olarak değerlendirelim.
Maymunumuza geri dönersek, engellenen muzu kapma arzusuyla duraklamış halde bekliyor. Arzusunun askıda kaldığı bir müddet boyunca onun, arzusuna ters bir iradeyle dış şeylerin kendisine karşı koyduğunu hissettiğini hayal edebiliriz; sonuçta maymun kardeşleriyle yaptığı alışverişlerdekine yeterince benzer bir deneyim yaşıyor. Bu karşı koyuşlar, üstesinden gelinmesi gereken, kendi gücü tarafından alt edilmesi gereken güçlerin eseridir. Oysa kutuların amacına ulaşmasına yarayacağını algılayınca, maymun dünyanın hiç de kendisine karşı olmadığını hisseder: Kendi isteklerine sempati duyan ve yerine gelmesini isteyen iyi niyetli şeyler de vardır. Yararlı ya da zararlı bu niyetler, eylemi ilerleten ya da engelleyen bu görünmeyen güçler, kişiliğin parçalı unsurlarıdır. Bunlar insanın, düşünmeye başladığı zaman, kafasında doğaüstü dünyayı kurmak için kullandığı hammaddelerdir. Roma dininde, sayısız numina yani tüm içeriği soyut isimlerle ifade edilen güçlerle, numina’yla karşılaşırız: Janus tam olarak kapı aralıklarında faaliyet gösteren bir kişi tanrı değil, “kapılık”ın (kapı olma) ruhu, bütün kapılarda bulunan ve kapıdan geçenlere yardım edebilen ya da zarar verebilen bir güç olarak düşünülür. Böyle ilkel bir n çeşitli tür ruhlara ve tamamen insan biçimindeki tanrılara, yani Homeros’unki gibi tanrılara da uzanan güçleri kapsayan bir silsile vardır.
Kişiliğin bu parça parça unsurları başta “şeylerin” içinde bulunuyordu. Bir anlamda, insanın benliğinden nesneye yansıtılıyorlardı; fakat bunları bilinçli bir kuramın ürünü olarak düşünmemeliyiz. Bir nüfus sayımı olsa, ilkel insan, dinini kimliğine “animist” ya da hatta “pre-animist” olarak bile yazdırmazdı. Yararlı ya da zararlı şeylerin yardım etme veya zarar verme iradeleri olduğu varsayımı, parmağını sıkıştırdığı kapıya tekme atan çocuğunki, veya deliği kaçırdığı için golf sopasını suçlayan adamınki kadar “düşünmeden” yapılmıştır. Eğer böyle biri mantıklı olsaydı, maça başlamadan önce golf sopalarına dua ederdi; ya da doğru yere gitsinler diye toplara büyü fısıldardı. Kişiliğin bu yansıtılmış unsurları, büyü sanatına en uygun nesnelerdir. Davranışları düzenli ve hesaplanabilir olmadığından “doğaüstü” kabul edilir; ne yöne hareket edeceğinden, ateşe elinizi sokarsanız yanacağınızdan emin olduğunuz gibi emin olamazsınız. Büyü, bu doğaüstü güçleri, belli bir ölçü çerçevesinde kontrol altına almaya çalışan bir uygulamalar grubudur. Dolayısıyla eğer kontrol edilebiliyorlarsa, onların doğası ve alışkanlıkları hakkında ne kadar çok şey bilirsek o kadar iyi olur. Mitoloji, görünmeyen güçleri daha kesin biçimlere sokmak ve onlara daha kesin bir mahiyet kazandırmak suretiyle bir doğaüstü tarih yaratarak bu ihtiyaca hizmet eder. Bu güçler başta içinde bulundukları şeyden ayrı hale gelirler ve eksiksiz bir kişi formuna bürünürler. Dolayısıyla büyü ve mitoloji, sıradan bilginin küçük bir alanını kapsadığı engin bilinmeyenin dış bölgelerini doldurur; doğaüstü, doğa ya da doğanın ötesinde her yerde bulunur; insanın sahip olduğuna inandığı doğaüstüne dair bilgi, herhangi bir sıradan deneyimden kaynaklanmadığı için, farklı ve daha yüksek bir düzenin bilgisi olarak görülür. O, sadece mülheminin, yani bazı gerçeklerin kendilerine ilham olunduğu farz edilen kişilerin ya da (Yunanların dediği gibi) “tanrısal” insanın, büyücü ya da rahiplerin, şair yahut kahinlerin erişebildiği bir vahiydir.
Yunanistan’da bilimin doğuşu, iki bilgi düzeni, deneyim ve vahyin yanı sıra, buna karşılık gelen doğal ve doğaüstü varoluş düzenleri arasındaki ayırımın da açıkça söylenmeden reddedilişiyle belirlenir. İyonyalı kozmonoglar (bu savı belirtme ihtiyacı dahi duymaksızın), tüm evrenin doğal olduğunu ve ateşin yaktığı, suyun boğduğu bilgisi kadar sıradan ve akılcı şekilde evrenin potansiyel olarak bilinebileceğini varsaydılar. Doğanın keşfiyle kastettiğim işte buydu. Doğa anlayışı, eskiden doğaüstüne ait olduğu kabul edilen alanı da kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Mitolojinin biçimlendirdiği doğaüstü, basitçe kaybolur; gerçekten var olan her şey doğaldır.
Muhtemelen, doğanın keşfinin insan zihninin en büyük başarılarından biri olduğu fikrini tasdik etmek için yeterince şey söylendi. Diğer bütün büyük başarılar gibi, bu başarı da sıra dışı yeteneklere sahip birkaç insanın işiydi. Neden bu kişiler altıncı yüzyılın İyonyalı Yunanlarıydı?
Anadolu’daki İyonya şehirleri o zamanlar Batı medeniyetinin zirvesindeydi. Bu şehirlerde yaşayan köylüler arasında, asla ölmeyecek olan büyü uygulamalarından tatmin olmadığı için onlardan uzaklaşmış insanlar vardı. Onlar ayrıca Homeros’un Olympos tanrılarına ait dininden de vazgeçmişlerdi. Şairlerin sayesinde, mitlerin insan merkezci eğilimi kendi boyunu bile aşmıştı. Yunan hayal gücü, muhtemelen, görsel berraklığındaki eşsizliğiyle, bu açıdan Roma’nınkinin çok üzerindeydi. Doğaüstü güçler o kadar elle tutulur ve iyi tanımlanmış insan şekillerine bürünmüştü ki, bir Yunan herhangi bir tanrıyı görür görmez tanıyabilirdi. Uzun boylu ve sakallı Barnabas ile belagat sanatına hâkim huzursuz Paulos, Lystra’ya geldiklerinde, halk onları ilk bakışta Zeus ve Hermes sanmıştı. Tanrıların tamamen insan şahıslara dönüşmesiyle, kimi şüpheci zihinlerin, Anadolu’daki bir fırtınanın Olympos’un zirvesinde oturan bir tanrının öfkesinden kaynaklandığına inanmayı reddetmesi kaçınılmazdı. 6. yüzyılda Ksenophanes insan merkezci çoktanrıcılığa yıkıcı bir kesinlikle karşı çıktı11:
Eğer atlar ve öküzlerin elleri olsaydı ve çizim ya da heykel yapabilselerdi, atlar tanrıların şekillerini at gibi resmederdi, öküzlerde öküzler gibi.
Böylece doğa bilimleri, sahasını “yukarıda”, gökyüzünde veya “yerin altında” olan her şeyi kapsayacak şekilde genişletti. Gök gürültüsüne ve yıldırıma, dedi Anaksimandros, “rüzgârın şaklaması neden olur. Yoğun buluta sıkışan rüzgâr öne doğru patlar, sonra bulutun yırtılmasından ses çıkar ve açılan yarık, bulutun siyahlığıyla tezat yaparak parlak bir görüntü verir. ” Bu tipik bir bilimsel “açıklamadır”. Artık, parçalanmış ya da tam kişiliklerle dolu, duaya ve kurbana ya da büyülerin gerektirdiği zorunluluklara bağlı doğaüstü bir arka plan yoktur. Akıl eylemden ayrılmıştır. Düşünce, kendileri ve kendileri için var olan bir gayrişahsi şeyler dünyası olan, insanın arzularına kayıtsız doğa ile karşı karşıya bırakılmıştır. Benliğin nesneden ayrıştırılması böylece tamamlanmış olur.
Bu bakış açısına ulaşan birkaç ileri zihin, muhtemelen mitolojiyi yanlış olduğu için bir kalemde terk etti. Ancak geri kalan Yunan dünyasını da yanlarında sürüklemediklerini akılda tutmakta fayda var. Yine binlerce yıl, kurbanların dumanı Zeus’un sunaklarından yükselecekti. Daha az zeki olmayan ve büyük ihtimalle daha engin olan zihinler, mitolojinin batıl inancın temelsiz bir ürünü olmadığını, daha ziyade, yanlışları gerçek kılığına bürüyüp ifade etmekle kalmayıp, istedikleri zaman gerçeği nasıl açığa vuracağını da bilen Hesiodos’un İlham Perileri’ne benzediğini hissettiler.12
Euripides’e göre, Hippolytos’un Aphrodite ve Artemis’i ve Bakkhalar’ın Dionysos’u, insan psikolojisinin yansımalarından ya da doğa güçlerinin hayali kişileştirilmelerinden daha fazla bir şeylerdi.13 Dolayısıyla mitolojinin, İyonya akılcılığının aşağılamasına rağmen hayatta kalmayı becermesi ve yeniden yorumlanmayı beklemesi kaderinde yazılıydı.
Bugün, mitolojinin bilim tarafından silinip süpürüldüğünü düşünmeye meyilliyiz. Altıncı yüzyılın sistemleri, kozmogoni (evrenin doğumunun anlatılışı) kalıbına sokulmuştu. İki temel soru cevaplanıyordu. İlki, dünya bugün gördüğümüz haliyle nasıl düzenlendi sorusuydu: Merkezde, çukur denizlerinde büyük su kütleleriyle yer; çevresinde sis ve bulut ve yağmurdan oluşan hava katmanı; bunun ötesinde ise kutsal ateşler. İkincisi, yaşamın bu düzen içinde nasıl ortaya çıktığı sorusuydu. Bu sorunun cevabı da, başlangıç durumundan (‘başlangıç’ = arkhe) bir dünya düzenin doğuşunun tarihidir.
Örnek olarak, bu kozmogonilerin en kapsamlı ve cüretkâr olanını, Thales’in halefi Anaksimandros’un İyonya geleneğinin şablonunu belirleyen kozmogonisini ele alalım. Önce, henüz kendi içinde farklılaşmamış maddenin sınırsız ve düzensiz bir kütlesi vardı. Bu kütle sıcaklık ve soğuğun karşıt güçlerini de içeriyordu, ayrıca daimi hareketin canlılık özelliğine de sahipti. Bir noktada, birbirine karşıt güçlere gebe bir çekirdek oluştu. Bu çekirdek, mitolojik kozmogonide bulunan dünya yumurtasının akılcı muadiliydi. Belki de sıcak ve soğuğun karşıtlığı onları birbirinden ayırdığı için, çekirdek de ayrıştı. Soğuk, bulutun içine yerleşmiş sudan bir yer kütlesi haline geldi; sıcak ise ağacı saran kabuk gibi bütünü sarmalayan bir alev küresi oldu. Sonra bu ateş küresi patladı, ve karanlık sisle çevrilen ve saklanan alev halkaları oluşturmak üzere parçalandı. Güneş, ay ve yıldızlar, gökyüzünde gördüğümüz ışık noktaları, aynen havanın bir körüğün burnundan yayılması gibi, bu ışık geçirmez halkalardaki deliklerden yayılan alevlerin serpintileriydi. Yeryüzü, daha sonra, göklerdeki yangınların ısısı nedeniyle kurudu ve denizler çukur yataklarına çekildi. Nihayet yaşam sıcak çamurda başladı. İlk hayvanlar, dikenli kabukların içinde bulunan deniz kestaneleri gibiydiler. Bu deniz canlılarından, insan da dahil olmak üzere kara hayvanları evrimleşti.
Bu kozmogoninin önemi, içerdiğinden ziyade dışladığında saklıdır. Kozmogoni teogoniden14 ayrılmıştır. Kozmogonide, tanrılardan ya da herhangi bir doğaüstü etmenden hiç söz edilmez. Bu yeni düşünce biçimi, daha önce günlük deneyim alanının dışında yer alan şeyleri günlük deneyim alanına sokmuştur. Dünyanın bu tarihini, Hesiodos’un eski şiirsel teogoni tarihiyle karşılaştırarak aradaki farkı görebiliriz. Hesiodos kendi çağından, bildiği yaşamdan ve günlük yaşamla başa çıkma şeklinden zamanda geriye doğru, önceki çağları geçip (Kahramanlar Çağı ve Gümüş Çağı); Kronos ve daha yaşlı tanrıların hâkimiyetine, hatta Yeryüzü ve Gök’ün gizemli evliliğinden tanrıların doğumunun öncesine baktığında, dünyanın benzer tecrübelerin genel dünyasına daha az benzer hale geldiğini görmüş olmalı. Olaylar, (tanrıların evliliği ve doğumu, Olymposlularla Titanların savaşları, Prometheus’un efsanesi) Hesiodos’un zamanında Boiotia’da15 olan sıradan, günlük olaylar ile aynı düzende değillerdi. Tekvin’i, yani yaradılıştan İbrahim’in çağrısına kadarki olayları düşünürken de aynı izlenime kapılabiliriz. Hikâyeyi takip ederken, yavaş yavaş bizim bildiğimiz dünyaya gireriz ve insanüstü figürler insan oranlarına inerler. İyonya biliminin doğuşundan önce, geçmiş herkese böyle görünüyordu. Dünyanın ve yaşamın kökeninden bu mitoloji sisini dağıtmak, akılcı düşüncenin olağanüstü bir marifeti olmuştur. Anaksimandros’un sistemi, her gün doğada gördüğümüz sıradan güçlerin işleyişini en başa kadar geri götürür. Onun düşüncesinde dünyanın oluşumu doğaüstü değil, doğal bir olay haline gelmiştir.
Milattan önce 6. yüzyılın İyonya kozmogonileri böyleydi: Farklılaşmamış başlangıç halinden düzenli bir dünyanın nasıl doğduğunu anlatıyorlardı. 5. yüzyılda ise, bilim kendine o günden beri takip ettiği başka bir yol seçti. Kozmogoninin formunu koruyarak, özellikle maddi nesnenin yani şeylerin değişmez doğalarının nihai yapısının araştırılmasına dönüştü. Şimdi bu araştırmaların neticesi olan Demokritos’un atomculuğunu ele alalım.16
Atomculuk somut, cismani cevherlerin doğası hakkında bir kuramdır. Cevher kavramı sağduyudan alınmıştır. Kendi dışımızda maddi varlıkların olduğu inancı, benliğin nesneden ayrıştırılmasına kadar geri gider. Nesne, benim görmemden ya da dokunmamdan bağımsız şekilde var olan bir şeydir. Ben görsem de görmesem de, o aynı şey olarak var olmayı sürdürür. Bilim açısından sorun şudur: Duyumsamadığımız durumda bile hâlâ var olmayı sürdüren bu şey nedir? Farz edelim ki bir kâğıda bakmaktayım. Aslında gördüğüm, üzerinde siyah işaretler olan beyaz bir alandır. Dokunduğum zaman, pürüzsüz yüzeyin direncini hisseder ve parmağımla dikdörtgen şeklinin çevresini izleyebilirim. Bu duyumlar, orada benim dışımda bir şeyin var olduğuna dair tek güvencemdir. Eğer gözlerimi başka bir yöne çevirirsem beyazlık ve siyah işaretler yok olur ama pürüzsüz dikdörtgen yüzeyin direncinin dokunma duyusuna ilişkin duyumlar sürer. Eğer parmağımı kaldırırsam, bu duyumlar da yok olur. Yine de orada bir şey olduğundan artık kesinlikle emin olmuşumdur, kendisinden kaynaklanan duyumlarıma bağlı olmayan bir nesnenin varlığından şüphe etmem. Bu özelliklerin hangisi -beyaz ve siyah, direnç, pürüzsüzlük, şekil- gerçekten de bağımsız olarak benim dışımdaki şeye aittir ve ben bakmadığım ve dokunmadığım zaman da var olmaya devam eder?
Atomcular dokunmaya ilişkin özelliklerin gerçek olduğunu iddia ederler; görsel özellikler ise sağlam ya da nesnel değildir. Ben bakmadığım zaman orada değillerdir. Karanlık bir odada kâğıt rengini kaybeder ve hiçbir şey görmem. Ama yine de şeklini ve yüzeyin direncini hissederim. Eğer bu özellikleri algılayamazsam, hiçbir şey hissetmem ve nesnenin orada olmadığından emin olabilirim. Eğer dokunsal duyuları algılıyorsam, emin olabilirim ki, ışığı açtığım zaman, görsel özellikler de yine var olmaya başlayacaklardır.
Bu düşünce zinciriyle, sağduyu atomculuğun temel fikirlerine doğru yönlendirilebilir. Demokritos’un atomları sert cisimlerdir ve gözle görülemeyecek kadar küçüktür, şekil ve direnç hariç bütün özelliklerden yoksundur: Somut özellikler orada gerçek bir şey olduğuna bizi inandırmak açısından hem zorunlu hem de yeterli özelliklerdir. Daha büyük bir cisim, atomlarına parçalandığında imha olmaz. Bütün parçalar hâlâ oradadır ve yeniden bir araya getirilebilirler. Ayrıca uzayda nitelikleri değişmeden hareket edebilirler. Atomculuk, gerçeğin (maddenin ebedi ve değişmeyen özünün) uzayda hareket eden atomdan başka bir şey olmadığını savunur. Atomlar sadece gerçek değildir, aynı zamanda da gerçekliğin tamamıdır.
Demokritos’un atomculuğuna, ana hatlarını sıraladığım düşünce zinciriyle ulaşıldığını iddia etmiyorum. Atomculuk tarihte maddenin birbirinden ayrı ve bağımsız birimlerden meydana geldiğini farz eden matematiksel bir kuram olarak ortaya çıkmıştır. Ama sonuç yine de aynıdır. Demokritos’un atomları, daha küçük parçalara ayrıştırılmaları mümkün olmayan fakat daha büyük cisimler oluşturabilen minik cisimlerdir. Mutlak katıdırlar, yoğundurlar ve içlerine nüfuz edilemez.
Bilimsel atomculuğun sağduyunun ötesine geçmesi, cismin atomlarının hiçbir şekilde yok edilemez ve değişmez olmasında ısrar etmesindedir. Bu, akıl yürütmenin bir gereğiydi. Bilim tarafından eğitilmemiş olan sağduyu, cisimlerin yok olabileceğini ve devamlı yok olduğunu varsayar. Bir şey, bazı özellikleri değişse de belli bir süre aynı şey olarak kalır; ama sonra yok olur ve başka bir şey olarak var olmaya başlar. Fakat hiçbir şeyden hiçbir şey doğamayacağı ilkesine bağlı kalan eski bilim, değişen görünümlerin perdesinin arkasında kalıcı ve yok edilemez bir varlık olduğunu farz etmiştir. Bu varsayım, modern bilimdeki eylemsizlik ilkesi ve enerjinin korunumu yasası gibi çeşitli halleri olan kütle korunumu ilkesinin karşıladığı aynı akılcı ihtiyaca karşılık veriyordu. Bütün bu önermelerin ilk başlarda, herhangi bir kanıt olmadan ya da apriori bir ispatın sonucu olarak ortaya atıldığı, ancak sonraları sık sık tamamen ampirik yasalar olarak kabul edildiği gözlemlenmiştir.3 Modern bilimin korunduğunu kabul ettiği bu şey (her neyse), eskilerin daimi “varlık”ına ya da “şeylerin doğasına” karşılık gelir. Atomcular için bu, maddenin nüfuz edilemez parçacıklarıydı.
Yok edilemez atom çıkarımına varan eski bilim, maddenin gerçek doğasına ulaştığını düşündü. Maddenin sahip olduğu, ancak atomlarda olmadığı farz edilen, renk ve tat gibi değişken özellikler, sadece duyu organlarımızın kapsamına giren hisler olarak ıskartaya çıkartılmıştı. Bunlar nesnel değildi çünkü var olmaları bize bağlıydı.17 Sadece atomlar ve içinde hareket ettikleri ve birbirlerine çarptıkları boşluk gerçekti.
Atomculuğun temel özelliği materyalist bir doktrin olmasıdır. Böyle derken, sadece maddi cevherin ya da cismin doğasının bir açıklaması olduğunu söylemiyorum. Bu doktrinin materyalist olması, maddeyi, elle dokunulabilen cismi sadece gerçek değil, tek gerçeklik olarak ilan etmesinden kaynaklanıyor. Var olan ya da gerçekleşen her şeyin, bahsi geçen fiziksel etkenler tarafından açıklanması gerekiyordu. Dünya, adeta görünmez bir bilardo oyununa indirgenmişti. Masa, boş uzay oluyor. Toplar ise atomlar; çarpışıyor ve hareketi birbirlerine aktarıyorlar. Hepsi bu: Başka hiçbir şey gerçek değil. Bu oyunda tek bir oyuncu bile yok. Eğer üç top karambol yaparsa, bu tamamen tesadüfen gerçekleşiyor, yani zorunlu ama tasarlanmamış şekilde. Oyun tamamen rastlantılardan oluşuyor; ve olayların arkasında onları kontrol eden bir akıl bulunmuyor.
Maddi cevherin yapısına dair bir kuram olarak atomculuk dâhice bir hipotezdi. Modern bilim tarafından yeniden canlandırılmasıyla, kimya ve fizikteki en önemli keşiflere öncülük etti.18 Fakat dediğim gibi, eski atomculuk bunun daha ötesine gitti. Gerçeğin tamamının açıklamasını sunduğunu iddia etti, sadece bilimsel bir varsayım değil, felsefenin tamamıydı. Hal böyle olunca, dünyanın maddi yanı kadar, manevi yanının da açıklamasını içermeliydi. Fakat sistemi o bakış açısından düşündüğümüzde, manevi olarak tanımlayabileceğimiz her şeyin adeta yok olduğunu görüyoruz. Atomcudan maneviyatı açıklaması istendiğinde, ruhun da diğer her şey gibi atomlardan meydana geldiğini söyler. Bu ruh atomları, bütün diğerleri gibi nüfuz edilemez nesnelerdir; sadece şeklen kure biçimindedirler ve böylece çok kolayca hareket edebilir ve bedenin açılı ve daha az hareketli atomlarının arasına karışabilirler. Duyum, dışarıdaki atomların ruh atomlarına çarpmasıyla gerçekleşir. Algıladığımız nitelik çeşitliliği atomların şekillerindeki çeşitliliğe karşılık gelir. 1675 yılına gelindiğinde, bilimsel eseri yarım yüzyıl boyunca bir klasik olarak kalan Fransız bir kimyager4 şöyle yazmıştı:
Bir nesnenin gizli doğası, yarattığı tüm etkilere şekiller atfetmekten daha iyi bir yolla açıklanamaz. Bir sıvının asiditesinin sivri parçacıklardan oluştuğunu kimse inkâr etmez. Bütün deneyimimiz bunu desteklemektedir. Dilin herhangi bir malzemeyle çok incecik noktalar halinde kesildiği hissini almanız için onu sadece tatmanız yeter.
Bu ifade Lucretius19 tarafından yazılmış da olabilirdi ve bu açıklama, bir dereceye kadar, belli bir duyumun mekanik sebebinin makul bir açıklamasıdır. Ama eğer mekanik sebepten duyumun kendisine yönelirsem, ve sonra da duyuma sahip olan, hatta duygu, düşünce ve arzulara sahip olan ruha bakarsam, ruhun kendisinin yuvarlak atomlardan oluştuğuna ve çarpışmalardan başka bir şeyin gerçekleşmediğine o kadar kolayca ikna olamam. Bir düşünce sürecinin veya öfke duygusunun, ya tamamen gerçek dışı ya da katı birtakım parçacıkların birbirine vurmasından ibaret olduğuna inanmak çok daha zordur. Eğer insanoğlu, dış doğa yerine önce kendini incelemeye başlamış olsaydı, bu kadar tuhaf bir sonuca hiçbir zaman erişemeyebilirdi.
Muhtemelen, daha önce Yunan mitolojisinin kendine has görsel berraklığı hakkında söylediklerim, bilimin sonunda manevi olanı görmezden gelişini ya da maddi olandan ayrı olarak inkâr etmesini açıklayabilir. Eğer dünyanın manevi bir yanı varsa, insan bunu ancak kendi ruhu ya da zihni çerçevesinde açıklayabilir. İnsanlık önce kendi kişiliğinin öğelerini dış şeylere yansıtmıştır. Sonra da Yunan hayal gücü bu öğeleri, insan biçimindeki tanrıların eksiksiz insan kişiliklerine geliştirmiştir. Er ya da geç Yunan aklı böyle tanrıların var olmadığını keşfetmeye mecburdu. Böylece mitoloji kendini aştı ve manevi dünyanın varlığından şüpheye düştü. Bilim dolayısıyla şu sonuca ulaştı: Manevi dünya yanlış falan anlaşılmamıştı çünkü aslında böyle bir şey yoktu; atomlardan oluşan somut cisimlerden başka hiçbir şey gerçek değildi. Sonuç, filozofların materyalizm adını verdiği, dindar kimselerin ise ateizm dediği bir doktrin oldu.
Sokratik felsefe, fiziksel bilimin bu materyalist sürüklenişine bir tepkidir. Manevi dünyayı yeniden keşfetmek için felsefe bir süreliğine, dış doğadaki madde arayışını bırakıp; gözlerini insan ruhunun doğasının derinliklerine çevirmeliydi. Sokrates tarafından başarılan ve Delphoi’un “kendini bil” tembihiyle özetlenen devrim buydu.
Sokrates Öncesi ve Sonrası,
Francis Macdonald Cornford
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
İNGİLİZCE ÖZGÜN METİNDEN ÇEVİREN
A. M. CELÂL ŞENGÖR VE SENEM ONAN



