Süreya’nın Şiirinde Melankoli ve Özlem: Bilinçdışının Arayışları
Cemal Süreya’nın şiirleri, insan ruhunun derinliklerinde yankılanan melankoli ve özlemle doludur. Bu duygular, bireyin bilinçdışındaki arayışlarını, tamamlanmamışlık hissini ve varoluşsal bir boşluğu işaret eder. Freud’un melankoli kavramı ve Lacan’ın eksiklik teorisi, Süreya’nın dizelerindeki bu ruhsal gerilimi anlamak için güçlü bir çerçeve sunar. Şiirleri, bireyin hem kendi iç dünyasıyla hem de dış dünyayla kurduğu karmaşık ilişkiyi yansıtır.
Melankolinin Kökenleri: Freud’un İzinde
Freud, melankoliyi yas sürecine benzer bir durum olarak tanımlar, ancak melankolide kayıp nesnesi belirsizdir ve birey bu kaybın farkında olmayabilir. Süreya’nın şiirlerinde melankoli, belirli bir sevgiliye, geçmişe ya da anıya değil, daha çok tanımlanamayan bir eksikliğe yönelir. Örneğin, “Üvercinka” ya da “Göçebe” gibi şiirlerde, özlem nesnesi hem yakındır hem de ulaşılamaz bir mesafededir. Bu, Freud’un melankolideki “nesne kaybı” kavramına işaret eder: birey, kaybettiği şeyin ne olduğunu tam olarak bilemez, ancak bu kayıp onun benliğini kemirir. Süreya’nın dizelerindeki hüzün, bu bilinçdışı kaybın izlerini taşır. Şair, sanki bir zamanlar sahip olduğu ama artık yalnızca hayal meyal hatırladığı bir bütünlüğü arar. Bu arayış, onun şiirini hem evrensel hem de son derece kişisel kılar, çünkü her insan bu tanımsız eksiklik duygusunu bir şekilde deneyimler.
Freud’un teorisi, melankolinin bireyin ego’suna nasıl zarar verebileceğini de vurgular. Süreya’nın şiirlerinde, benlik sık sık parçalanmışlık hissiyle mücadele eder. “Adının ilk harfleri acıyor” gibi dizeler, sevgilinin adıyla özdeşleşen bir acıyı ifade eder, ancak bu acı aynı zamanda şairin kendi benliğine yönelmiş bir eleştiriye dönüşür. Freud’a göre, melankolik birey, kayıp nesnesini içselleştirir ve ona duyduğu öfkeyi kendine yöneltir. Süreya’nın şiirlerinde de bu içe dönük öfke, kendini suçlama ve pişmanlık temalarıyla belirgindir. Şair, sanki kendi eksikliğinden dolayı sevgiliyi ya da geçmişi kaybetmiştir. Bu, onun melankolisini yalnızca romantik bir hüzün olmaktan çıkarır ve varoluşsal bir sorgulamaya dönüştürür.
Lacan’ın Bakış Açısı
Lacan’ın eksiklik (manque) teorisi, Süreya’nın şiirlerini anlamak için başka bir anahtar sunar. Lacan’a göre, birey, anneden ayrıldığı andan itibaren bir eksiklik hissiyle yaşar. Bu eksiklik, sembolik düzene geçişle birlikte dil aracılığıyla ifade bulur, ancak asla tam olarak doldurulamaz. Süreya’nın şiirlerinde özlem, bu Lacanyen eksikliğin bir yansımasıdır. Şair, sevgiliye, geçmişe ya da bir ideale yönelirken, aslında “büyük Öteki”nin (Lacan’ın terimiyle, tamlığın hayali) peşindedir. Ancak bu tamlık hiçbir zaman elde edilemez, çünkü eksiklik insan varoluşunun temel bir özelliğidir. “Biliyorum sana giden yollar kapalı” dizesi, bu ulaşılamazlığı çarpıcı bir şekilde ifade eder. Sevgili, yalnızca bir kişi değil, aynı zamanda şairin kendi bütünlüğüne ulaşma çabasının bir sembolüdür.
Lacan’ın ayna evresi de Süreya’nın şiirlerinde yankılanır. Ayna evresinde çocuk, kendi yansımasını bir bütünlük olarak algılar, ancak bu algı bir yanılsamadır. Süreya’nın dizelerinde, sevgili sık sık bir ayna gibi işlev görür: şair, onda kendi benliğini arar, ancak bulduğu yalnızca parçalanmış bir görüntüdür. “Seninle bir bahar gördüm, dalında sen” dizesinde, sevgili bir bahar gibi geçici bir tamlık hissi sunar, ancak bu his çabucak dağılır. Lacan’ın eksiklik kavramı, Süreya’nın melankolisini yalnızca bireysel bir duygu durumu olarak değil, insanlığın evrensel bir koşulu olarak anlamamıza olanak tanır. Şair, bu eksikliği şiir yoluyla ifade ederek, okuyucuyu da kendi içsel boşluklarıyla yüzleşmeye davet eder.
Özlemin Kolektif Yüzü
Süreya’nın şiirleri, bireysel melankolinin ötesine geçerek toplumsal bir boyuta da sahiptir. 1950’ler ve 1960’ların Türkiyesi, hızlı modernleşme, şehirleşme ve kültürel dönüşümlerle çalkantılı bir dönemdir. Bu bağlamda, Süreya’nın özlemi, yalnızca kişisel bir kayba değil, aynı zamanda kolektif bir kopuşa da işaret eder. Geleneksel değerlerin erozyonu, köyden kente göçün yarattığı yabancılaşma ve modern bireyin yalnızlığı, onun dizelerine sızar. “Göçebe” şiiri, bu toplumsal bağlamda, hem bireyin içsel göçünü hem de toplumun modernleşme sürecindeki yer değiştirmesini simgeler. Şair, sanki bir zamanlar ait olduğu bir kültürel bütünlüğü özler, ancak bu bütünlük artık yalnızca bir anıdır.
Bu toplumsal özlem, Freud’un melankoli teorisiyle birleştiğinde daha karmaşık bir tablo ortaya çıkar. Freud, melankolinin bireyin kayıp nesnesini idealize ettiğini söyler. Süreya’nın şiirlerinde, geçmiş sıklıkla idealize edilmiş bir “altın çağ” olarak belirir. Ancak bu idealizasyon, aynı zamanda şairin modern dünyaya duyduğu eleştiriyi yansıtır. Modernleşme, bireyi özgürleştirme vaadiyle gelir, ancak aynı zamanda yalnızlık ve anlamsızlık gibi duyguları derinleştirir. Süreya’nın melankolisi, bu nedenle, yalnızca kişisel bir hüzün değil, aynı zamanda modern insanın varoluşsal bir eleştirisidir. Onun şiirleri, bireyin hem kendi benliğiyle hem de toplumuyla yaşadığı bu gerilimi çarpıcı bir şekilde ifade eder.
Şiirde Anlamın İnşası
Süreya’nın şiirleri, dilin hem gücünü hem de sınırlarını araştırır. Lacan’a göre, eksiklik dil yoluyla ifade bulur, ancak dil bu eksikliği asla tam olarak kapatamaz. Süreya’nın dizelerinde, kelimeler hem anlam üretir hem de anlamın kayganlığını vurgular. Örneğin, “Adının” şiirinde, sevgilinin adı hem bir varlık hem de bir yokluk olarak belirir. Bu, “ad” kavramı, Lacan’ın sembolik düzenine işaret eder: dil, nesneyi temsil eder, ancak nesnenin kendisini asla veremez. Süreya’nın şiirinde, kelimeler, şairin özlemini ifade etmek için bir araçtır, ancak aynı zamanda bu özlemin asla tam olarak ifade edilemeyeceğini hatırlatır. Bu, onun şiirini hem büyüleyici hem de huzursuz kılan bir özelliktir.
Şiirdeki imgelem, bu dilsel gerilimi daha da derinleştirir. Süreya, somut imgelerle soyut duyguları birleştirerek, okuyucuyu hem tanıdık hem de yabancı bir dünyaya davet eder. “Bir gökyüzü buluyorum” dizesi, hem bir doğa manzarasını hem de şairin iç dünyasındaki bir anlık aydınlanmayı çağrıştırır. Bu imge, Freud’un bilinçdışının sembollerle çalıştığı fikrini hatırlatır. Süreya’nın şiirleri, bilinçdışının bu sembolik dilini, okuyucunun kendi duygu dünyasına tercüme eder. Onun melankolisi, bu nedenle, yalnızca şaire değil, aynı zamanda okuyucuya da aittir.
Varoluşsal Bir Sorgulama
Süreya’nın şiirleri, melankoli ve özlem aracılığıyla, insan varlığının temel sorularını sorar. Freud’un melankoli kavramı ve Lacan’ın eksiklik teorisi, bu soruları anlamak için güçlü bir çerçeve sunar. Şair, hem kendi benliğini hem de insanlığın ortak yazgısını araştırırken, okuyucuyu da bu sorgulamaya katılmaya davet eder. Onun dizeleri, kayıp ve özlemle dolu bir dünyada, anlam arayışının hem acı verici hem de kaçınılmaz olduğunu hatırlatır.
Bu bağlamda, Süreya’nın şiirleri, bir yanıyla umutsuzdur: çünkü eksiklik, insan varlığının kaçınılmaz bir parçasıdır. Ancak diğer yanıyla, bu eksikliği ifade edebilme yetisi, şiirin dönüştürücü gücünü ortaya çıkarır. Şair, melankoliyi ve özlemi, insan olmanın bir yükü olarak değil, insan yaratıcılığının bir kaynağı olarak kucaklar. Onun dizeleri, bu nedenle, yalnızca bir kayıp ağıtı değil, aynı zamanda bir yaşam şarkısıdır. Bu çifteş anlamlılık, Süreya’nın şiirini evrensel bir sanat eseri haline getirir.



