Tarihsel Maddecilik Üzerine – Franz Mehring

Bugün olan biteni “daha iyi anlamamız” için tarihe ihtiyacımız mı var?
O halde Wall Street ya da Tahrir Meydanı’ndakiler evlerinden hiç çıkmamalıydı. Çünkü tarih, insanların evde oturmalarının tarihidir, tabii sonradan “önemli” ilân edilen birkaç “an” dışında.

Bu “anlar” ise ancak bugünden bakıldığında anlamlı kılınabilirler. Benzer şekilde dünün “anlamlı anları” da bugün “komik ve çarpıtılmış” bulunarak tekrar anlamlandırılır: Lenin ya da Saddam Hüseyin heykelleri yıkılır, kağıt paraların üzerindekilerin değeri düşer, ülke bayrakları renk atar….

Tarih, geçmişe bugünden bakışımızın değişkenliğinden ibaretse tarihin bugünü anlamamıza faydası ne?

Sıradan insanlar için “yumurtanın kullanım alanları” bilgisinden önemli değil kuşkusuz.

Geçmişten bir tarih ve tarihten de bugün için ders çıkarmak ancak ve ancak ideologların görevidir.

Mesela kapitalist üretim tarzının ve sınıfların tek doğal biçim olduğunu ve bu sınıfların ekonomik biçimlerinin doğanın ölümsüz yasaları olduğunu ilân edilirken tarihe bakılır; önce soyluların, sonra işçilerin yenilgileri hatırlatılır.

Franz Mehring de, bu kitabında, bu türden “ölümsüzlük” ilânlarının bir asırdan daha fazla bir zaman önce de aynen tekrarlandığının örneklerini veriyor.

Bütün ideologlara inat tarihe yeni bir bakışı değil tarihe bakanların ve onların yöntemlerinin eleştirisi olan tarihsel maddeciliği savunuyor. Tarihi sokaktakilerin hizmetine sokacak, tarihten bugün için ders çıkaracak, “zafere giden yolun” haritasını çizecek reçeteler sunmuyor. Aksine, geçmişi tarih haline getirerek ideolojilerin hizmetine koşanlarla baş edecek ve tarihin, bugünü değiştirmek isteyenlere doğrultulan bir silah olmaktan çıkaracak yöntemin kullanımından örnekler veriyor.

Bunu yaparken bir ilkeler bütünlüğü; tarihsel maddeciliğin abecesini, kural ve formüllerini; bir tılsımın ya da büyünün sırlarını paylaşmaya çalışmıyor; icat çıkarmıyor.

Çünkü tarihsel maddecilik “doğru tarih” değildir. (Tanıtım Bülteninden)

Önsöz – Halil Çelik
İçinde yaşadığımız türden alt-üst oluş dönemlerinde toplu­mun gelişim seyrini kavramak çok büyük önem kazanmaktadır. Her biri ekonomik bir kriz üzerinde yükselen ve kaçınılmaz bi­çimde toplumsal çalkantılarla damgalanan bu tür süreçlerinin tipik özelliği, insanların gerek bireysel gerekse toplumsal olarak bir ?arayış? içine girmesidir. Çünkü, insanlığın binlerce yıl için­de geliştirmiş olduğu maddi üretici güçler ile var olan üretim ilişkileri arasındaki çelişki, artık elde olan her şeyi tehdit edecek; mülkiyetten toplumsal örgütlenme ve düşünme biçimlerine ka­dar alışık olunan bütün üstyapısal oluşumları sarsacak biçimde yoğunlaşmıştır. Yönetenler artık eskisi gibi yönetemezken, yö­netilenler de artık eskisi gibi yönetilmek istememektedir.

Yunanistanlı ve İspanyalı gençler neden ayağa kalkmıştı? Tunus?ta başlayan ?Arap BaharTm Mısır?a, Yemen?e ve diğer ülkelere yayan güç neydi? Suriye?deki BAAS diktatörlüğü ne­den kitlesel gösterilerle tehdit ediliyor? ABD?de başlayan ?Wall Street?i İşgal Et!? ya da ?Biz yüzde 99?uz!? hareketinin ardında hangi güçler var? Bu ve benzeri sorulara, ?yıkıcı/bölücü güç­ler?, ?emperyalistler? ya da ?dış düşmanlar? gibi alışıldık yanıt­lar vermek, kuşkusuz, mümkün. Ama bu tür yanıtlar, mevcut sistemin efendilerinden başka hiç kimseyi tatmin etmediği gibi, olup biteni anlamamıza da yardımcı olmamaktadır. Oysa bi­zim, sorunları çözebilmemiz için öncelikle onları anlamamız; hem zamansal hem de mekânsal bir bütünlüğün içine yerleştir­memiz gerekiyor. Bunu yaptığımızda, her türlü öznellikten ve anlamsız ön yargıdan arınmanın önünü açabilir; yaşadıkları­mızı kavrayabilecek ufku aralayabiliriz.

İnsanlık, çözümü için gerekli koşullan oluşmamış ya da olu­şum sürecinde olmayan sorunları gündemine almaz; bir baş­ka deyişle, hiç bir sorun kendi çözümü için gerekli koşulların yokluğunda ortaya çıkmaz. Marx?in insan toplumunun geliş­me yasalarını geliştirirken temel aldığı yaklaşımlardan birini oluşturan bu tespiti, her sorunun yalnızca çözümüyle birlikte ortaya çıktığını ifade ettiği için, kuşkusuz, bir iyimserlik ifadesi olarak görülebilir. Ama hepsi bu değil.

Bu tespiti, insanlık tarihinin, son tahlilde kapitalist toplumun iki temel sınıfı olan burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki müca­delede cisimleşen, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki eliyle belirlendiği olgusuyla tamamlamalıyız. Böylece, önceki kuşakların yaşadıklarını kolektif deneyim haline getire­bilir; tarihi, bireylerin başrolde olduğu rastlantısal olaylar yığını olmaktan çıkartıp, insanlığın bugününü açıklamada ve yarınım öngörmede yararlanabileceğimiz bir birikim haline getirebiliriz.

Tarih, felsefe, estetik ve edebiyat alanlarındaki çalışmala­rıyla tanınan ünlü Alman Marksist Franz Mehring?in Tarihsel Maddccilik Üzerine adlı çalışması, bize, bu günü anlamamız ve gdcccgi öngörmemiz için gereksinim duyduğumuz yaklaşımı son derece yalın biçimde sunmaktadır.

Karşı karşıya olduğumuz gerçek şudur: Üretici güçlerin verili gelişmişlik düzeyi, üretimin dünya çapında planlanıp gerçek­leştirilmesini mümkün kılmış olmasına karşın, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet ve onun en üst düzeydeki hukuki ifa­desi olan ulus devletler varlıklarını sürdürmektedir. Kapitalist üretimin tarihte hiç olmadığı kadar -dünya ölçeğinde- toplum­sallaşmış olmasıyla mülkiyetin özel karakteri arasındaki temel çelişki, insan soyunu yüz yıl içinde, üçüncü kez bir tercihle karşı karşıya bırakmaktadır. Birinci tercih, üretici güçlerin (bi­lim, teknoloji, altyapı ve bütün kültürel birikimleriyle insanlar) 20. Yüzyıl?daki iki dünya savaşında olduğu gibi büyük ölçüde imha edilmesidir. Bu, kuşkusuz, kötü niyetli binlerinin üzerin­de düşünerek yapacağı bir ?tercih? olmayacak; aşağıda ifade edeceğimiz ikinci tercihin yapılmaması durumunda, özel mül­kiyet kâr üzerine kurulu kapitalist üretim biçiminin yasalan gereği, kendiliğinden gerçekleşecektir. İkinci -ve gerçek- ter­cih, üretici güçlerin gelişmesinin önündeki bütün özel mülkiyet ve ulusal sınır engellerinin ortadan kaldırılması; üretimin kâr için değil ama insanların gereksinimlerini karşılayacak şekilde, küresel ölçekte planlanarak gerçekleştirilmesidir.

Marksistlerin 150 yıldır savunduğu bu tercihin insan so­yunun yüzde birini oluşturan kapitalist egemenler tarafından lanetlendiğini ve onlann emrindeki çokbilmiş aydınlar tara­fından alaya alındığını bilinmiyor değil. Peki, işçi sınıfına yö­nelik aşağılayıcı bir kibirle donanmış olan bu aydınlar, küresel ölçekte yaşamakta olduğumuz krizden çıkış için, I. ve II. Dün­ya Savaşlan öncesinde yaşamış ve bu felaketleri önleyememiş olan ağabeylerinden farklı ne öneriyorlar? Hiçbir şey!

Üniversite kürsülerinde ve şirketlerin danışman koltukla­rında ahkâm kesen bu aydınlar, üretimi insanların tüm maddi ve kültürel ihtiyaçlannı karşılayabilmek üzere dünya çapında örgütlemenin mümkün olduğunu savunan Marksistleri ?hayal­perest? olarak damgalarken, bu işin birkaç yüz küresel şirket tarafından zaten (ama kâr için) yapılmakta olduğu gerçeğini göz ardı ediyorlar. Onlar, banş uğruna en dokunaklı sözleri ederken, bütün savaşlara son verecek olan bu en gerçekçi çö­züme gözlerini kapatıyorlar.

Onların bütünüyle ideolojik ve bilimsel temellerden yoksun olan bu yaklaşımının altında, kuşkusuz, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve kâr üzerine kurulu bu sistemin devamındaki çı­karları yatıyor. Bu çıkarlar öylesine güçlü ki, onlan, milyonlar­ca insanla birlikte kendi çocuklarının ve belki de kendilerinin karşı karşıya kalacakları felaketleri görmekten alı koyabiliyor.

Buna karşılık, ekonomiden hukuka ve kültüre kadar insan toplumunun bütün alanlarına tarihsel maddeci yöntemle yak­laşan Marksistler, her türlü dar ideolojik kalıptan arınmış bi­çimde, sermayenin ve devletin çok yönlü saldırılarına ve bur­juva aydınlarının alaycı tavırlarına karşın, insanlığın yeni ve öncekilerden çok daha ağır bir yıkımdan kurtulmasının müm­kün olduğunu yinelemeyi sürdürüyorlar.

Onların 150 yılı aşkın süredir korudukları kararlı duruşları ne komünizme ve işçi sınıfına olan ?güçlü inanç?tan ne de herhangi bir öndere olan ?derin güven?den kaynaklanıyor. On­ların bu ?ısrarının? altında yatan şey, yalnızca insanlık tarihi ni değil; bir bütün olarak insanlığın gelişme seyrini anlamamı­zı sağlayan tarihsel maddeci yöntemle donanmış olmalarıdır. Onlann kullandığı devrim, işçi sınıfı, komünizm, enternasyo­nalizm ve benzeri kavramların basit birer erdem ya da inanç i ladesi değil, eleştirel pratik faaliyet içinde edinilen birer zo­runluluk haline gelmesinin nedeni budur.
Mehring?in bu çalışmasının, okurun insan soyunun tabi ol­duğu yasalan kavramasını kolaylaştıracağı, Marksizm?e ilişkin burjuva ve küçük burjuva önyargıların kırılmasına yardımcı olacağı çok açık.

###

Son olarak, elinizdeki kitaba ilişkin kimi teknik noktalara değinmekte yarar var. Franz Mehring?in Die Lessing Leğende (I rNsIng Söylencesi) adlı 1893 tarihli eserine ek olarak koyduğu Tarihsel Maddecilik Üzerine başlıklı bu çalışmada, birçok alın­lının kaynağı belirtilmemiş. Bunları, yer yer Türkçe kaynak­lardan ve Ekim 1975 tarihli İngilizce basımdan yararlanarak [-çev.] ya da [-yay.] olarak (kimi açıklayıcı notlandı» aynı kilde) belirttik. Kitabın Prinkipo Yayıncılık tarafındım Haziran 2008?de yapılan ilk baskısının içeriğini, aksine niyetlerimi?.? rağmen, koruduk. Okurun Franz Mehring hakkında bir fikir sahibi olması için, onun kısa yaşam öyküsünü, Engeis’ln 14 Temmuz 1893 tarihli mektubunu ve Troçki?nin 3 Mart 1916 tarihli bir makalesini koyduk.

Halil Çelik
Aralık 2011

Franz Mehring?e Mektup – Friedrich Engels
Londra, 14 Temmuz 1893
Sayın Bay Mehring,
Lessing Söylencesi(1)ni gönderme inceliğini gösterdiriniz için teşekkür etme fırsatını ilk kez bugün buldum. Bu gecikmenin nedeni, size kitabı aldığımı belirten sıradan bir yanıl vermekle yetinmeyip aynı zamanda onun içeriğiyle ilgili bir şeyler söy­lemek istememdi.
Sondan, ana hatlarını mükemmelen ve önyargılardan arın­mış birini ikna edecek bir şekilde sıraladığınız tarihsel mad­decilik üzerine ekten başlamalıyım. Orada, benim kendi adıma ?zaman içinde? bulabileceğim her şeyi, Manc?ın, daha hızlı biçimde kavrama ve daha geniş görme yeteneğiyle çok daha çabuk keşfettiğini göz önünde bulundurduğumda itiraz edebi­leceğim tek şey, bana hak etmiş olduğumdan daha fazla önem vermiş olmanızdır. Eğer kişi Marx gibi bir insanla kırk yıl bo­yunca birlikte çalışma şansına sahip olmuşsa, yaşamı süresince genellikle hak ettiğini düşündüğü biçimde tanınmaz. Sonra, o büyük insan öldüğünde, daha kolay biçimde hak ettiğinden faz­la değer kazanır ?ki benim şimdiki durumum tam da böyle gö­rülüyor. Tarih sonunda her şeyi yerli yerine oturtacak ve kişi, o zaman huzur içinde yatıyor ve artık hiç bir şey bilmiyor olacak.
Bunun dışında, sizin yazılarınızda Marx?in ve benim her na­sılsa yeterince vurgulamadığımız ve bundan eşit düzeyde so­rumlu olduğumuz yalnızca bir nokta eksik. Yani, hepimiz asıl vurguyu öncelikle siyasi, hukuki ve diğer ideolojik düşünce­lerin ve bu düşünceler dolayımıyla ortaya çıkan etkinliklerin temel ekonomik gerçeklerden türemesine yaptık ?ki bunu yap­mak zorundaydık. Ancak bunu yaparken, içerik uğruna biçim­sel yanı -yani bu düşüncelerin ve benzerinin oluşum biçimleri­ni ve araçlarını? ihmâl ettik. Bu durum ?Paul Barth?ın çarpıcı bir örneğini oluşturduğu? karşıtlarımıza yanlış anlamaları ve çarpıtmaları için uygun bir fırsat sunmuştur.
İdeolojinin, düşünür denilen kişi tarafından bilinçli biçimde tamamlanmış bir süreç olduğu doğrudur; ama yanlış bir bilinç­le. Onu yönlendiren gerçek itici güçler, onun için bilinmez olmaya devam ederler. Tersi durumda, bu, hiçbir şekilde ideolojik bir süreç olmazdı. Dolayısıyla o, kafasında yanlış ya da sahte itici güçleri canlandırır. Çünkü bu, onun biçimini ve içeriğini ya kendisinin ya da seleflerinin saf düşüncesinden türettiği bir düşünme sürecidir. 0 yalnızca düşüncenin ürünü olarak sor- gulamaksızm kabul ettiği düşünsel malzemeyle çalışır ve ba­ğımsız düşüncenin daha uzak bir kaynağını araştırmayı sür­dürmez. Gerçekte bu ona göre doğal bir şeydir; çünkü bütün eylem düşünce aracılığıyla gerçekleşmekle ve aynı zamanda ona tümüyle düşünce üzerinde kurulu gibi görünmektedir. Ta­rihle ilgilenen ideolog (burada tarih sözcüğü, yalnızca doğaya ilişkin olmayıp topluma ait olan siyasi, hukuki, felsefî, teolo­jik vb. bütün alanları kapsayan anlamındadır) bu yolla, önceki kuşakların düşüncesinden bağımsız biçimde oluşmuş ve bu ba­şarılı kuşakların beyinlerinde kendi bağımsız gelişme sürecini yaşamış olan bilimsel malzemenin her alanına hâkim olur. Şu ya da bu alana ilişkin dışsal olgulann bu gelişme ü/.erinde bir­likte belirleyici bir etkide bulunabildiği doğrudur. Ancak açıkça ifade edilmeyen varsayım, bizzat bu olgulann da bir düşünce sürecinin meyvelerinden ibaret olduğudur ki böylece, en çetin olguları bile başarıyla düzenliyormuş gibi görünen saf düşünce âlemi içinde kalmaya devam ederiz.
Her şeyden öte, çoğu insanın gözünü kamaştıran şey, devlet kurumlannın, hukuk sistemlerinin, farklı alanlardaki ideolojik kavrayışların bağımsız tarihleri olduğuna ilişkin bu görüntü­dür. Eğer Luther ile Calvin resmi Katolik dininin ya da Hegel, Fichte?nin ve Kant?m ?üstesinden geliyor?sa veya cumhuriyetçi ?toplumsal sözleşmeliyle Rousseau dolaylı olarak meşruti­yetçi Montesquieu?yu ?alt ediyor?sa, bu, teoloji, felsefe ya da siyasetbilim çerçevesi içinde kalmaya devam eden, düşünce­nin bu özgün alanlarının tarihinde bir aşamayı ifade eden ve hiçbir biçimde düşünce alanının dışına çıkmayan bir süreçtir. Buna, kapitalist üretimin mutlaklığı ve ölümsüzlüğü biçimin­deki burjuva yanılsaması da eklendiği içindir ki, fizyokratla­rın ve Adam Smith?in merkantilistlerin üstesinden gelmesi bile düşüncenin apaçık zaferi; değişen ekonomik gerçeklerin düşüncedeki yansıması olarak değil ama her zaman ve her yerde var olan şimdiki koşulların doğru kavrayışına nihayet ulaşılmış olması olarak değerlendirilmektedir. Öyle ya! Gerçekte, Richard Coeur-de-Lion ile Philip Augustus, haçlı seferlerine bulaşmak yerine serbest ticareti yürürlüğe koymuş olsaydılar, beş yüzyılı yoksulluk ve budalalıkla harcamamış olurduk!
Bana göre, hepimiz meselenin ?burada yalnızca kısaca de­ğinebileceğim? bu yanını fazlasıyla ihmâl ettik. Biçimin her zaman öncelikle içeriğe ihmâl edildiği bilinir. Söylediğim gibi, bunu ben de yaptım ve hatalar benim dikkatimi her zaman sonradan çekmiştir. Bu yüzden, size en küçük bir sitemde bile bulunmuyorum ?ki suçlu tarafların yaşlısı olarak bunu yap­maya kesinlikle hakkım yok. Bununla birlikte, gelecek açısın­dan dikkatinizi bu noktaya çekmek istiyorum.
İdeologların, bizim tarihte rol oynayan farklı ideolojik alan­ların bağımsız tarihsel gelişimini reddettiğimiz için onlann ta­rih üzerindeki her türlü etkisini de yadsıdığımız yollu ahmak­ça düşüncesi bununla bağlantılıdır. Bunun temeli, neden ile etkinin kalıplaşmış karşıt kutuplar olarak diyalektik olmayan biçimde kavranması; karşılıklı etkileşimin tümüyle göz ardı edilmesidir. Bu baylar sıkça, tarihsel bir unsurun bir kez bir diğeri ?nihayetinde ekonomik nedenler? tarafından dünyaya getirildikten sonra karşı etki yaptığını; kendi çevresi, hatta onu ortaya çıkarmış olan nedenler üzerinde karşı etkide bulunduğu­nu neredeyse kasıtlı olarak unutmaktadırlar. Örneğin, Barth?ın papazlar ve din konusunda yaptığı budur (sizin kitabınızın 475. sayfası). Sizin, bayağılığı bütün öngörüleri aşan bu akademi üyesiyle nasıl hesaplaştığınızı görmekten çok mutlu oldum. Bir de onu Leipzig?de tarih profesörü yapmışlar! Belirtmem gerekir ki ?onun gibi kaim kafalı olan ama gerçeklerin değerini bilen? ihtiyar Wachsmuth tümüyle farklı bir adamdı.
Kitap hakkında bunun dışında söyleyebileceklerim, makale­leriniz Dic Neue ZetTda yayınlandığında tekrar tekrar söyledik­lerimin yinelenmesinden başka bir şey olmayacak: Kitabınız, Prusya devletinin doğuşu üzerine var olan sunumlar içinde açık farkla en önde olanıdır. Belirtmem gerekir ki o, gerçekte çoğu konuda gelişmelerin karşılıklı bağlantılarını en küçük ayrın­tısına kadar doğru biçimde geliştiren tek iyi sunumdur. İnsan yalnızca, kitabınıza Bismarck?a kadar olan bütün sonraki ge­lişmeyi dahil edemediğinize üzülüyor ve ister istemez bunu bir başka zamanda yapacağınızı ve eski VVilliam?dan Büyük Seçici* Freidrich William,a kadar tam bir tablo sunacağınızı umuyor. Daha şimdiden başlangıç kabilinden incelemeler yapmışsınız ve bunlar aslında tamamlanmışlar kadar iyi. İşlerin bazen, ne olursa olsun, eski güçsüz kulübe çökmeden önce yapılması ge­rekir. Monarşik-yurtsever söylencelerin çökmesi, sınıf egemen­liğini gizleyen monarşinin kaldırılmasının doğrudan doğruya zorunlu hazırlayıcısı olmasa da ?Almanya?da kusursuz burjuva bir cumhuriyet kurulmadan önce gelişmeler eliyle üstünlük ka­zandığına göre? bu amaca hizmet eden en etkili kaldıraçlardan biri olacaktır.
0 zaman siz Prusya?nın yerel tarihini Almanya?nın içinden geçmekte olduğu genel perişanlığın bir parçası olarak bel im­lemek için daha fazla alan ve fırsat bulacaksınız. Sizin yakla­şımınızdan, özellikle Almanya?nın parçalanmasını hazırlayan koşullara ve 16. yüzyıl boyunca Almanya?daki burjuva dev­rimin başarısızlığına ilişkin düşüncenizden yer yer ayrıldığım nokta bu. Köylü Savaşlan?na tarihsel girişi yeniden ek* aldığım­da ?ki bunu gelecek kış yapmayı umuyorum, bu söz konusu noktalan orada geliştireceğim. Bu, sizin belirttiklerinizin yanlış olduğunu düşündüğüm anlamına gelmiyor; ben onların yanına başkalannı koyuyor ve biraz farklı bir şekilde toparlıyorum.
Alman tarihini (sürekli sefalet durumunun hikâyesini) ince­lerken, her zaman Fransa?nın ona denk düşen dönemleriyle bir karşılaştırmanın doğru bir düşünce olduğunu gördüm; çünkü orada olan her şey sizin ülkenizde olanların tam tersidir. Orada feodal devletin dağılmış parçalarından ulusal bir devletin ku­rulması, tam da bizim en büyük çöküş döneminden geçtiğimiz zamanda gerçekleşti. Orada, bir bütün olarak bu süreç boyunca az bulunur bir nesnel mantık söz konusudur; bizde ise giderek daha fazla tedirgin edici değişiklikler. Orada, Ortaçağ boyunca yabancı müdahale, Kuzey Fransız ulusallığına karşı taşra ulusallığı lehine müdahale eden İngilizlerce temsil edildi. İngiltere ile yapılan savaşlar, her ne kadar yabancı işgalcilerin püskür­tülmesi ve Güney?in Kuzey?e tabiiyetiyle sonuçlanmış da olsa, bir bakıma Otuz Yıl Savaşlan?m ifade eder. Ardından, merkezi iktidarla onun Brandenburg-Prusya?nm rol oynadığı dış ülke­lerdeki varlıklarına yaslanan derebeyi Burgundy arasında, yine de merkezi iktidarın zaferiyle ve ulusal devletin kesin olarak kurulmasıyla sonuçlanan mücadele ortaya çıktı. Tam da o sıra­da, bizim ülkemizdeki ulusal devlet (Kutsal Roma İmparatorlu­ğu içindeki ?Alman Krallığı?na ulusal devlet denebildiği ölçüde) tümüyle çöküyor ve Alman topraklarının yağmalanması büyük ölçüde başlıyordu. Bu karşılaştırma Almanlar için oldukça kü­çük düşürücü ama tam da bu nedenle son derece eğitici. Kal­dı ki işçilerimiz Almanya?yı bir kez daha tarihsel hareketin ön safına geçirmiş olduğu için, geçmişin rezilliğini sineye çekmek bizim için biraz daha kolaylaşmaktadır.
Almanya?nın gelişmesinin bir diğer çarpıcı özelliği, sonunda Almanya?yı kendi aralannda paylaşmış olan yarı devletlerin hiç birinin tamamen Alman olmamasıydı. Avusturya bir Bavye- ra, Brandenburg ise bir Sakson sömürgesiydi; kaldı ki onlar da Almanya içindeki iktidarlarını yalnızca Alman olmayanla­rın, yani yabancıların desteğine dayanarak elde ettiler: Avus­turya Macaristan?ın (Bohemya?yı anmıyoruz), Brandenburg ise Prusya?nın desteğine bel bağladı. Büyük bir tehlike içinde bulu­nan batı sınırında bu tür bir şey gerçekleşmedi. Kuzey sınırında, Almanya?yı Danimarkalılar?a karşı koruma işi Danimarkalılar?a bırakıldı; güneyde ise koruyacak o kadar az şey vardı ki sınır muhafızı İsviçreliler kendilerini Almanya?dan koparmayı bile başardılar!
Her nasılsa, bir sürü konu dışı şeye girdim. Bütün bu boş laflan en azından eserinizin üzerimde nasıl bir etki uyandırdı­ğının kanıtı olarak kabul edin.
Bir kez daha içten teşekkürlerim ve selamlarımla…
Engels
(1)Lessing Söylencesi ilk olarak 1892’de, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin teorik yayını olan Die Neue Zeit’da dizi halinde; 1893 yılında da kitap olarak yayınlandı. mehring’in bu çalışması ona Marksist eleşirinin saygın ustalarından biri konumunu kazandırdı. Plehanov, Mehring’in Lessing’i edebiyat dilinden toplumun diline çevirdiğini, bu yolla, Lessing’in bireysel sanatına ilham veren toplumsal ruh halini yorumladığını yazar. mehring, tarihsel maddeci yazın eleştirisi alanında öncülük yapan eserinde, Lessing ile Prusya kralı II.Friedrich etrafında yaratılmış olan söylenceyi ele alır. Mehring, Lessing Söylencesi’nin girişinde, bu iki kişinin kendi çocukluğunun kahramanları olduğunu yazar. Prusya okullarında okumuş olan Mehring, doğallıkla, gırtlağına kadar yurtsever Friedrich ile doluydu.
Lessing Söylencesi, bir çok Marksist klasik gibi bir polemik olarak yazıldı. Onun ya­zılmasına yol açan şeyin, Lessing?in buıjuva eleştirmen Eriek Schmidt tarafından kaba biçimde yanlış yorumlanması olduğu söylenir. Ancak kitap, Alman edebiyatının 18. yüzyılda içinden geçtiği aydınlanmanın Prusya?nın Avrupalı bir güç olarak doğ­masından kaynaklandığını ve Prusya kralı II. Friedrich?in despotizmi ile klasik Alman edebiyatının doğması arasında yakın ilişki olduğunu kanıtlamaya çalışan yurtsever Alman edebiyat tarihçilerinin tümüne yönelmektedir. Mehring, eserinde bu savların yanlışlığını gösterdi. Lessing Söylencesi kendi çıkarlarının sarsılacağını gören akade­mik çevreler tarafından uzunca süre yok sayıldı.
Lessing bir Prusya yurtseveri değildi ama 1866?da burjuvaziyle uzlaştıktan sonra onun ideolojik tarih yazımına duyduğu gereksinim doğrultusunda, onun elinde bir araç haline geldi. Buna karşın, Lessing?in eserlerinde devrimci bir içerik de vardı ve bu onu yurtsever olmanın yanında bir liberal kılıyordu. Bu yüzden Lessing, kısa süre içinde, buıjuvazi tarafından ?reformcu,? ?liberal? hatta ?sosyalistleri yıkan kişi? ha­line getirildi ve Hohenzollem hanedanının tarihsel misyonunun edebiyat alanındaki simgesi oldu.
Mehring, Lessing Söylencesi adlı eserinde Lessing?in eserlerini buıjuva çarpıtmalar­dan arındırırken, onu gerçekte olduğu gibi gerçeğin ve adaletin peşinde koşan ilerici bir savaşçı olarak yeniden kurar.

Kitabın Künyesi
Tarihsel Maddecilik Üzerine
Franz Mehring
h2o Kitap / Tarih ve Siyaset Kuramı Dizisi
Yayına Hazırlayan : Özcan Özen
Kapak : Gökmen Aldoğan
Çeviri : Halil Çelik
İstanbul, 2012, 1. Basım
96 s.

Franz Mehring ‘in hayatı
Franz Mehring (27 Şubat 1846 Schlawe, Pommern; ? 29 Ocak 1919 Berlin) Wilhelm dönemi Almanyası?nın önde gelen Marksist politikacısı, tarihçisi ve edebiyat eleştirmeniydi. Eserleriyle, tarihsel maddeciliği sosyal demokrat edebiyat ve tarih eleştirisinin yöntemi haline getirdi. Karl Liebknecht ile Rosa Luxemburg?un yakın çalışma arkadaşı olan Mehring?in siyasi çalışmalarına, neredeyse tümüyle, II. Enternasyonal?de ve Alman Sosyal Demokrat Partisi?nde ortaya çıkan oportünizme karşı mücadelede Marksizmin savunusu damgasını vurdu.

Mehring, 27 Şubat 1846 tarihinde, tutucu bir hükümet memurunun oğlu olarak Pommern?in Schlawe kasabasında doğdu. Klasik felsefe ve tarih eğitimini tamamladıktan sonra gazeteciliğe merak saldı ve Alman prensliklerinin birleşmesinin hemen öncesinde, 1867?de Berlin?e yerleşerek, radikal burjuvazinin burada yayınlanan günlük gazetesi Die Zukunft?ta (Gelecek) çalışmaya başladı. 1860?lardan başlayarak işçi hareketiyle ilgilenen; 1867?de August Bebel ve Wilhelm Liebknecht?le 1869?da ise Ferdinand Lassalles?la tanışmış olan Mehring, uzunca süre, sosyalizm karşıtı radikal burjuva bir aydın olarak kalacaktı.

Alman İmparatorluğu?nun kurulmasından sonra, 1871 – 1874 yılları arasında, Alman Parlamentosu ile Prusya Meclisi?nde raportör olarak çalışan Mehring, ayrıca, yine burjuva demokratlarının yayınları olan Frankfurter Zeitung?da ve Die Waage?de yazılar yazdı. 1884 yılında liberal burjuvazinin Berlin?deki gazetesi Volks-Zeitung?un (Halk Gazetesi) yazı işleri müdürü olan Mehring, burada Bismarck?ın Sosyalizm Karşıtı Yasa? sına karşı mücadeleye başladı. Alman burjuvazisinin Prusya militarizmi karşısındaki teslimiyetiyle birlikte siyasi pozisyonlarını gözden geçirmeye başlayan Mehring, 1880 – 1884 yılları arasında Marx?ın ve Engels?in yapıtlarını inceledi. 1886?da sosyal demokrat basınla birlikte çalışmaya başlayan Mehring?in, Alman Sosyal Demokrat Partisi?nin teorik yayını Die Neue Zeit?daki ilk yazısı 1888?deyayınlandı.

1891 Yılında Alman Sosyal Demokrat Partisi?ne (SPD) katılan Mehring, kendisiyle birlikte, Marksist harekete büyük katkı sağlayacak olan zengin bir kültürel birikim de getirmişti. Bu yıllarda işçi sınıfı içinde işçi bürokrasisi ve aristokrasisi gelişiyor, bunun siyasi yansıması olarak, İkinci Enternasyonal ve SPD içinde revizyonizm ve oportünizm giderek güçleniyordu. Mehring, Marksizmin bu akıma karşı savunusuna soyundu. 1902 – 1907 yılları arasında sosyal demokrat gazete Leipziger Volkszeitung?un (Leipzig Halk Gazetesi) yazı işleri müdürlüğünü yapan Mehring, Die Neue Zeit?ta başyazılar yazarken, aynı zamanda 1906 – 1911 yılları arasında SPD?nin parti okulunda dersler veriyordu. Mehring?in gerek yazılarında gerekse derslerinde Marksist pozisyonları savunması, SPD önderliğinin ona karşı açık tavır almasına yol açtı. Mehring?e yönelik bu saldırı, onun Die Neue Zeit?taki önder konumundan uzaklaştırılmasıyla sonuçlandı. Mehring, SPD önderliğinin I. Dünya Savaşı öncesinde sergilediği açık ihanete karşı Karl Liebknecht, Rosa Luxemburg ve Jogiches ile birlikte, Marksist enternasyonalist kanatta yeraldı. 1917 Yılındaki Prusya Meclisi seçimlerinde milletvekili seçilen Mehring, yetmişi aşan yaşına karşın, Alman işçi sınıfının Marksist devrimci önderliği olarak Spartacus Birliği?nin kuruluşunu destekledi ve 1919?da Alman Komünist Partisi?nin kurucu üyeleri arasında yerini aldı. Mehring, partisi?nin kuruluş kongresinden dört, yoldaşları Karl Liebcknecht ile Rosa Luxemburg?un katledilmesinden iki hafta sonra, 29 Ocak günü, Berlin?de, akciğer iltihaplanmasından tedavi gördüğü hastanede öldü.

Lenin ve Troçki’nin de yazılarında sık sık atıfta bulundukları önde gelen Marksistlerden birisi olan Mehring’in Türkçedeki ilk kitabı Tarihsel Maddecilik Üzerine, Prinkipo Yayıncılık’tan çıktı.
kaynak: Vikipedi, özgür ansiklopedi