Varlığın İçkin Dansı: Spinoza, Heidegger ve Deleuze Üzerine Bir Deneme

Monizmin Tekil Düzlemi

Spinoza’nın monist ontolojisi, varlığın tek bir tözde, Tanrı ya da Doğa’da birleştiğini savunur. Bu töz, sonsuz nitelikleriyle her şeyi kapsar; bireyler, nesneler, düşünceler, yalnızca bu tözün geçici ifadeleridir. Spinoza için gerçeklik, nedensel bir determinizmle işler; her şey, kendi doğasından zorunlu olarak akar. Bu, özgürlüğü bir yanılsama gibi gösterebilir, ancak Spinoza özgürlüğü, insanın kendi doğasını anlama ve ona uygun yaşama kapasitesinde bulur. Bu monizm, bireyi evrensel bir bütünün parçası kılar; ne var ki, bu bütünlük, bireysel varoluşun özgüllüğünü yutma riski taşır. Spinoza’nın dünyasında her şey içkindir, hiçbir şey aşkın bir öteye işaret etmez. Bu, hem teskin edici hem de ürkütücü bir vizyondur: Her şey bir, ama bu birlikte birey ne kadar görünür kalır?

Dasein’in Varoluşsal Çığlığı

Heidegger’in “Dasein” kavramı, Spinoza’nın bu evrenselci monizmine bir itiraz gibi yankılanır. Dasein, “orada-olan” insan varlığıdır; dünyaya fırlatılmış, kendi sonluluğuyla yüzleşen ve varoluşunu sorgulayan bir varlık. Heidegger için insan, Spinoza’nın tözünün bir modifikasyonu değil, kendi anlamını yaratma sorumluluğuyla yüklenmiş bir özgürlük alanıdır. Dasein’in dünyası, kaygı ve ölüm bilinciyle şekillenir; bu, Spinoza’nın dingin determinizmine zıttır. Heidegger, varlığın anlamını evrensel bir tözde değil, bireyin otantik varoluşunda arar. Ancak bu otantiklik, bireyi toplumsallıktan koparabilir; Dasein, kendi özgürlüğüne ulaşırken yalnızlığın uçurumuna yuvarlanma riskiyle karşı karşıyadır. Heidegger’in dünyası, Spinoza’nın içkin düzlemine karşı bir isyan gibi görünür: Birey, evrensel birliğin değil, kendi varoluşsal geriliminin taşıyıcısıdır.

Deleuze’ün İçkinlik Köprüsü

Ulus Baker’in bu iki düşünceyi birleştirme çabası, Deleuze’ün içkinlik kavramında kristalleşir. Deleuze, Spinoza’nın monizmini alır ve ona Heidegger’in bireysel varoluş vurgusunu katar. İçkinlik, Deleuze için, varlığın aşkın bir öteye ihtiyaç duymadan kendi içinde çoğaldığı bir düzlemdir. Bu düzlemde, Spinoza’nın tözü statik bir birlik olmaktan çıkar; dinamik, farklılaşan ve yaratıcı bir süreç haline gelir. Heidegger’in Dasein’i ise bu süreçte bir özne değil, bir olay olarak yeniden düşünülür: Dasein, içkin düzlemin bir kıvrımı, bir yoğunlaşmasıdır. Baker, bu çerçeveyi kullanarak, bireyin hem evrensel bir akışın parçası olduğunu hem de kendi tekilliğini koruduğunu savunur. Deleuze’ün içkinliği, Spinoza’nın determinizmiyle Heidegger’in özgürlük arayışını uzlaştırır; ne var ki, bu uzlaşma, bireyin tarihsel ve toplumsal bağlamda nasıl konumlanacağı sorusunu açık bırakır.

Tarihsel ve İdeolojik Kırılmalar

Bu felsefi karşılaşma, yalnızca soyut bir tartışma değil, aynı zamanda tarihsel ve ideolojik bir sorgulamadır. Spinoza’nın monizmi, modernliğin rasyonel düzen arayışını yansıtır; her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu bir dünya, kapitalist sistemin küresel ağlarına da ilham vermiştir. Heidegger’in Dasein’i ise, bu düzenin anonymitesine karşı bireyin isyanını simgeler; faşizmin gölgesinde bile, otantik varoluş arayışı, bireyi totaliter sistemlerden kurtarma vaadi taşır. Deleuze ve Baker, bu iki yaklaşımı, modernitenin hem birleştirici hem de parçalayıcı etkilerine karşı bir direniş aracı olarak okur. İçkinlik, ne evrensel bir sistemin ne de bireysel bir kaçışın zaferini ilan eder; bunun yerine, farklılıkların bir arada var olduğu bir çoğulluk önerir. Ancak bu çoğulluk, kapitalist düzende kolayca metalaşabilir; özgürleştirici bir vizyon, yeni bir kontrol biçimine dönüşebilir.

Sanatsal ve Mitolojik Yansımalar

Bu düşünceler, sanatta ve mitolojide de yankılanır. Spinoza’nın monizmi, bir Rönesans tablosunun harmonik kompozisyonunu andırır; her fırça darbesi, büyük bir bütünün parçasıdır. Heidegger’in Dasein’i ise, bir ekspresyonist çığlık gibi, bu armoniyi yırtar; bireyin kaygısı, tuvalde kaotik bir leke olarak belirir. Deleuze’ün içkinliği, bu iki estetiği birleştirir: Soyut sanatın akışkan formları gibi, hem birliği hem de farklılığı kucaklar. Mitolojik düzeyde, Spinoza’nın tözü, bir panteist kozmosun yaratıcı ruhunu; Heidegger’in Dasein’i, Prometheus’un tanrılara karşı isyanını; Deleuze’ün içkinliği ise, kaos ve düzen arasında salınan bir Dionysos’u çağrıştırır. Baker, bu imgelem üzerinden, felsefenin yalnızca kavramsal değil, aynı zamanda yaratıcı bir eylem olduğunu vurgular.

Sonuçsuz Bir Ufuk

Spinoza, Heidegger ve Deleuze arasındaki bu gerilim, kesin bir çözüme ulaşmaz; aksine, düşüncenin sürekli yeniden şekillendiği bir alan açar. Baker’in Deleuze’ü aracı kılması, felsefeyi bir sistem kurma çabasından çok, bir varoluş pratiği olarak görmemizi sağlar. İçkinlik, ne Spinoza’nın evrensel birliğine ne de Heidegger’in bireysel özgürlüğüne tam olarak teslim olur; her ikisini de yeniden düşünmeye zorlar. Bu, hem umut verici hem de tedirgin edici bir davet: İnsan, kendi varlığını hem evrensel bir akışta hem de tekil bir an’da nasıl kurabilir? Soru, yanıtlanmaktan çok, yaşanmak için vardır.