Veba – Andreas Frangias ‘Dün karanlıktı; ya gelecek!’

veba_-_andreas_frangiasVeba deyince, edebiyat tarihinde ilkin Albert Camus’nün yapıtı akıllara geliyor. Ancak aynı adlı bir eser daha var;  o da Andreas Frangias’ın Veba’sı. Yunan edebiyatının başyapıtlarından biri olarak nitelenen Veba, anti-ütopya olma özelliği de taşıyor. Bu bağlamda öncelikle ütopya ve anti-ütopya kavramları üzerinde kısaca durmak zorunlu gözüküyor.
Ütopya ve Anti-Ütopya
Kelime anlamı ‘olmayan yer’ şeklinde açıklanabilen ütopya, Yunanca ‘ou’ (yok) ile ‘topos’ (yer, ülke) sözcüklerinin bileşiminden meydana geliyor. Thomas More’un 1516’da kaleme aldığı Ütopya (özgün adı De Optimo reipublicae Statu de que Nova Insula Utopia) isimli yapıtıyla yaygınlık kazanan kavram, gerçekleşmesi imkânsız toplum tasarımlarına işaret ediyor.

Ütopyanın olumsuz kullanımı olan ‘distopya’ veya ‘anti-ütopya’ ise, totaliter ve baskıcı toplum ve yönetimleri betimleme amacı taşır. George Orwell’ın 1984’ü ve Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı, anti-ütopyaların en bilinenleridir. Anti-ütopyaların en belirgin özelliği, ütopyalardakine benzer şekilde, mümkün olanın ortaya konmasıdır. Ancak çoğunlukla olabileceklerin dehşeti ana tema şeklinde işlendiği için ütopyalardan ayrılır.

Baskı ve Yıldırı
Yukarıdaki anlatıma bakıldığında, anti-ütopyanın tüm özelliklerini barındıran Veba’da, bir toplama kampı niteliğindeki kentte uygulanan baskı ve yıldırının en baştaki örneği, çalışanların su içmek için bile müdürlerinden izin alması gerektiğine dair betimlemedir.

Sineklerin saldırısına uğrayan kentte, kişiliği elinden alınmış, herkesleştirilmiş ve silikleştirilmiş insanlar için belli bir süre sonra ‘varoluşun anlamı’ yakaladığı sineklerin çokluğuna indirgenir. Bu, aynı zamanda bir emirdir. Ağır koşullara boyun eğme ve çalışma ‘ruhların temizlenmesi’ ve ‘ahlaki açıdan yeniden yapılanma’ demektir öte yandan.

Kentteki insanların ‘varoluşunun anlamı’ ya da ‘varlık nedeni’ hiç durmadan çalışmaktır. Kişilere, vaat edilen ‘en yüce hedefe’ çalışmayla ulaşılacağı; böylece varoluşlarının boşa gitmeyeceği ve bunun rüzgârla bile sürüklenemeyeceği benimsetilir. Taşlar kırılır, çukurlar kazılır, bunlara ek olarak da kenti istila eden sineklerden yirmi adet toplaması için insanlar üzerindeki baskı arttırılır. Sinek avlamanın ödülü ise yemek alabilmektir. Sayıyı tutturabilen, o günkü yemeği almaya hak kazanır. Ancak yeterli sayıda sinek yakalamayanlar önce yetkili kurul önüne çıkarılır, sonra da ağır cezalara çarptırılır.

‘Taş gibi olmak’
Avlanan sinekler borç kapatmakta da kullanıldığından, sinek hırsızlığı yaygındır. Sinek yakalamak, taş taşımak gibi bir yarıştır aynı zamanda; yarışın kendisi de hayatta kalmaktır:

‘İşte sinekler ve taşlar, doğanın iki temel unsurudur. Gün boyunca yaşam bu ikisiyle ölçülmektedir. Sanırsın ki dünyanın kuruluşundan beri bu böyledir. Sinekler ve taşlar. Hayatın boyunca taş taşıyordun ve sinek topluyordun. Elinden kaçırdığın bir tanesini avuçlamak için elini uzatırken öleceksin. Böylece dünya üzerindeki borcunu azaltmış olacaksın. Hayatın boyunca kaç sinek yakaladığın, kaç defa elinden taş düşürdüğün, gülünç ve aynı zamanda alçak bir insan olduğunu dağın tepesinden haykırırkenki açık isteksizliğin de dahil, tüm bunların hepsi haneye kaydedilmektedir’ (s. 46). Böyle bir ortamda yaşayabilmenin, daha doğrusu olup bitene katlanabilmenin temel koşulu ‘taş gibi, umursamaz olmaktır’ (s. 49).

Sinekler avlanır ve borçlar ödenirken her şeye rağmen hayatta kalma mücadelesi buradaki en önemli istektir. ‘Yaşamı güya değeri olmayan bir şey zannedip yanlış bir izlenime kapılmamak için her şey eksiksiz, güzel ve hoş olmalıdır.’ Tüm çaba bunun içindir! Çünkü ‘hayatın değerinin olmadığı düşüncesi, burası için ağır bir hakaret ve altından kalkılamayacak bir günahtır’ (s. 62).

Fareler ve ‘insanlar’
Yaşamın, daha yerinde bir ifadeyle işleyişin değişmezliği çarpıcı biçimde şöyle vurgulanır: ‘Tüm nüfus çalışıyor, sinekleri yakalıyor ve akşam olunca, kötü ve uygun olmayan hal ve hareketlerinin kaydedilmesini bekliyor. Bunlar, ruhlarına ebediyen yük olan eski ve yeni günahlardır. Bunun ötesinde hiçbir şey yok’ (s. 65-66).

İnsanların gelip yaşadığı mekânlar, görevli ekiplerin kazdığı harçsız duvarlarla örülü mezarlardan başka bir yer değildir. Hastalık taşıyan farelerle birlikte yaşayan insanlar için mezarlar ‘ev’ demektir. Taş taşıyan, sinek avlamak zorunda olan ve fare imha eden; benliğinden koparılmış, kişisizlikleştirilip değersizleştirilmiş ‘insanlar’ın ‘evleri’ mezarlar olunca, ölü gibi yaşama gibi bir gerçek de belirir. Bir başka deyişle, onca eyleme rağmen yaşam durağandır; baskı ve yıldırı, yaşamı bu şekle sokmuştur.

İnsanın değeri
Romanda geçen karşılıklı konuşmada, insanların ‘değeri’ ve işlevi de tam olarak anlaşılır: ‘Gayet iyi bilmen gerekir ki burada insanları birbirine düşürüyorlar’ (s. 174). Bunun yanı sıra, sistematik baskı ve yıldırının sürdüğü bir ortamda direnişin anlamını yitirdiğini düşünenler de bulunur: ‘Et ve kemikten oluşuyorsun, niye kendini sakatlayasın ki ? (…) Kahraman mı olmak istiyorsun? Karanlıkta kalacak bir kahramanlık anlamını yitirir kahramanların her zaman adı duyulur, yoksa sıradan kurban olup giderler’ (s. 188).

Direnişin anlamsızlığını savunanların yanında, umutsuzluğa kapılanlar da yok değildir. Kendini güçsüz hisseden, çalışma koşullarının ruhunu elinden alıp götürdüğünü duyumsayanlar da bulunur: ‘Hepimiz zayıfız, çok zayıf; çok önceden yenilmişiz. Eğer olur da bu gece dayanırsanız, yarın, ertesi gün, üç yıl sonra, sekiz yıl sonra, bilemedin yirmi beş yıl sonra ne olacak?’ (s. 189).

Sineklerle beraber, farelere karşı yürütülen savaş, beri yandan ‘doğaüstü güçlere ve kadere karşı’ da sürdürülmektedir (s. 196). Özellikle farelerin imha edimesi en yüce görev olarak belirlenmiştir. Öte taraftan, fareler için alınan önlemler ve hazırlanan ilaçlarla beraber kentteki gerginlik de artmaktadır. Tedbirler ve baskı sıkılaştırılır. Frangias, romanın sonuna doğru şunu vurgular: ‘Orman kanunlarının egemen olduğu yaşam seni dört bir taraftan kuşatarak sıkıştırmaya başlıyor. İnsanın vicdanı acaba böyle mi değerlendiriliyor? Yani vücudunu delip geçmelerinin, kemiklerini kırmalarının ve beynini zorlamalarının verdiği acıyla mı?’ (s. 220). Romanın bitişinde Frangias’ın da dediği gibi o kadar baskı ve yıldırıya, ezilen onura, yok edilen kişiliğe rağmen ‘o inanılmaz insanlar hayatta kalmayı başarmıştır’ (s. 224).

Makronisos
Açıkça belirtmese de Veba’da olayların geçtiği yer, Frangias’ın 1950-52 yılları arasında tutuklu olarak askerlik hizmetini tamamladığı Makronisos adasıdır. Buranın temel özelliği insan onurunun ayaklar altına alındığı, kişiliğin ortadan kaldırıldığı ve insanın çözüldüğü ya da çözülmeye çalışıldığı bir yer olmasıdır.

Nazi işgaline ve Yunanistan’daki iç savaşa tanıklık eden, yapıtları nedeniyle soruşturulan Frangias’ın 1972’de tamamladığı Veba adlı romanında, mekânla beraber insanların da adı yoktur. Kişiler, yalnızca karakteristik özellikleriyle (örneğin denetçi, usta başı, ürkek, avcı olarak) okuyucu karşısına çıkar.

Veba’nın bir başka özelliği, 21. yüzyıl insanına da dokunmasıdır. Ekonomik özne veya daha doğru deyişle nesne olduğu ölçüde ‘değerli’ sayılan insan, Veba’da yakaladığı sinek, taşıdığı taş ya da öldürdüğü fareye göre ‘değer’ biçilen insanla eşleştirilebilir.

Romanda yer verilen ağır çalışma koşulları altında ezilmenin; adı, benliği ve onuru silinen ya da örselenen insan betimlemesi, bugünün insanıyla benzerlikler taşımaktadır.

Veba’da, Makronisos adasında her şeye karşın hayatta kalmayı başaran insanı ve onun mücadelesini anlatan Andreas Frangias, çağının baskıcı yönetimlerinden zarar gören herkese ve aslında onuru her şeyin üstünde tutan insanlara sesleniyor. Ali Bulunmaz, 2 Nisan 2009, Cumhuriyet Kitap

IRMAK ZİLELİ, 13/03/2009 Tarihli Radikal Gazetesi Kitap Eki
“Veba”, bir zamanlar dünyayı nasıl kasıp kavurduysa, toplu insan ölümlerine yol açtıysa, iktidarların uyguladığı sistematik şiddetin yarattığı yıkım da o kadar büyüktür. Geçmişte yaşananların, gelecekte yaşanmayacağını kimse söyleyemez.
Ütopya, ?olmayan yer? demek. Aslında ?güzel yer? anlamına gelen Eutopia?ya bir gönderme de içeriyor. Gerçekleşmesi olanaksız hayallerin anlatımı. İdeal bir toplum anlatısı içeren romanlar bu türe dâhil ediliyor. ?Olmayan yer? tarifi, altında ?olmayacak yer? anlamını da barındırıyor… Peki distopya” Vikipedi?ye bu sözcüğü girdiğinizde şöyle bir tanımlamayla karşılaşıyorsunuz: “Distopik bir toplum, otoriter-totaliter bir devlet modeli, ya da benzer bir başka baskıcı sistem altında karakterize edilir.? (“Distopya” ya da sık sık yerine kullanılan ?anti ütopya” kavramının açıklaması hiçbir ansiklopedide, sözlükte yer almıyor.)
Yukarıdaki tanımlama, ?olmayan bir yere? değil de, yaşadığımız, gördüğümüz, tanık olduğumuz bir modele işaret ediyor. O halde, distopyanın ?olanaksızlık? kavramıyla bir ilişkisi yok. Aksine; tarihe, dünya üzerindeki uzak/yakın coğrafyalara baktığınızda distopya örneğine uygun sayısız ?olan yer?den söz edebilirsiniz. “Dis” sözcüğünün Yunancadaki karşılığı: Kötü, hastalıklı, anormal… Kötülüğün kol gezdiği bir dünyada distopik toplumların bir ?anormallik? olarak tarif edilmesi de bir başka ironi…
Yine de distopya türü anlatıların, gerçekçi edebiyat eserlerinden bir farkı olmalı. Distopya anlatıları, bize içinde bulunduğumuz toplumların hastalıklı ve kötücül yanlarını, bu kötülüğün egemen olması, tüm toplumu ve hatta dünyayı sarması halinde ne yaşanacağını anlatmak üzere oluşturulmuş kurgulardır. Hastalık vücutta var. Peki ya salgın halini alırsa? İkinci Dünya Savaşı yılları, Hitler Almanyası, İtalya?da Mussolini, İspanya?da Franko rejimi… Tüm bu kişiler, devletler, dönemler ve bu ülkelerde yaşananlar gerçektir. Her biri bizlere distopik toplumların özelliklerini sunar. Buralarda yaşananlar, distopya yazınında karşımıza çıkan örneklerden hiç de farklı değildir. Okurda, bir kâbusun içindeymiş hissi uyandıran distopya anlatıları aslında, faşizmi anonimleştirir ve her an, her yerde, herkesin kendini bu karanlığın içinde bulabileceğinin sinyallerini verir. Geleceğin ürkütücü bir kurgusunu yaparak bir bakıma uyarır.
Yunanlı yazar Andreas Frangias?ın Veba romanı da distopyanın tüm bu özelliklerini taşıyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası edebiyatın ilk dönemine ait bir yazar olarak görülen Frangias?ın bu eseri ismiyle de salgın hastalığa işaret ediyor. Ne demiştik? Hastalık ya salgına dönüşürse? Frangias, baskıcı iktidarların, faşizmin bir tür veba gibi bulaşıcı ve öldürücü olduğunu anlatıyor. Veba, her ne kadar çevirmeni kitaba yazdığı önsözde adres verse de, adı bilinmeyen bir mekânda ve zamanda geçiyor. Çevirmen İbrahim Kelağa Ahmet, romandaki olayların siyasi mahkûmların sürgüne gönderildiği Atina?nın güneyindeki Makronisos isimli bir adada yaşandığını söylüyor. Yazarın kendisi de Makronisos?un sistemli şiddet uygulanan tipik bir yer olduğunu belirtiyor. Makronisos, bu distopya anlatısının çıkış noktasını oluştursa da yazarın olayları mekândan, zamandan ve her türlü isimden bağımsız ele alışı, yaşananların genelleştirilebileceğini söylüyor bize. Önemli bir başka nokta da, romandaki kişilerin hiçbirinin isimleriyle anılmıyor olması. Bu da yine sistemli şiddet uygulamalarının sadece belli bir ülkeye özgü olmadığını, yalnızca o ülke insanlarını baskı altına almadığını anlatıyor. Sen, ben, o değil, tüm insanlık bu tehditle karşı karşıya…
İnsanların isimlerinin olmayışının ikinci bir anlamı kendini bir diyalogda gösterir. Yetkili, bir ?sakin?e ismini sorar. Ancak sakin, bir zamanlar bir ismi olduğunu bile hatırlamadığını söyler, bu duruma kendisi de şaşırarak. Ve, ?Uzun süreden beri ona ihtiyacım olmamıştıÖ? der. Bu cümle, söz konusu toplumda bireyin nasıl yok edildiğini, birinin ötekinden hiçbir farkı olmadığını, insanların nasıl kimliksizleştirildiğini çarpıcı bir biçimde anlatır. Aynı zamanda burada yaşayan insanların yüzleri her geçen gün birbirine benzemeye ve hatta belirsizleşmeye başlar… İsmi olmayan kimliksiz insanlar için tutunacak ikinci dal da böylece kırılır…

Varoluşun göstergeleri kaybolurken…
Akşamları ahlaki ve ruhsal uslandırma toplantıları yapılır, rutin olarak. Bu toplantılarda konuşanların sesi son derece monoton ve mırıltı halinde çıkar. Bir gün öncekiyle bir gün sonrakini birbirinden ayırmak olanaksızdır. Kimliksizleşme burada da gösterir kendini. Bir ismi, bir yüzü olmayan insanların zaman için de sesleri de tek tipleşmektedir. Varlığımıza/varoluşumuza dair göstergeler birer birer yok olur…
Burası, sabah masallarının anlatıldığı, ?şüpheli sessizliğin? ve ?mutlak yalnızlığın? egemen olduğu bir yerdir. Her çeşitten görevlinin, gözcülerin, resmi denetçilerin, ahlak yargılayıcılarının kol gezdiği, her an herhangi birinin olmayacak bir şeyle suçlanabileceği, herkesin şüpheli olduğu bir yer… Üzerinize her an her renk leke bulaşabilir. Ne zaman, nereden, nasıl bir saldırı gelebileceğini bilemezsiniz. Ama daha kötüsü, üzerinize bulaşmış lekeyi çıkartmanın tek bir yolu vardır; derinizi yüzmek…
Kazara burayı ?cehennem? olarak nitelerseniz mutlaka cezalandırılırsınız. Bir yetkiliye ?aşağılık herif? demenin de bedeli ağırdır. Veya bir yerde bir önderi alkışlamadıysanız, bir konuşmayı ?ilgisiz? dinleme gafletinde bulunduysanız, işinizin başına kendi iradenizle geçmediyseniz, bir denetçi bakışlarınızdan ?bu hayvan herifler? küfrünü okuduysa vay halinize!
Hatta bir gün, resmi prosedüre göre ?ölü? olduğunuzu bile öğrenebilirsiniz. Bir insan iki kez ölemeyeceğine göre, o andan itibaren sizden artık bir başkasının kimliğiyle yaşamanız istenecektir. Hatta bu kimlik bir insana ait bile olmayabilir! Örneğin atış yarışmalarında kullanılan bir maket olmanız istenebilir. Kimliksizleştirme operasyonu, size yeni bir kimlik edindirilmesiyle başka bir boyut kazanır. ?Resmen? yaşamıyorsunuzdur artık… Bu yeni kimlikleri kabul etmezseniz eğer, o zaman yapılacak şey sizi bir kafese kapatıp aç, susuz bırakmak ve insan organizmasının direncini ölçmek için bir deneğe dönüştürmek olacaktır. Pişmanlık duyana dek…
Sakinlerin yaşadığı evlere ?mezar? denilen, bir toplama kampını andıran bu yerde her an çalışmak zorundasınızdır. Bir dağın tepesine taş taşımakla, bir yaralıyı omuzlayıp saatlerce yürümekle, sinek yakalamakla ve daha sayısız ?işle? yükümlüsünüz/hükümlüsünüzdür. Kaderiniz bu işleri yapıp yapmamanıza, yakaladığınız sinek sayısına bağlıdır. Eğer dayanacak gücünüz kalmaz da, ?daha fazla devam edemeyeceğim? derseniz tek başına düşünmeniz için bir ya da iki gece bir yere kapatılırsınız… Yılgınlık anlarında ölümü seçmeye bile hakkınız yoktur…
Andreas Frangias?ın romanı, ?Gerçek şu ki, o şaşırtıcı insanlar hayatta kalmayı başardılar!? cümlesiyle sona eriyor. Nefes alıp vermek ?yaşamanın? işareti sayılabilir mi? Böyle bir toplumda evet… Romanda akıl hastalarına verilen bir ilaçla ilgili şu gönderme bunun yanıtını da içeriyor: ?Skopolamin bir ilaçtır. Akıl hastalarına enjekte edilir ve onların gevşemesini sağlar. Akli dengesizliği tedavi etmez, hastayı etkisiz hale getirir ve sinirlerini yatıştırır.?
Olan yalnızca budur… İnsanlar uyuşturularak ve yatıştırılarak nefes alıp vermeyi sürdürürler… Zaten bir ölüden farksızdırlar artık. ?Mezarlarında? derin uykudadırlar.
Kimse sizi sinek avına zorlamasa da, yüksek bir dağın tepesine her gün tonlarca ağırlığında taş taşımanız gerekmese de, hâlâ bir isminiz olsa da, evleriniz birer mezara dönüşmemişse de, uzak bir diyara ait gibi gelmez Andreas Frangias?ın anlattıkları. Veba, bir zamanlar dünyayı nasıl kasıp kavurduysa, toplu insan ölümlerine yol açtıysa, iktidarların uyguladığı sistematik şiddetin yarattığı yıkım da o kadar büyüktür. Geçmişte yaşananların, gelecekte yaşanmayacağını kimse söyleyemez. Bu yüzden de distopyalar, ütopyanın tersi, yani ?olumsuz? ütopya değildir. Keşke öyle olsalardı. En azından ?gerçekleşmesi mümkün olmayan? bir karabasan gördüğümüzü düşünür teselli bulurduk…

Veba/ Andreas Frangias/ Çeviren: İbrahim Kelağa Ahmet/ İthaki Yayınları/ Şubat 2009 / 224 s.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir