VAROLUŞSAL BOŞLUK
Varoluşsal boşluk, yirminci yüzyılın yaygın bir olgusudur. Bu anlaşılır bir şeydir; bunun nedeni, gerçek bir insan olduktan sonra insanın yaşadığı iki yönlü bir kayıp olabilir. Tarihin
şafağında insan, bir hayvanın davranışlarını belirleyen ve güvence altına alan bazı hayvanca içgüdülerini kaybetmiştir. Cennet gibi, bu güvenlik de insana sonsuza kadar kapanmıştır; insan seçim yapmak zorundadır. Ne var ki buna ek olarak insan, davranışlarını yönlendiren geleneklerin hızla azaldığı son gelişme döneminde, bir başka kayıpla daha yüz yüze gelmiştir. Hiçbir içgüdü ona ne yapacağını söylemez. Hiçbir gelenek ona ne yapması
gerektiğini söylemez; bazen neyi arzuladığını bile bilmez. Bunun yerine ya diğer insanların yaptığı şeyleri arzular (uydumculuk) ya da diğer insanları^ kendisinden yapmasını istedikleri şeyleri yapar (totalitercilik).
Son zamanlarda yapılan istatistiksel bir araştırma, Avrupalı
öğrencilerin arasında yüzde 25’inin şöyle ya da böyle belirgin bir
varoluşsal boşluk gösterdiğini ortaya çıkarmıştır. Amerikalı öğrencilerde bu, yüzde 60 olarak gözlenmiştir.
Varoluşsal boşluk temel olarak kendini can sıkıntısı durumunda dışavurur. İnsanlığın, bunaltı ve can sıkıntısından oluşan iki uç arasında sonsuza kadar mekik dokumaya mahkûm olduğunu söyleyen Schopenhauer’i anlayabiliriz. Gerçekte bugün can sıkıntısı, bunaltıdan daha çok soruna yol açmakta ve elbette psıkiyatristlere, çözüm bekleyen daha çok sorun sunmaktadır. Ve bu sorunlar giderek daha çok belirleyici olmaktadır, çünkü ilerleyen otomasyon, bir olasılıkla, ortalama çalışanın boş zamanında büyük bir artışa yol açacaktır. Bunun üzücü olan yanı, bu insanların, yeni kazandıkları boş zamanlarında ne yapacaklarını
bilmemeleridir.
örneğin, “Pazar günü nevrozu”nu, yani hafta içinin yoğun işlerinin telaşından sıyrılan ve kendi içlerindeki boşluk belirginleştiği zaman yaşamlarının içerikten yoksun olduğunun farkına varan insanların yaşadığı tatil depresyonunu ele alın. Birçok intihar
olayı, bu varoluşsal boşluğa (vakuma) bağlanabilir. Depresyon,
saldırganlık, uyuşturucu vb. alışkınlığı gibi bu türden yaygın olguları, bunların altında yatan varoluşsal boşluğu kavrayamadığımız sürece anlayamayız. Bu ayrıca emeklilerin ve yaşlı insanların
yaşadığı krizler için de geçerlidir.
Ayrıca varoluşsal boşluğun kendim gösterdiği çeşitli maskeler
ve kılıflar da söz konusudur. Bazen engellenen anlam istemi, en
ilkel güç istemi olan para istemi de dahil olmak üzere, bir güç istemi ile temsilî bir yoldan dengelenir. Diğer durumlarda, engellenen anlam isteminin yerini haz istemi alır. Varoluşsal engellenmenin birçok durumda cinsel dengeleme ile sonuçlanmasının
nedeni budur. Bu tür durumlarda cinsel libidonun, varoluşsal
boşlukta serpilip yayıldığını gözlemleyebiliriz.
Nevrotik durumlarda benzer bir olay baş gösterir. Daha sonra değineceğim bazı yeni denetim mekanizmaları ve kısır döngü
oluşundan vardır. Ne var ki, bu semptomolojinin, bir varoluşsal
vakuma sızdığı ve burada gelişmeyi sürdürdüğü tekrar tekrar
gözlenebilir. Bu tür hastalarda ele almak zorunda olduğumuz
şey, noöjenik nevroz değildir. Buna karşın logoterapiyi psikoterapiye destek olarak kullanmadığımız takdirde, hastanın durumun üstesinden gelmesini kesinlikle başaramayız. Çünkü varoluşsal boşluğu doldurmak yoluyla hastanın, ileride geri tepmeler
yaşaması önlenmiş olur. Bu nedenle logoterapi sadece noölojik
olaylar için değil, aynca psikojenik (ruhsal kökenli), hatta somatojenik (bedensel kökenli) (yalancı) nevroz olaylan için de tavsiye edilmektedir. Bu ışık altında bakıldığında Magda B. Amold’un
bir ifadesi haklılık bulmaktadır: “Ne kadar kısıtlı olursa olsun,
her terapinin bir açıdan aynca logoterapi olması gerekir.”8
Hastanın, yaşamın anlamının ne olduğunu sorması halinde
ne yapabileceğimize bir bakalım.
Viktor E. Frankl,
İnsanın Anlam Arayışı
Çeviren: Selçuk Budak
Okuyan Us Yayınları