Virginia Woolf Romancılığı – PINAR GÜNER

Modernist İngiliz romanının öncülerinden Woolf’a göre “yazar tutsak olmasaydı, yapıtlar gelenek üzerine değil, kendi duyguları üzerine kurulurdu. Kaldı ki gerçek yaşamda insan ruhu, başat olarak, geleneksel romana zorla sokulan güldürü, ağlatı, sevgi öğelerinden değil; sağanak halinde üzerine boşalan izlenimlerden oluşur.” Bu saptamadan hareketle Woolf, hayatı boyunca insanların nasıl düşündüğü, hissettiği ve bunun edebiyata nasıl yansıtılabileceği üzerine kafa yormuş yenilikçi bir yazardır. Geleneksel romandan ziyade şiir-roman, deneme-roman, şiir-oyun gibi karma türler üzerine çalışmış ve dokuz roman kaleme almıştır.

İlk İki Romanı ‘Ölü’ Yapıtlarından…


Woolf’un ilk iki romanı Dışa Yolculuk (1915) ve Gece ve Gündüz (1919) yazarın “Mrs. Brown ve Mr. Bennett” isimli denemesinde bir eleştirmen olarak karşı çıktığı geleneksel gerçekçi İngiliz romanının özelliklerine uyan, tasarladığı kendine ait yöntemi henüz bulamadığı romanlardır. Her ikisinde de Mrs. Dalloway, Deniz Feneri ve Dalgalar’dan farklı olarak belli bir olay örgüsü, başı sonu olan bir öykü vardır.
Dışa Yolculuk’ta zengin bir armatörün kızı olan Rachel Vinrace yaşama sevincinden yoksun olarak tutucu bir çevrede yetişmiştir. Yirmi dört yaşına gelmesine karşın gerçek anlamda henüz yaşamamış, piyanosunun müziğinden başka hiçbir nedenle duygulanmamış biridir. Rachel, yaşamın ne olduğunu sorguladığı bir dönemde gemiyle Atlantik kıyılarındaki Santa Marina Adası’na açılır. Bu yolculuk aynı zamanda onun dış dünyaya, yaşama, aşka ve son liman olan ölümün sonsuzluğuna ulaşmasını da sağlar. Eleştirmen Dorothy Brewster’a göre, Woolf daha sonraki romanlarında hastalığı ve ölümü bu denli inandırıcı vermemiştir. Buna Mrs. Dalloway’deki Septimus Warren Smith’in intiharının dâhil olmadığını sanıyoruz.
Woolf kendi intiharını o zamanlardan tasarlarmışçasına, birçok romanında olduğu gibi, sularda ölüm imgesini kullandığı bu ilk romanında, Rachel’ın sevgilisi Terence ölümün aşklarını ölümsüzleştirdiğini düşünerek mutlu olur. Böylelikle, Woolf’un karakterlerinde kilit bir unsur olan insan ruhunun karmaşıklığının ve çelişkisinin burada da yansıtılmaya çalışıldığını düşünürüz. Romanda bir ara eşiyle birlikte geminin yolcuları arasına katılan Mrs. Dalloway isminde yüksek sınıftan bir kadının olması, yazarın ileride yazacağı başyapıtın belki de içinde çoktan tohumlandığının bir göstergesidir.
1919’da yayımlanan ve yine gerçekçi İngiliz romanı yapısındaki Gece ve Gündüz, yazarın olgunluk dönemi romanlarından farklı olarak oylumludur. Bloomsbury grubunun parlak üyelerinden olan Leonard Woolf, eşinin ilk iki kitabını, Üç Gine ve çok sonraları yazacağı Yıllar ile birlikte “ölü” yapıtları arasına koyar. Buna karşın, Yıllar’dan farklı olarak Gece ve Gündüz merak unsurunu koruduğu için sürükleyicidir. Roman ismini, son bölümlerde açıklanan, insanın kendi karanlık iç dünyasından ayrılıp dış dünyanın aydınlığına kavuşma felsefesinden alır. Romanın başkişisi, bir insanın düşüncesiyle davranışı; kişisel yaşamıyla toplumsal yaşamı arasında derin bir uçurum olduğu düşünen Katherine Hilberry’dir. Konu, bir genç kızla delikanlının nişanlarını gizlice bozarak kendilerine yeni eşler bulmalarıdır. Victoria Çağı’nın tutuculuğuna uygun olarak yüksek sınıfın çay toplantılarına yer verilmesi, Jane Austen’ın romanlarını akla getirse de karakterler çapraşıklıkları ve çelişkileriyle her yönden Woolf kişileridir.

Gece ve Gündüz’de yüksek sınıftan kültürlü bir ailenin kızı olan Katherine Hilberry, başta kişisel bir yaşamdan çok ailesinin yaşamını sürer. Önceleri uygunsuz hayat yaşamış sonraları uslanarak Victoria Çağı’nın erdemli temsilcileri arasına girmiş olan babasının hiç bitmeyen yaşam öyküsünü yazmakta annesine yardım eder. Hayattaki en büyük tutkusu -kadınlığa aykırı görülse de- matematik ve astronomi çalışmaktır. Âşık olmamasına karşın, hayatı herkesin ne diyeceğinden çekinmekle geçiren William Rodney ile nişanlıdır. Katherine, “ansızın karanlıkta parlayan bir ateşle” aşağı sınıftan olmasına karşın oldukça kültürlü biri olan Ralph Denham’a âşık olur; ama William’ın, Katherine’in kuzeni Cassandra’nın evine rahatça girip çıkabilmesi için nişanlısından ayrılmaz.

Komedya ve taşlama öğelerine yer verilen romanda belki de en ilginç karakter, kırsal bölgede elinde Horatius kitabıyla dolanıp yüksek sesle Latince şiirler okuyan ve Londra’da tek başına çalışıp oturan Mary Datchet’dir. Ralph Denham’a olan aşkının “korkunç bataklığından” kendini sıyırıp toplumsal işlere veren bu kadın, hem Katherine’in hem de Ralph’ın gözünde hayranlık uyandırır. Onun “penceresinde ışık vardı”, “çalışıyordu ve bu ışık söndürülemezdi”. Kimsenin göremeyeceği bir dünya için çalışmasına karşın, kişisel olmayan bir huzura erişen bu kadın, Woolf’un romanlarında kendini toplumsal uğraşlara veren tek karakter olması açısından da önem taşır.

“Yeni Roman”ın Bir Denemesi…


Woolf geleneksel kalıplardan ayrılarak, kendine ait söyleyiş biçimini ilk kez Jacob’un Odası (1922) isimli üçüncü romanında dener. Woolf’un “yeni roman” anlayışı çerçevesinde, bu yapıtta olay örgüsü ve belirli bir tema olmadığı gibi; özellikleri, davranışları ve fiziksel yanlarıyla anlatılan karakterler de yoktur. Kronolojik bir zamandan, kesin çizgileriyle verilen bir uzamdan söz edilemez. Film tekniğiyle anlatılan kopuk kopuk sahnelerde aynı zamanda farklı karakterler farklı işler yaparken görülür. Bir bölümden diğerine hazırlık yapılmadığı için sahneler birbirine bağlanmaz. Bu dağınıklıktan bütünsel bir yapı kotarmanın Woolf için zorlayıcı olduğunu güncesinden de görürüz.
Romanın başkişisi Jacob Flanders özelliklerini yazarın Yunanistan’da genç yaşta ölen kardeşi Thoby’den alır. Jacob, annesi ve iki erkek kardeşiyle bir kıyı kasabasında oturur. Jacob’un odasında bir kova içinde tuttuğu canlı bir yengeç sürekli kovadan çıkmaya çalışır. On dokuzuna bastığında Jacob’un Cambridge’deki öğrenim hayatı, okuldaki hocaları, ona aşk besleyen arkadaşı Dick Bonamy, yazları teknesiyle denize açılarak çıplak yüzdükleri en yakın arkadaşı Timmy Durant anlatılır. Sonraları, Jacob Londra’da bir devlet dairesinde çalışır. Arkadaşı Timmy ile birlikte tüm kitapları okumakla, tüm sevinçleri yaşamakla, tutkuları tatmakla ve günahları işlemekle övünürler. Jacob’un gönül ilişkileri de diğer bölümler gibi sisler altında verilir. Jacob İtalya’da, Yunanistan’da, kırlarda ata binerken, Versay’da ve Akropolis’te görülür. Woolf’un birçok yapıtında olduğu gibi Londra sokakları anlatılır. Sonlara doğru Jacob’un “keskin çizgiler, kuru toprak, renkli çiçekler” sözleriyle betimlediği Anadolu da yapıtta yer alır. Dünya savaşının çıkmasıyla Jacob ve iki kardeşi savaşa giderler. Son sahnede Jacob’un odası boştur ve ondan kalan bir çift ayakkabıdır.
Jacob’un Odası, yazarın güncesinde belirttiği gibi “alacakaranlıkta” kalmışsa da şiir yüklü bir düzyazıyla yazılması ve Mrs. Dalloway, Deniz Feneri ve Dalgalar gibi modern İngiliz romanının başyapıtlarına hazırlık olması nedeniyle önem taşır. Bu romanda bilinç akışı tekniğini kullandığı için kendisini James Joyce’a öykünmekle itham edenler olduysa da Woolf’un tekniğini ustaca uygulamaya koyduğu sonraki üç romanda da görülebileceği gibi Woolf, Joyce’dan farklı olarak izlenimleri süzerek bir sistematik içinde verir.

Başarılı Bir Örnek: Saatler…


Woolf, 1925 yılında Mrs. Dalloway ile “yeni roman” anlayışını başarıyla ortaya koyar. Jacob’un odasından farklı olarak; karakterler yalnızca gösterilmekle ya da başkalarının onlar hakkındaki izlenimleri verilmekle yetinilmez. Onların akıllarından geçenler de verilerek ete kemiğe bürünmeleri sağlanır. Yine de en belirgin olmayan karakter –kişiliğinin de etkisiyle– romanın başkişisi Mrs. Dalloway’e aittir. Woolf zamanda tüneller, karakterlerde mağaralar açarak geçmişle şimdiki zamanı ve zamanla karakterleri birbirine bağlar. Gerçekte ise roman yaklaşık olarak on iki saatlik bir zaman dilimini anlatır.

Romanda, yüksek sınıftan olan orta yaşlı Mrs. Dalloway’in bir Londra sabahında akşam vereceği parti için çiçek almaya gitmesi, Hindistan’da yaşayan yakın arkadaşı ve eski sevgilisi Peter Walsh’un saat on bir civarında Mrs. Dalloway’i ziyarete gelmesi, yine üst sınıftan ve siyasete ilgisiyle bilinen Lady Brouton’un verdiği öğle yemeğine Mr. Dalloway’i davet etmesine rağmen kendisini etmemesine içerlemesi, bunun üzerine Mr. Dalloway’in karısına bir çiçek alarak gönlünü almaya çalışması ve dindar mürebbiye Doris Kilman’ın Dalloway’lerin tek çocuğu olan Elizabeth’le bir kafede çay içmesi anlatılır.

Romanın iki başkişisi -sabah aynı anda Regent Park’ta olmalarına rağmen- hiç karşılaşmamış olan Mrs. Dalloway ile savaştaki şiddet nedeniyle aklını yitiren ve çektiği acılar nedeniyle intihara eğilimli, aşağı sınıftan bir genç olan Septimus Warren Smith’tir. Mrs. Dalloway “ruhunu öldüren” ve gelişmesini engelleyen partilerden birini verdiği bu akşam, Smith’in intihar ettiğini öğrenerek ona önce partisine ölüm getirdiği için bir öfke, sonra yoğun bir empati duyar. İçindeki yaşama sevincine rağmen; ölüm, “İnsanların gizemli bir şekilde ellerinden kaçan öze ulaşamayacaklarını” anladıklarında başvurdukları bir yoldur. Ölüm bir “direnme”, “iletişim kurma çabası”dır. Bu nedenle, ölen genç için bir bakıma mutlu olur. İnsan ruhunun çapraşıklığı-çelişkisi, intihar, eşcinsel eğilimler yazarın birçok romanında olduğu gibi burada da karşımıza çıkmasına karşın yazarın kendi hastalığı da düşünüldüğünde deliliği bir tek bu romanında işlemiş olması önemlidir. Yazarın güncesinden, yeni teknikler kullanarak toplumsal sistemi eleştirmek amacıyla yazdığı Mrs. Dalloway’e, roman boyunca zamanın geçişi çalan saatlerle sürekli anımsatıldığı için “Saatler” ismini koymak niyetinde olduğunu öğreniriz.

“Yeni Roman”la Anne ve Babasını Anlatıyor…


Woolf’un, annesi ile babasının kişiliklerinden ve küçükken ailece yazlarını geçirdikleri St. Ives’ten esinlenerek kaleme aldığı beşinci romanı Deniz Feneri (1927), yeni romanın başarılı bir örneği ve kimilerine göre yazarın en sevilen kitabıdır. Tüm romana yayılan denizin sesi zamanın akışını, deniz feneri ise Mrs. Ramsay’in karanlıkları aydınlatan ışığını simgeler. Roman, “Pencere” isimli uzun bir bölümle başlar, yirmi sayfalık ikinci bölüm “Zaman Geçiyor”, ilkinin yarısı uzunluğundaki üçüncü bölüm ise “Deniz Feneri”dir. Böylesi bir yapı, deniz fenerinin ışığının aydınlatma süresini anımsatır.

İlk bölüm “Pencere” bir öğleden sonra başlayıp gece biter. Mrs. Ramsay deniz fenerinin bekçisinin oğluna çorap örerken altı yaşındaki küçük James ise annesinin dizinin dibinde renkli bir katalogdan resimler keser. James ertesi gün deniz fenerine gitmeyi çok ister; ama kendi kendine dizeler söyleyerek bahçeyi arşınlayan Mr. Ramsay, oğlunun yaşayacağı düş kırıklığına aldırmadan havanın kötü olacağını bu nedenle fenere kesinlikle gidemeyeceklerini söyler. Akşam ise Mrs. Ramsay çocuklarını ve yazlıkta kalan konukları bir araya toplayarak ziyafet verir, Minta ve Paul’un nişanına pek de düşünmeden ön ayak olur.

Sonraki on yılı kapsayan “Zaman Geçiyor”, sonsuzluğun içindeki ölümü baş döndürücü bir güzellik ve sıradışı bir teknikle işler. İlkin Mrs. Ramsay’in ölümü, ardından ailenin kızlarından Prue’nun doğum yaparken, erkeklerinden Andrew’un savaşta ölmesi satır aralarında parantez içinde verilir. Metnin esasının, kimsenin artık ayak basmadığı yazlık evin doğa ve zaman karşısındaki acizliği, buna karşın tek canlılık belirtisinin ara sıra vuran deniz fenerinin ışığı olduğu hissettirilir.
Son bölümde, Ramsay ailesi ve eski pansiyonerlerden ressam Lily Briscoe ve yaşlı şair Mr. Carmichael on sene sonrasında ilk kez yazlığa gelirler. Mr. Ramsay, James ve Cam’in deniz fenerine doğru yola çıkarlar; ama James için karşındaki artık “akşamları sarı gözlerini açan gümüş kule” değil, “beyaz badanalı bir yapı”dır. Lily’nin gözünden Mrs. Ramsay’in bencillikten arınmış insan sevgisini, her şeyi çözümleyip bütünleyerek sadeliğe kavuşturması anlatılır. Mr. Ramsay ve çocuklar fenere vardıklarında, Lily de on yıl önce başladığı tablosunu, yıllardır aradığı bakış açısını yakalayarak tamamlar. Mrs. Ramsay’in öldükten sonra bile hissedilen varlığıyla bu yapıt, Woolf’un o on dört yaşındayken ölen annesi Julia Stephen’ın anısına yazdığı edebî bir ağıttır.

Bir Fantezi Molası…


Pervanenin Ölümü’ndeki “Biyografi Sanatı” isimli yazısından da anlaşıldığı üzere çok sayıda biyografi okumuş olan Woolf, altıncı romanı Orlando’yu (1928) bu türün bir parodisini yapmak için yazar. Yazarın üç zor kitaptan sonra daha da zor olan Dalgalar’ı yazmadan önce dinlenmek ve eğlenmek için kaleme aldığı Orlando, özgün bir düş gücünün ürünü olarak bizce yazarın en ilginç romanıdır. Yazarın güncesinde değindiği gibi, Orlando yarı gülen yarı ağlayan, gerçekle fantezi arasında, kolay anlaşılır bir dille, diğer romanlarının aksine serüven romanlarını aratmayacak denli çok olayla dolu yazılmıştır.
Kısaca, Orlando on altı yaşında Kraliçe Elizabeth’in gözüne girer, Rus prensesiyle aşk yaşar, Orlando İstanbul’a elçi olarak gönderilir, bir Çingene dansözden üç oğlu olur, Bursa’ya

kaçıp bir süre çingenelerle yaşar, kitabın yarısında kadın olarak yattığı bir haftalık uykudan erkek olarak uyanır. Değişim Orlando’nun yalnızca cinsel kimliğinde değil, yaşanan çağlara göre kişiliği ve tutumunda da vardır. Elizabeth Çağı’nda duygusal ve serüvenci, Jacobean Çağ’da kasvetli, Kraliçe Anne zamanında neşeli, romantizmde doğa tutkunu, Victoria Çağı’nda burjuva ve evlilik meraklısı olur. Diğer bir ifadeyle, Orlando edebiyattaki ölümsüzlüğü, androjenliği ve dönemleri yansıtır. Feminist eleştirinin kült örneklerinden biri olan Kendine Ait Bir Oda’dan (1929) da anımsanacağı gibi, Woolf’a göre tam bir insan ve yazar olabilmek için androjenlik şarttır; çünkü “her insan bir cinsiyetle ötekisi arasında sallanır”. Önemli olan bir kadının her zaman güçlü ve özgür, bir erkeğinse ince ve duyarlı olmasıdır.
Roman boyunca değişmeyen tek şey Orlando’nun edebiyatın özü olduğuna inandığı şiir yazma tutkusudur. Yazarın Orlando’nun kişiliğini oluştururken Vita Sackville West’den esinlenmesi sebebiyle romanı “edebiyat tarihinin en uzun ve etkileyici aşk mektubu” olarak tanımlayanlar da vardır. Gece ve Gündüz’de olduğu gibi, bu romanda da Anadolu’nun yer alması diğer bir ilginç noktadır. Orlando sonunda İngiltere’ye dönse de Anadolu’nun dağları gözlerinin önünden gitmez ve bu görünümün yanında geçmişinin, servetinin ve soyluluğunun hiçbir kıymeti olduğunu düşünür.

En Büyük Kitabı: Bir Play-Poem…


Woolf en sevilen olmasa bile eleştimenlerce en başarılı bulunan kitabı Dalgalar’ı 1931’de yayımlamadan önce üç kez yazar. Mrs. Dalloway ve Deniz Feneri’nde somut bir olgu, zaman ve uzam gibi gerçekçi romandan izler olmasına karşın, Dalgalar yazarın kendi deyişiyle “kendine özgü biçemle yazdığı ilk yapıtı” ve “kitaplarının en karmaşığı ve en güç anlaşılanı”dır. Yapıt, hem şiir hem düzyazı; hem roman hem tiyatro oyunudur. Üçü kadın üçü erkek olan altı başkişisi de tiyatro oyunlarına özgü bir şekilde kendi kendilerine konuşur ve konuşmalar dalgaların ritmine uygundur. Şiirsel düzyazı tüm metne, tümceye yayıldığı gibi her bölüm italik harflerle gösterilen düzyazıyla yazılmış bir şiirle başlar. Uzam olarak denize açılan bir bahçe, kumsal ve kıyıdaki ev hep uzam olarak kullanılsa da yazar, Dalgalar’da dış dünyayı yok ederek yalnızca kişilerin iç dünyalarını verir.

E. M. Forster’ın deyişiyle, yazarın en büyük kitabı olan Dalgalar’da çocukluktan yaşlılığa kadar yaşamı ve ölümü nasıl algıladığı kapsamlı olarak verilir. Başkişiler doğa tutkunu Susan, sosyal hayatın eğlencelerinden hoşlanan ve insanların gözünde parlamak isteyen Jinny, ürkek, duyarlı ve sularda intihar ettiğini düşleyen Rhoda, dünyada en önemli şeyin şiir olduğuna inanan Louis, şiir yazmaya meraklı ve eşcinsel olan Neville ile tek isteği bir roman yazmak olduğu için sürekli etrafını gözleyen Bernard’dır. Bunların dışında okuyucu için pek bir olağanüstü yan taşımayan ama yazarın ölen kardeşi Thoby’yi düşünerek oluşturduğuna inandığımız yine genç yaşta ölen Percival ise diğer altı kişinin hayranlık duydukları biridir. Yazarın sözcüsü olan Bernard’ın sözlerinden, altı petalli bir çiçek gibi bu altı kişinin de bir tek insanın –hatta yazarın kendisinin- değişik yanlarını simgelediği düşünülebilir. Kişilerin yarısının kadın yarısının erkek olması yine androjenlik çağrışımı yapar. Ya da aynı tarzda konuşan bu altı kişi, aynı denizin farklı ama benzeşen dalgalarıdır. Woolf’un bilinç akışı tekniğinin zirve yaptığı kitabın sonunda dalgalar kıyıya çarpar.

En Çok Satan Romanı: Yıllar


Woolf, Jacob’un Odası’ndan beri uyguladığı “yeni roman” anlayışından ve şiirsellikten bir süreliğine vazgeçtiği, gerçekçi geleneksel romana dönüş niteliğindeki Yıllar’ı (1937), annesinin ölümünden beri yaşadığı en ağır bunalım döneminde kaleme aldı. Deneme-roman olarak tasarlanan yapıtta, bilinç akışı ve izlenimler yerini yazarın açıklamalarına ve yorumlarına bırakır. İç dünyanın yerine dış dünyanın olayları işlenmesine karşın somut bir olgudan, derinlemesine incelenen karakterlerden bahsedilemez. Yapıt, 1880’den 1930’lu yıllara Pargiter ailesinin üç kuşağını kronolojiye uygun olarak ele alır. Her bölümün başlığı bir tarihtir; birinci bölüm 1880, son bölüm “Şimdiki Zaman” ismini taşır.
Yıllar’da, Pargiter ailesinin reisi Hindistan ’da iki parmağını kaybetmiş Albay Abel, ölmesi

beklenen ama ölmeyen eşi, Mira isimli paraya düşkün metres, dördü kız, üçü erkek yedi çocuk, onların eşleri, çocukları, yeğenleri gibi yirmiden fazla kişinin yer alır. Albay’ın kızlarından Eleanor hoşgörülü ve mutlu bir kadındır, faşizme öfke duyar, Nicholas isimli eşcinsel bir akraba ile arkadaşlık kurar. Kız kardeşi Delia ise özgürlüğüne kavuşmak için annesinin ölmesini bekler, İrlanda bağımsızlığının simgesi C. S. Parnell’e tutku duyması nedeniyle İngiltere’yi en uygar ülke saymasına aldırmadan bir İrlandalıyla evlenir. Rose ise yedi yaşındayken ve kırk iki yaşındayken görülür; ilkinde cinsel tacize uğrayarak suçluluk duyması, diğerinde yardım işlerinde ve siyasal eylemlerde bulunan hiç evlenmemiş bir kadındır. Kızlardan dördüncüsü Milly, kocasıyla birlikte şişmanlamakta olan bir annedir. Erkeklerden avukat olan Morris evlenerek çoluk çocuğa karışır. Martin ise subaydır, Hindistan ve Afrika’da savaşır. Edward, Oxford’da öğretim görevlisidir ve Eski Yunan edebiyatıyla ilgilenir. Kişiler böylece bölük pörçük anlatılmaya devam edilir.
Woolf’un, güncesinde “nefret edilesi” ve “bile bile yapılan bir başarısızlık” olarak değerlendirdiği yapıt, güzel anlatımı ve kolay anlaşılırlığının etkisiyle yazarın o dönem en çok satan kitabı olmuştur.

Lirik Tragedya: Perde Arası


Yazarın son romanı Perde Arası (1941) “yeni romana” bir dönüş niteliği taşıdığından anlaşılması güç bir şiirsellik barındırır. Tek bir gün gibi kısa bir zaman aralığını kapsayan bu kitapta İkinci Dünya Savaşı’nın iki ay öncesinde -1939 Haziran’ında- İngiltere kırsalındaki Pointz Hall isimli bir konağın bahçesinde verilen bir temsil konu edilir. Pointz Hall, eski İngiltere’yi temsil ederken oyun da İngiltere tarihini, savaşı; tanklarla patlamaya hazır toplarla çevrili olmayı anlatır. Diğer deyişle, romanın metniyle oyunun metni iç içedir.
Oyuncuların yoksul köylülerden, seyircilerin ise varlıklı sınıftan oluştuğu temsili, lezbiyen olması nedeniyle lanetlendiğini düşünen Miss La Trobe yazmıştır. Oyuncular gibi oyun metni de acemice, kimi zaman gülünçtür. Romanın başkişileri kendilerini mutsuz ve lanetlenmiş hissederler. Sanatçı ruhlu Isa, kocası Giles’a tutkuyla bağlı olmasına karşın, eşiyle arasında yoğun bir iletişimsizlik vardır. Kendisi gibi evli olan romantik çiftçi Rupert Haines’e âşık olduğunu düşünür. Eşcinsel William Dodge ise istemeden borsa simsarlığı yapan Giles’dan gözlerini ayıramaz ve büyük acılar çeker. Oyun artık bitmiştir ve savaş başlamak üzeredir. Isa ve Giles için ise başrol oynayacakları “perde açılır”.
Romanın sonuna hâkim olan derin karamsarlığın, Woolf’un iç dünyasıyla acılarıyla yakından ilintili olduğu düşünülebilir. Nitekim yazar, romanı bitirdikten bir-iki ay sonra intihar etmiştir.
Woolf, değinilen dokuz romana ek olarak kadın sorunlarıyla ilgili iki kitap, yüzlerce eleştiri ve deneme yazısı, kırk civarında öykü ile ressam Roger Fry ve ünlü şair Robert Browning’in eşi şair Elizabeth Barrett Browning’in köpeği Flush’ın yaşamöykülerini yazmıştır. Woolf’un, çapraşık kişiliğinin aydınlık yapıtlara doğan karanlık dehlizleri, deliliğe dönük dehası ve şiir yüklü diliyle edebî yaşamını daha uzun yıllar sürdüreceği su götürmez. Joyce Carol Oates’ın dediği gibi, “Sonuçta tek bir Virginia Woolf yoktur, bir kadın olarak ölmüş de olsa baş döndürücü bir çokluk halinde var olmaya devam eden bir Virginia Woolf vardır.”

Kitap-lık Dergisi
Temmuz Ağustos 2012