Medya ve Savaş Yalanları / Gerçekler Nasıl Karartılıyor – Lenora Foerstel

Günümüzün siyasal-toplumsal yapısını kavramak açısından medya neden bu kadar büyük bir önem taşıyor? Medya, hükümetle birlikte yönetici sınıf rolünü oynar. Peki bu rolün gerçekleşmesinde kullanılan entrikalar nasıl yaşama geçirilir? ABD medyasının büyük başarısı olarak sunulan “Watergate Soruşturmaları”nın sulandırılması ve gerçeklerin örtbas edilmesinde ABD medyası nasıl kilit bir rol oynadı? ABD medyasının öve öve göklere çıkarttığı Haitili “özgürlükçü din adamı” Aristide, iktidara geldikten sonra ABD taleplerini yerine getirmeyince nasıl bir anda “kana susamış bir devrimci” ve “beş para etmez bir sosyalist” oldu? Yahudi düşmanlığı ve eylemleriyle geçmişleri lekeli Bosnalılar ve Hırvatlar, ABD’deki güçlü Yahudi lobisini nasıl yanlarına aldılar?
Olmayan “Sırp tecavüzleri”ni sahte tanıklarla ballandırarak anlatan gazeteciler nasıl Pulitzer ödülü aldı? Bu kitap, bu sorulara verilmiş anlamlı yanıttır. Peki medyayla ilgili bunca iç karartıcı olguya rağmen bir çıkış yolu yok mu? Medyanın sonsuz gibi görünen gücünün sınırları nelerdir? Medyaya devrimci ve halkçı alternatifler neler olabilir? Bu kitapta ayrıca konunun uzmanlarının bu sorulara verdikleri yanıtları da bulacaksınız. ( Tanıtım Yazısı)

Önce Gerçekler Ölür Sonra Çocuklar – Ertuğrul Mavioğlu
(Bu yazı, 09/11/2007 tarihinde Radikal Kitap Eki’nde yayınlanmıştır.)

‘Bir savaşta önce gerçekler ölür, sonra çocuklar….’ Pek bilinen ama ortalık karıştığında ilk unutulan; coğrafyasının sınırlarından ateş fışkıran Türkiye’de şimdilerde fazlasıyla geçerli olan bu sözün, sıradan bir ahlaki muhasebeye işaret etmediği çok açık.
Falan orduya, filan örgüte, feşmekan milliyet, kabile ya da aileye mensup olsun fark etmez; ortak özellikleri, bıyıkları yeni terlemiş; güneşi alnında sadece ortalama yaşam ömrünün ancak üçte biri kadar eritmiş; yeşili, maviyi, börtü böceği, mis kokulu çiçeği belki de herkesten fazla hak ettiği halde bedeninde en az damıtmış; ilginçtir, neredeyse tümü yoksul olan; toptan tüfekten önce yalanla öldürülmüş çocuklardan söz ediyoruz.
Düşmanı belletilen yaşıtlarının üzerine kışkırtılarak sürülen, ‘kenetlenmiş, asil bir millet olmanın’ gereklerini yerine getirirken, en ön cephede son nefesini bir kan deryasının ortasında vermek zorunda kalan gencecik bedenlerden. Eğer gerçekler bu kadar hızlı ve bu kadar sert bir darbeyle yok edilmese, belki de hayatları kurtulacak olan dünyanın en dev ve dolayısıyla kutsanıp dokunulmazlaştırılmış makinesinin talihsiz kurbanlarından….
Prusyalı General Clausewitz, “Savaş, politikanın başka araçlarla devamıdır” saptamasını yaptığı zaman, tüfek çoktan icat olmuş ama sanıldığının aksine henüz mertlik o kadar da bozulmamıştı. Mertliği asıl bozan, savaş makinesinin ikiz kardeşi olduğu hiç kuşku götürmeyen yalan makinesinin icadı oldu ki, şimdi o, farklı kıtalarda farklı uhrevi ve ideolojik kılıklarda boy gösterse de, tek tapınağı borsa olup kendine cenneti layık gören, dünyanın gerisi için ise sadece cehennem vaadeden bir büyük imparatorluğun herkesi kandırmaya muktedir sözcüsüdür.
Mısırlı yazar ve kadın hakları savunucusu Nawal El Saadawi, “Medya, her türlü toplu direniş fikrini çökertirken, bireyin direncini tahrip etmeye dayanan bir bireycilik ideolojisi geliştiriyor” diyerek itirazın yer yüzünden nasıl bir çırpıda siliniverdiğinin ipucunu veriyor elimize. Oradan yürüyelim o halde. Çünkü ‘hakikat acıtır, ama susmak öldürür.’
Irak’ın baba Bush marifetiyle işgal edildiği günlerde televizyonlarının başına kilitlenmiş milyonlarca insan, ‘star wars’ tadında bir savaş yaşandığına daha ilk geceden ikna edilmişti. Atılan füzeler havalarda ışıl ışıl salınırken, insan aklının ürünü olan ama aynı zamanda insanın aklını da alan bu akıllı canavarların özelliklerini ezbere öğrenmiş olan çok az kişi dönüp “bu füzeler hangi evlerin tepesine düştü, kaç can yok oldu?’ sorusunu sormayı akıl etmişti. Soranlardan birisi ABD’li insan hakları aktivisti Avukat Ramsey Clark oldu. Clark, “Büyük bir gururla 110 bin sortiyi, attığımız Hiroşima’ya atılandan yedi buçuk kat daha fazla ateş gücüne sahip 88 bin 500 ton bombayı itiraf ediyorduk. Bununla gururlanıyorduk. Peki bombalanan insanlara ne oldu? Bu konuya değinilmiyordu. (…) 20 milyon insan tarihte eşi benzeri olmayan bir bombalamaya maruz kaldı, hepsi de kesinlikle savunmasızdı” diyordu. İnsanlar ölülerin donakalmış suratlarından uzak tutuldukça, savaşın öldüren gerçekliğine de yabancılaştılar. Yabancılaşma yalan sayesinde belleklere yerleşmişti ve yoluna ‘ülkenin yüce çıkarları’ etrafında kümelenmişlerin otoriteye kesin itaati ile devam edecekti. İtaat, toplu ya da bireysel direniş fikrinin yok edilmesinden başka bir anlam taşımıyordu aslında. Savaş ve ölüm ise itaat ortamının hazırladığı yadsıma ve yabancılaşma ile kolkola, taş üstünde taş bırakmamacasına acımasız bir düzleme ermişti artık; üstelik savaş alanının dışında kalan seyircilere, savaş kapılarına dayanıncaya dek hiçbir şey hissettirmeden…

Medya kaytarıyor
Peki, herkesin gözü önündeki acıların toplumsal vicdanları etkilememesi nasıl başarılıyordu? ABD’li felsefe doktoru Michael Parenti’nin, haber medyasının işine gelmeyen karşısında nasıl kaytardığına dair son derece ciddi cümleleri var. Parenti’ye göre bu başarıda örneğin medyanın herkesin bildiği gerçeği bile bile atlaması rol oynuyor. ‘Bu vahşeti nasıl oldu da görmezden geldiniz?’ diye sorarsanız yanıt ceplerinde hazır: ‘Çünkü sizin düşündüğünüz kadar önemli değildi olup bitenler.’ Hesap şu: Önce algılar bozulacak, algılar bozulsun ki, vicdanlar da körelsin. Ya da olumlu veya olumsuz etiketlemeler sayesinde okuyucunun (ya da izleyicinin) olayları olduğundan farklı biçimde algılaması için ön yargılar oluşturuyorlar. Örneğin, başımıza gelen her kötülüğün, ‘istikrar’ adını verdikleri borsanın yükselişiyle zamandaş olması artık baygınlık hissi yaratmıyor mu sizde de? Veya her ‘fiyat ayarlaması’ yapıldığında cebimizden biraz daha fazla paranın eksilmesine dur demek gerekmez mi? ‘Güçlü savunma’ denildiğinde ilk aklınıza gelen bütçeden savaş sanayiine aktarılan paralar değil de, neden ‘ülke güvenliği’ oluyor hiç düşündünüz mü?
Bunlar olumlu etiketler. Bir de olumsuzlara bakalım. ‘İslamcı teröristler’ ya da ‘bölücü-yıkıcı-solcu teröristler’ öldürüldüklerinde neden toplumca sevinmemiz beklenir? Ya da ‘şehitler’ kimdir, ‘ölü ele geçirilenler’ kim? Aslında hepsi artık aramızdan koparılıp bir daha yüzlerini göremeyecek olduğumuz genç insanları tarif etmiyor mu aklımızı peynir ekmekle yememişsek?
Daha fazlasını Amerikalı bir medya yöneticisi Danny Schechter anlatıyor. Verili medya yapısı nedeniyle karşılığını bulamayacak bir meslek özeleştirisi gibi bu: “Medya yöneticileri savaşın dilini kullanıyor, izleyicileri bombalamak, piyasayı hedef almak, mevzileri ele geçirmek, rekabetin kökünü kazımak ve kazanmak; yani başka birinden daha çok kazanmak gibi. Bazı haber örgütleri, çalışanlarına haber ordumuz diye hitap ediyor. Bu ileri teknoloji savaşı (…) şirketler birbirleriyle kapıştıkça ülkeler ve toplumlar kendilerini çapraz ateş arasında buluyor.”
Bir başka ayrıntı Yugoslav (Kitabın hazırlandığı zaman henüz bu ülke bölünmemişti) gazeteci Zoran Petrovic Priconac’tan geliyor. Anlattığı anekdot, henüz başlamamış ama egemenlerin arzuladığı bir savaş nasıl kışkırtılır sorusuna net bir yanıt. Olayın geçtiği tarihlerde medya, bugünkü medya kadar dünyayı teslim almış değil üstelik: “New York Journal’ın yayıncısı Randolph Hearst, ünlü çizimci Frederic Remington’u, İspanya’ya karşı Kübalı gerillaların ayaklanmasını ele alması için Küba’ya gönderdi. Remington, Hearst’e telgraf çekti: ‘Savaş olmayacak. Geri dönmek istiyorum.’ Patronunun cevabı: ‘Sen resimleri tedarik etmeye bak; ben savaşı tedarik ederim.’ Dediğini yaptı; bağırıp çağıran manşetler ve yalan yanlış makalelerle ABD-İspanya çatışmasını körükledi. Ama savaş için bardağı taşıran damla Pulitzer’in (evet yanlış okumadınız, ünlü Pulitzer ödülü ile tanınan Pulitzer bu) New York World’undan geldi. ABD gemisi Maine’de 1898’deki patlamayı, İspanya’yla birkaç hafta içinde savaşa girilmesine yol açacak şekilde kullandı.”

Kışkırtma sanatı
Zikredilen bu savaşın üzerinden yüz yıldan fazla bir zaman geçmiş ama değişen, kışkırtıcılığın daha yaygın ve sofistike bir karakter alışından ibaret. Ama bu da az bir şey değil. Aktüel ifadeyle ‘toplum mühendisliği’ denilen ‘kışkırtma sanatı’nın birkaç sade kuralı olduğu biliniyor. Birinci aşamada, sefalet içinde yüzen ve işsizlik hasebiyle zaten sokaklarda dolanan, açlıktan kimliğini yitirmiş kitleler, bahşedilen ırkçı ve saldırgan bir kimlikle sokaklara dökülür ve ikinci aşama için koşullar hazırlanır. İkinci aşamada, eline bayrak tutuşturulmuş ve bu sayede karnından gelen gurultuları bir an için unutması sağlananlardan, bu bayrağın sopasını komşusunun gözüne sokması beklenir. Sonrası ise cinnet, savaş ve ölüm…
1998’de Yunanistan’ın Atina kentinde, yüzün üzerinde gazeteci ve eylemci ‘Medyanın karanlık çağı’ başlıklı konferansta bir araya geldi. ‘Medya ve Savaş Yalanları’ adlı kitap, aralarında Saadawi, Parenti, Clark ve Priconac’ın da bulunduğu 22 aydının konuşmalarından hazırlanmış bir derleme. Bayrakların yalanların üzerini fazlasıyla örttüğü, ‘köşe’lerden sınır içi ve ötesine dair ölüm reçetelerinin yazıldığı bir dönemden geçerken, medyanın dolduruşuna gelmemenin yolu, bilmekten geçiyor. Yalan imparatorluğunun Bosna, Ruanda, Irak ve dünyanın kan gölüne döndürülmüş diğer bölgelerinde yaşattıklarını öğrenir, tüm bunların ayağımızı bastığımız topraklarda olup bitenlerle şaşırtıcı benzerliğini görebilirsek, savaşın ve ölümün önüne kocaman bir set çekmenin de olanağı doğar belki, kimbilir?

Kitabın Künyesi
Medya ve Savaş Yalanları / Gerçekler Nasıl Karartılıyor
Lenora Foerstel
Çeviri: Ahmet Antmen
Yordam Kitapları
Basım Tarihi : 10 – 2007

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir