Gregory Colbert’in Küller ve Kar filmi üzerine Jungcu ve felsefi bir bakış
Luna Madanoğlu
Gözlerimi kapattığımda, içimde mavi gözlü bir fil ağlıyor. Belki de bu, Colbert’in kamerasının gördüğü değil, insanlığın unuttuğu bir hatıradır. Küller ve Kar (Ashes and Snow), Kanadalı sanatçı ve yönetmen Gregory Colbert’in yirmi yılı aşkın bir süreçte çektiği, türler arası bir sessizlik belgeselidir. Çekimler 1992’den itibaren Hindistan, Namibya, Mısır, Sri Lanka, Etiyopya, Antarktika ve Grönland gibi dünyanın farklı bölgelerinde gerçekleştirilmiştir. Colbert bu yolculukta, insanla hayvan arasındaki bağı bir araştırma konusu değil, ruhun ortak dili olarak ele alır. Ortaya çıkan film, geleneksel belgesel biçiminden çok, görsel bir meditasyon, hatta insanlığın bilinçdışı arşivine açılmış bir pencere gibidir.
Jung’un gözünden bakıldığında bu film, yalnızca doğayla insan arasındaki ilişkiyi değil, ruhun kendi köklerine dönüş sürecini de anlatır. Colbert kamerayı bir göz değil, bir geçit olarak kullanır; her kare, insanın doğadan kopuşunun arkeolojik kalıntısıdır. Bir filin gözyaşı, bir çocuğun nefesi, bir balinanın yankısı… hepsi aynı evrensel hafızanın sembolleridir. Filmin yapımında dijital efekt kullanılmamış, görüntüler doğrudan, zamanın sabrıyla kaydedilmiştir. Bu tercih, izleyiciyi teknolojiden arındırılmış saf bir bilince davet eder.
Küller ve Kar, doğayı gözlem nesnesi olmaktan çıkarıp insan bilincinin bir uzantısına dönüştürür. Colbert’in sepya tonları, ağır çekimleri, el yapımı Japon kağıtlarına basılmış fotoğrafları, modern dünyanın hızına karşı bir dirençtir. Her görüntüde, bilimin rasyonelliğiyle mitin sezgisi aynı anda nefes alır. Jung için bu sahneler, kolektif bilinçdışının arketipleridir: fil bilgelik, balina sezgi, kuş ruhun özgürlüğü, çocuk yeniden doğumdur. Doğa burada bir figür değil, bilinçdışının ta kendisidir.
Filmin adı da bu dönüşümün sembolü gibidir: küller geçmişin yanmış benliğini, kar ise arınmış bilinci temsil eder. Jung’un bireyleşme sürecinde olduğu gibi, insan önce kendi gölgesiyle yüzleşir (kül evresi), sonra sessizlikle yeniden doğar (kar evresi). Colbert’in sineması, ruhun simyasıdır: Nigredo’dan Albedo’ya, yanıştan beyazlığa geçiş. Görüntülerdeki sessizlik, Jung’un simgesel dilinde bir iç dönüşüm laboratuvarıdır; ruh, doğanın suretinde yeniden doğar.
Film, insanmerkezci anlatılara meydan okur. Burada doğa bir dekor değil, bilincin aynasıdır. İzleyici, dışarıdan bakan bir göz olmaktan çıkar, varlığın tanığına dönüşür. Kamera bir sınır değil, bir köprü haline gelir; bilimle mistisizm, insanla hayvan, sessizlikle anlam birbirine karışır. Jung’un sözleri yankılanır: “İnsan doğayı anlamaya çalıştıkça kendinden uzaklaşır; ama doğayı dinlediğinde kendi sesini duyar.” Colbert’in sessizliği de bunu yapar — anlatmaz, hatırlatır.
Film bittiğinde geriye hikâye değil, bir yankı kalır. Küller yanmayı, kar unutmayı simgeler; ama ikisi de aynı döngünün iki nefesidir. Colbert’in kamerası bir belgesel çekmez, insanlığın kolektif rüyasını yeniden uyandırır. Belki de Küller ve Kar, dünyayı değil, içimizdeki dünyayı belgeleyen bir filmdir. Çünkü bazen bir filin gözyaşı, insanın en derin hafızasını anlatır.



