Ah, Şu Rüyaların Muamması! Kitaplar Anamızın Kucağı mı Ola, Beyler?

Ey, İstanbullu efendiler, hanımefendiler! Gecenin sükûneti çöktüğünde, başımızı yastığa koyup da o acayip, o karmakarışık alemlere dalmaktan kimimiz kurtulabilmiştir? Hani Viyana’da meşhur bir hekim varmış ya, Sigmund Freud Efendi. O, “Rüyaların Yorumu” namıyla bir eser kaleme almış ki, sanki insanın bütün iç alemini, bütün o nefsani hevesatını o kitaba sığdırmış. Fakat gel gör ki, insanın gönül teli, bir telli saz gibi binbir yerden kopar. Bir meseleye bakarken, diğerini es geçmek, insanoğlunun en büyük kusurlarından biri değil midir?


Konaktaki Kâhya Kadının Sırrı: Ödipal Mesele mi, Ana Ocağı mı?

Freud Efendi, rüyaları yorumlarken hep o meşhur Ödipal hikâyenin peşine düşmüş. Yani babayla rekabet, iktidar kavgası, o paşazadelerin konaktaki mirasa göz dikmesi gibi, hep o erkek işi, yüksek sesli meseleler. Tıpkı bizim mahallede merhum Paşa’nın oğlunun, babasının bastonuna ve makamına göz dikmesi gibi, hep göz önünde cereyan eden hadiseler…

Ancak Sara van den Berg nam zeki bir hanımefendi (Allah selamet versin) diyor ki: Durun bir dakika! Freud, rüyalarında ve o meşhur kitabında öyle incelikler, öyle remizler bırakmış ki, bunlar bambaşka bir derde işaret ediyor. O kitaplar, o garip kelimeler, o yazma hevesi… Bunlar sadece ilim ve irfan değil, bunlar bizzat kaybolan o anne ocağının hasretidir, beyim!

Ödipal mesele, çatırdayan bir taht kavgasıysa, bu ana meselesi ise, kalbin en derininde yatan, gurbet elde unutulmuş o sıcacık yorganın özlemidir.


Kitaplar, O Devranın Narin Eli Gibi…

Düşünün şimdi: Bizim Kâtip Muzaffer Efendi var ya, bütün ömrünü kitap kokusuyla geçirir. Kitapları sadece okumaz, onları öper, koklar, sayfalarını bir tül gibi okşar. Hatta kimi zaman, o nadide eski ciltleri şöyle bir avuçlayıp, sanki ananın memesinden ayrılmış bir sabi misali iç çeker.

İşte tam da bu hal! Freud’un rüyalarında beliren o kitaplar, o sözcükler, o el yazmaları, sadece entelektüel bir zafer arzusu değildir. Bunlar, kayıp annenin ta kendisidir.

  1. Ana Kucağı ve Kitap: Kitap, tıpkı ana gibi, hem besler hem de yutar. Hem ilim verir, hem de sırları içinde boğar. Tıpkı annenin hem sevecen hem de bazen hiddetli olması gibi.
  2. Dil ve Rüya: Freud der ki, rüya dediğin şey, dili, yani o babanın kanununu, o mantık zincirini söküp atar. Onu tekrar suretlere, imgelere dönüştürür. Tıpkı küçük bir çocuğun, konuşmayı öğrenmeden evvel, her şeyi gözleriyle ve içgüdüsüyle anlaması gibi, rüya da bizi o sembolik dilin öncesine, yani ana diline döndürür.

Bu demektir ki, “Botanical Monograph” (Botanik İnceleme) Rüyası sadece bir bilim kitabı değil, ananın vücudu, ananın rahmidir! Freud, o kitabı yazarak, o kaybolan nesneyi yeniden yaratmaya, onu kendi eliyle vücuda getirmeye çalışıyordur.


Irma’nın İğnesi ve Kaybolan Kucak

Freud’un meşhur Irma’ya Enjeksiyon Rüyası‘nı hatırlayalım. Üstat, bu rüyayı yorumlamaya başlar ama birden durur, “daha fazlasını söyleyemem” der. Neden? Çünkü rüya, sadece karısına veya bir arkadaşına duyduğu Ödipal arzuya değil, çok daha derindeki o korkuya dokunmaktadır: Annenin ölümü.

Freud’un rüyalarında annesi, bazen şefkatli bir şifacı (nurturing), bazen de ürkütücü bir yutucu (devouring) olarak belirir. Bu ikiye bölünmüş anne figürünün yarattığı kaygı, üstadın ölüm korkusuyla iç içe geçmiştir. O, babasının ölümüyle yüzleşirken, aslında daha eski bir dehşeti, annenin kaçınılmaz vedasını da hayal ediyordu.

Tıpkı bizim Madam Agavni‘nin, her komşuya bir fincan kahve ikram ederken, aslında rahmetli annesinden kalma o ince porselen takımıyla, kaybettiği sıcak yuvanın huzurunu aradığı gibi…

Freud’un rüyayı “tamamlanmamış” bırakması, tam da bu yüzdendir: O, o anneyle birleşme (merger) arzusunu kendi kuramında, kendi kitabında gerçekleştirmek istemiştir. Ama bir kitap, ne kadar hacimli olursa olsun, asla bir insan olamaz, bir yuva kuramaz.

İşte bu, Freud’un kendi oto-analizinin en hazin ve en nihayetsiz neticesidir: Koskoca bir teori, koca bir eser; o arzulanan ikiliğin, o anne-çocuk birliğinin sadece yalnız ve ihtişamlı bir ikamesi olarak kalmıştır. Neticede, kâinatın en büyük sırlarını çözen adam bile, en kadim hasretini bir kitaba sığdırmaktan öteye gidememiştir. Ne diyelim? Demek ki insanoğlunun kederi, ne babanın kanunuyla, ne de binlerce cilt kitapla hafifleyen cinsten değildir.